Geçtiğimiz günlerde – 31 Ağustos 2019 tarihinde – vefat ederek meşhur Dünya Sistemi Teorisi’ni[1] (World System Theory) yetim bırakan Immanuel Wallerstein; 20. yüzyılın ikinci yarısının en üretken, özgün ve etkili düşünürlerinden birisiydi. Dünya siyaseti ve küresel ekonomik sistemin işleyişine yakından ilgi duymaya ilk olarak lisans ve yüksek lisans eğitimlerini tamamladığı Columbia University’de 1950’li yıllarda başlayan düşünürün, aynı üniversitedeki doktora tezinde (1959’da tamamlamıştır) yoğunlaştırdığı ilk büyük projesi Hindistan ve Afrika’da İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda ivme kazanan anti-emperyalist hareketlerdi. Mezunu olduğu Columbia University’de ders vermeye başladığı 1960’lı yıllardan vefatına kadar McGill University, State University of New York ve Fernand Braudel Center for the Study of Economies, Historical Systems and Civilizations gibi dünyanın birçok saygın araştırma merkezinde çalıştı.
Kariyerinin başında sömürgecilik ile Batı emperyalizmine eleştirel yaklaşan bir liberal olan Wallerstein, Batı Avrupa ve ABD başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde patlak veren 1968 öğrenci hareketlerinden derinden etkilendi ve sonradan “kapitalist dünya sistemi” olarak adlandıracağı “küresel statükonun” adil ve sürdürülebilir bir yapı olmadığına kanaat getirdi. Kampüs hareketlerine verdiği destek ve radikal bulunan fikirleri onu Columbia University’deki itibarlı kadrosundan ederken aynı zamanda da dönemin diğer “radikal anti-kapitalistleri” Giovanni Arrighi, Andre Gunder Frank ve Samir Amin ile ortak bir fikri zeminde buluşmasına ve beraber yeni bir ekol oluşturmalarını sağladı.
“Dependency Theory” (Bağımlılık Teorisi) olarak bilinen akımı önceleri birlikte geliştiren bu düşünürlerin fikirleri yıllar içinde birbirlerinden ayrışsa da, her biri dünya çapında ün kazandı ve uluslararası siyasal/ekonomik sisteme takındıkları eleştirel tavır çalışmalarının temellerini oluşturmaya devam etti. Bu noktada, Wallerstein’in ana-akım bir Marksist olmadığını vurgulamamız gerekir. Örneğin, birçok Marksist düşünürün aksine Sovyetler Birliği’ne koşulsuz bir destek vermemiş ve Moskova ile Pekin’in temsil ettikleri devletçi totaliter Marksist-Leninist/Stalinist/Maoist paradigmanın yerine daha özgürlükçü ve ılımlı bir anti-kapitalist yaklaşım olan Neo-Marksizm’e[2] yakın durmuştur. Ayrıca fikirlerinin temel kaynağı Karl Marx’ın çalışmaları olduğu kadar Marksist olmayan düşünürler Max Weber ile Fernand Braudel’in eserleri ve metotlarıdır.
Uzun akademik kariyerinin en başından itibaren savunduğu ve hem öğrencilerine, hem de meslektaşlarına ısrarla tembihlediği temel yaklaşım birçok sosyal bilim alanının (özellikle de tarih, coğrafya, iktisat, sosyoloji, felsefe, hukuk, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler) aslında birbirlerinden keskin çizgilerle ayrılamayacağıdır. Yani samimi olarak bilime katkı yapmak isteyen bir sosyal bilimci, tüm bu alanlara mümkün olduğunca vakıf olmalı ve çalışmasını bu alanlardan kümülatif olarak süzdüğü verilere dayanarak geliştirmelidir. Wallerstein’e göre, felsefe ve siyasi tarih bilmeyen iktisatçıların otorite kabul edildiği veyahut da yeterince sosyoloji okumaları yapmamış uluslararası ilişkiler uzmanlarının baş tacı edildiği bir dünya adeta bir kâbustur; böyle bir yerde toplumların girift sosyoekonomik ve siyasal sorunlarına etkili çözümler bulmak mümkün olmayacaktır.[3]
Nitekim kendisinin dört ciltlik başyapıtı olan ve 40 yıla yakın süre emek vererek ürettiği “The Modern World-System” serisinin en enteresan ve özgün yanının yukarıda kısaca özetlediğimiz metodolojiyi kullanması olduğu savunulabilir. Bu zorlu ve aşırı yoğun emek gerektiren araştırma metodolojisi günümüzün sosyal bilim alanlarının en küçük detaylar/konular üzerinde “aşırı uzmanlaşmış” ve birbirleriyle pek de diyaloğu kalmamış sosyal bilimcilerince pek de benimsenmeyen bir tutumdur. Son 50 yılda ekonomik kalkınmanın belirli oranda dünyanın Batı-dışı birçok bölgesine yayılmasıyla üniversite ve araştırma merkezlerinin sayısında tarihte görülmemiş bir patlama yaşanmıştır ve bu durum beraberinde yüksek lisans ve doktora tezlerinin öğrenci sayısı arttıkça giderek daha da spesifikleşmesi gibi bir sonuç doğurmuştur. Buna karşın, son yıllarda alternatif bir akım yani çok-disiplinli araştırma projeleri de popülerleşmeye başlamış ve hatta Anglosakson dünyanın çeşitli saygın üniversitelerinde birden çok sosyal bilim dalını aynı anda öğretmeye dayalı yeni lisans ve doktora programları belirmeye başlamıştır. Örneğin Britanya’da kısaca “PPE” olarak bilinen “Politics” (siyaset), “Philosophy” (felsefe) ve “Economics” (iktisat) alanlarını birlikte öğretmeyi amaçlayan kapsamlı dört yıllık lisans programı bunların başında gelir. Hatta hukuk, toplumsal tarih ve sosyoloji öğretiminin de hâlihazırda yoğun olan programa eklenerek yedi yıllık dört başı mamur bir bütünleşik lisans-yüksek lisans programı üretilmesi halen birçok Britanya üniversitesinde (örneğin University of Oxford, Durham University, SOAS University of London, University of Warwick, University of East Anglia) tartışılmaktadır. İçinde bulunduğumuz erken 21. yüzyılda sosyal bilim çalışmalarında hangi metodun hâkim olacağı tartışması belki de uzun yıllar sürecektir; fakat çok-disiplinli projeleri savunan araştırmacıların en büyük ilham kaynaklarından birisi mutlaka Wallerstein’in kıymetli “makro dünya tarihi” çalışmaları olacaktır.
Sosyal bilimlerin çeşitli dallarına hitap eden otuzdan fazla kitap ve çok sayıda makale üretmiş bir düşünür, onun çalışmalarını yakından takip eden her araştırmacı için eminim ki farklı öznel anlamlar ifade ediyordur. Kimisi yeni özgün teorilerinin temelini onun eleştirisi üzerine kurmuştur, kimisi ise onun fikirlerini test etmek için tezler üretmiştir. İçine benim de dâhil olduğum bir grup araştırmacı için yani özellikle küreselleşme, dünya ekonomisi, kalkınmanın ekonomi politiği, modernleşme ve benzeri konular çalışanlar için Wallerstein’in bahsinin geçmediği bir tartışma üretmek oldukça güçtür. Peki, Wallerstein’in sosyal bilimler literatürüne kazandırdığı ve kendi başyapıtları olmak üzere birçok çalışmaya temel oluşturan Dünya Sistemi Teorisi tam olarak nedir? 1970’lerin başında günümüzden çok daha farklı bir dünyada üretilmiş olan bu kapsamlı teorik çerçeve – bir tür “uluslararası ilişkileri anlama rehberi” – hala çağımıza yanıt verebilir ve erken 21. yüzyıl dünyasını anlamamıza[4] yardımcı olacak fikirler sunabilir mi?
Wallerstein’in Dünya Sistemi Teorisi hem Avrupa-merkezci liberal modernleşme teorisinden, hem de kendi ekolünü geliştirmeden önceki yıllarda mensubu olduğu Bağımlılık Teorisinden ayrışır. Modernlik kavramı, mutlaka insanlığın ilerlemesini sağlayan yani olumlu değerler sunan bir olgu değildir. Modern kapitalist düzen ortalama insan ömrünün uzaması ve bebek ölüm oranlarının düşmesi gibi olumlu gelişmeler yarattığı kadar, insan emeğinin küresel çapta sömürüsü, gelir adaletsizliğinin kalıcı hale gelmesi ve tüm insanlığı tehdit eden çevresel felaketler yaratılmasına da yol açmıştır. İnsanlığın bu yeni “modern dünyada” ne kadar mutlu olduğu ise hem ölçülmesi zor hem de tamamen tartışmaya açık bir mevzudur. Küresel sistemin işleyişi esas olarak “merkez” (core) ülkeler olarak adlandırılan sermaye ve teknoloji sahibi – çoğunlukla da Britanya ve Fransa gibi eski sömürgeci küresel Batı imparatorlukları – büyük güçlerin kontrolündedir. Bunların yanı sıra sistemde iki tür ülke daha vardır: 1) Sistem tarafından hammadde ve ucuz işgücü kaynağı olarak tamamen talan edilen “çevre” (periphery) ülkeleri (örneğin Sahra-Altı Afrikası, Güney Asya ve Güney Amerika ülkelerinin ekseriyeti). 2) Hem coğrafi olarak, hem de teknolojik kalkınma seviyesi bağlamında “merkez” ile “çevre” arasında konuşlanan ve sistemdeki rolleri çoğunlukla ikisi arasındaki lojistik bağlantıyı sağlamak olan “yarı-çevre” (semi-periphery) ülkeler yani gelişmekte olan ülkeler diye tabir ettiğimiz içine Türkiye’nin de dâhil olduğu büyük grup. Bunlar sistem içerisinde ne merkez kadar kalkınmış ve etkindir, ne de çevre kadar az-gelişmiş ve mutlak sömürüye açık konumdadır. Merkez güçler tarafından sömürülürken kendileri de çevre ülkeleri üzerine bir ölçüde hâkimiyet kurabilirler. Küresel sistem içerisindeki işlevleri çoğunlukla hammadde akışına aracılık etmek olduğu kadar (örneğin bir çevre ülkesi olan Irak petrolünün Türkiye’den geçen boru hatları aracılığıyla merkez Avrupa ülkelerine aktarılması), aynı zamanda merkez ülkelerine yatırım üsleri olmaları ve bunun yanı sıra merkez ülkelerine beyin göçü aracılığıyla kaliteli işgücü sağlamaktır. Wallerstein’in 1970’li yılların başında üretmiş olduğu bu genel şablonun erken 21. yüzyıl uluslararası ilişkilerindeki güç dengelerini anlamamız için halen geçerli olmadığını ve başarılı bir anahtar sunmadığı savunmak oldukça iddialı bir fikir olacaktır.
Genellikle Uluslararası İlişkiler bölümlerinin lisans derslerinde öğrencilere bu yukarıda çok kısaca sunduğumuz özet verilir, fakat bu üçlü küresel güç piramidi Wallerstein’in Dünya Sistemi Teorisi’nin kalbinde yatan incelikleri açıklamaya yetmez. Örneğin Wallerstein’i çağdaşı diğer anti-kapitalist düşünürlerden çok daha özgün ve günümüz için halen geçerli kılan bir nokta, onun bu güç piramidinin yalnızca ülkelerarası ilişkilere değil, ülke içi analizler için de kullanabileceğini savunmasıdır. Eğer Uluslararası İlişkileri merkez gücü ABD, yarı-çevre Türkiye ve az-gelişmiş çevre ülkesi Suriye veyahut Irak arasındaki bir mücadele olarak değerlendiriyorsak; aynı mücadele ve sömürü ağı aslında ABD’nin kendi içindeki zengin teknolojik merkez California eyaleti, yarı-çevre Ohio ve görece geri kalmış Alabama arasında da görülebilir. Keza şehirlerimizin ilçeleri ve mahalleri de aslında böyle organize olmamışlar mıdır? Aslında İstanbul’da da Kadıköy, Beşiktaş ve Şişli’nin merkez; Ümraniye, Kartal ve Zeytinburnu’nun yarı-çevre; Bağcılar, Esenler ve Sultanbeyli’nin çevre rolleri oynadığını iddia eden bir çalışma yapılamaz mı? Ülkeler arası güç hiyerarşilerinin ülke içindeki sınıflar, bölgeler ve toplumsal kesimler arasında da mevcut olduğu çok açıktır. 21. yüzyılda halen can yakan bir gelir adaletsizliğinin hem ülkeler arasında hem de ülkelerin içindeki sınıflar/bölgeler arasında hüküm sürdüğü bir dönemde yaşıyoruz. Dünya Sistemi Teorisi’nin 1970’leri olduğu kadar bugünü de açıklayacak çok fikri var…
Doktora yıllarımdan beri Japonya, Türkiye, Çin, Mısır, Tunus, İran ve benzeri Batı-dışı ülkelerde modernleşme konusu üzerine kafa yorduğum için beni Wallerstein’in çalışmalarında cezbeden önemli bir özellik de, Dünya Sistemi Teorisi’nin kendi Neo-Marksist akranı bağımlılık teorisi benzeri yaklaşımlara göre çok daha esnek olmasıdır. Bağımlılık Teorisi merkez ile çevre ülkeler arasındaki sömürü ilişkilerinin bir kere yerleştikten sonra bir daha düzeltilmesinin mümkün olmadığını iddia ederken, Wallerstein konuya çok daha incelikli yaklaşmaktadır. Eğer bir kez geri kalan veya çevre konumuna düşen bir halk/ülke/bölge/sınıf hep aynı statüye mahkûmsa; Japonya, Hong Kong, Singapur, Güney Kore gibi bir zamanların en geri kalmış ülkelerinin yıllar içinde dünyamızın en kalkınmış teknoloji devleri ve ortalama hayat standartları çok yüksek merkez toplumları olmalarını nasıl açıklayabiliriz? Bu soruyu ben değil, Wallerstein’in kendisi 1980’lerin başlarında “Asya Kaplanları” yükselmeye başladıktan sonra dile getirmiştir.
Diğer anti-kapitalist/Neo-Marksist düşünürler “bozuk” küresel kapitalist sistemin ancak (büyük ihtimalle de silahlı, bol kanlı ve sarsıcı) bir toplumsal devrimle düzeltilebileceğini söylerken, Wallerstein bazı toplumların çeşitli sistematik kalkınma stratejileri izleyerek içinde bulundukları zor şartları ciddi ölçüde düzeltebileceğini ve hatta halklarının ekseriyetine refah sağlayan düzenler oluşturabileceklerini kabul etmiştir. Bu bağlamda, onun fikirleri, çağdaşı anti-kapitalistlere göre çok daha gerçekçidir ve ampirik veriye dayalıdır. Wallerstein, toplumsal/siyasal/ekonomik sistemlerimizin bireylerin hayatlarını karartan kaotik devrimler geçirmeye gerek olmadan da etkin reformlarla iyileştirebileceğine inanan, Batı-dışı dünyada kalıcı kalkınmanın nasıl mümkün olacağına dair faydalı reçeteler sunan, özünde iyimser ve insanlığa hizmet etmeyi amaçlamış bir düşünürdür.
Tüm bilim insanları gibi Wallerstein’in fikirleri de uzun akademik kariyeri boyunca yoğun eleştiriler almış ve çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Bu, yadırganması değil, teşvik edilmesi gereken bir olgudur. Hem doğa bilimleri, hem de sosyal bilimler ancak birbirleriyle diyaloğa giren araştırmacıların ürettiği fikirlerle gelişir. Bu bağlamda, ilgili okuyucunun hem Wallerstein’in çalışmalarını, hem de aldığı eleştirileri değerlendirerek konuya dair kendi görüşünü oluşturacağına inanıyorum. Akademik hayat maalesef Wallerstein artık aramızda olmadığı için biraz daha az parlak olacaktır; fakat entelektüel mirası yetiştirdiği ve ilham kaynağı olduğu yüzlerce öğrenciyle binlerce bilimsel çalışmada yaşayacak, dünyanın dört bir yanındaki amfilerde fikirleri yeni kuşaklara aktarılarak mutlaka yaşatılacaktır…
Oğuzhan GÖKSEL
[1] Wallerstein’in ortaya atmış olduğu Dünya Sistemi Teorisi’ne özellikle lisans ve yüksek lisans öğrencilerini düşünerek kaleme almış olduğu öz bir giriş kitabı için bakınız; Immanuel Wallerstein (2004) World-Systems Analysis: An Introduction (Durham: Duke University). Fakat teoriyi tam olarak kavramak isteyenlerin söz konusu çalışmayla yetinmemeleri ve teorinin kapsamlı bir dünya tarihi okumasıyla bütünleşmiş bir şekilde işlendiği dört ciltlik asıl başyapıtları incelemeleri gereklidir: Wallerstein (1974) The Modern World-System I: Capitalist Agriculture and the Origins of the European World-Economy in the Sixteenth Century (Academic Press); Wallerstein (1980) The Modern World-System II: Mercantilism and the Consolidation of the European World-Economy 1600-1750 (Academic Press); Wallerstein (1989) The Modern World-System III: The Second Era of Great Expansion of the Capitalist World-Economy 1730-1840s (Academic Press); Wallerstein (2011) The Modern World-System IV: Centrist Liberalism Triumphant, 1789-1914 (Berkeley: University of California Press).
[2] Bu bağlamda Wallerstein, katı bir şekilde Sovyetçi olmayan diğer Batı Avrupalı ve Amerikalı anti-kapitalist düşünürlerle (Antonio Gramsci, Max Horkheimer, Jürgen Habermas vb.) benzeşmektedir.
[3] Söz konusu argümanın detayları için yukarıda bahsettiğimiz World-Systems Analysis (2004) çalışmasının giriş ve sonuç bölümlerindeki tartışmaya bakılabilir.
[4] Dünya Sistemi Teorisi’nin günümüze uygulanabilirliğini detaylı olarak tartışan bir eser için bakınız; Immanuel Wallerstein, Carlos Aguirre Rojas, Charles C. Lemert (2014) Uncertain Worlds: World-Systems Analysis in Changing Times (London and New York: Routledge).