İsrail-Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) arasındaki uzlaşma, 13 Ağustos 2020 gündemine damgasını vurdu. (https://www.hurriyet.com.tr/dunya/son-dakika-haberi-donald-trumptan-israil-bae-aciklamasi-anlasma-imzalandi-41586715) Bu konuyu farklı boyutlarıyla ele almak mümkündür. Zira İsrail ve yakın Ortadoğu tarihi açısından bakıldığında; Mısır ve Ürdün’den sonra 3. Arap ülkesinin İsrail’i tanıması, önemli bir dönüm noktası olarak dünya tarihine kaydedildi.
Bu olayı düşününce, aklımıza ister istemez 1978’deki Camp David Barışı geliyor. O dönemde, Nasır’ın halefi olan Enver Sedat, Nasır’ın 1967 “6 Gün Savaşı”daki yenilgisinin ardından, 1973 Yom Kippur Savaşı’nda, bu sefer kendi liderliğindeki Mısır İsrail’e karşı ağır prestij kaybına neden olacak bir mağlubiyet alınca, SSCB yörüngesinden ayrılıp, hem İsrail, hem de ABD ile barışın yollarını aramaya başladı. İsrail ise, her ne kadar nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan laik Türkiye Cumhuriyeti İsrail’i bu anlamıyla tanıyan ilk ve tek ülke olsa da, Arap dünyasının ortasındaki “yalnızlığını” aşmaya çalışıyordu. Bu uzlaşmanın mimarı ABD Başkanı Jimmy Carter oldu. Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ve İsrail Başbakanı Menahem Begin, ABD’deki Camp David çiftliğinde, Carter’ın öncülüğünde, tarihi uzlaşmaya imza attılar. Mısır açısından öncelik, İsrail’e kaptırdığı Sina yarımadasını geri almaktı. Bunun karşılığında, Mısır, İsrail’i tanıyan ilk Arap ülkesi oldu. Elbette İsrail siyasal marjinal fayda açısından avantajlı ülke oldu. Sedat, bu imzanın bedelini, 1980’lerin başında köktendinci terörün suikastinde, canıyla ödedi. Mısır, İsrail’le ekonomik ve diplomatik ilişkilerini, kültürel ve insani boyut katmadan, dünya siyasi vizyonuna çok muhatap olmadan yürüttü. Buna bir nevi “Soğuk Barış” denildi. Sedat sonrası Mübarek de bu çizgiyi sürdürdü.
Mısır’ın İsrail’i tanımasından 16 yıl sonra, bu kez Ürdün, 1994’te bir başka hamleyle sıraya girdi ve İsrail’i tanıyan ikinci Arap ülkesi olarak dünya tarihine geçti. Özellikle Ürdün Vadisi’nin konumu, su kaynaklarının paylaşımı, Batı Şeria-Ürdün sınırında varılan mutabakatlarla, Ürdün, Mısır gibi çok fazla kültürel-insani boyutta işbirliği sergilemeden, İsrail’le diplomatik-ekonomik ilişkilerini sürdürerek, belli bir denge yakalamaya çalıştı. Ancak Mısır gibi, işgal edilen topraklarla ilgili bir kazanımı olmadı. Zira, 1967 savaşının ardından, BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararıyla, Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Golan Tepeleri “işgal edilmiş topraklar” olarak tescillenmişti. İsrail Batı Şeria’yı Ürdün’den, Gazze’yi Mısır’dan, Golan’ı Suriye’den alarak, işgal etmişti. Mısır, ne Camp David, ne de diğer müzakerelerde, Gazze’yi İsrail’den talep etmedi. Mübarek, çeşitli yorumlarında, Gazze’yi İslamcı grupların, özellikle 1987’den sonra Hamas’ın domine ettiğini vurgulayarak, kendi içine böyle bir sorunu ithal etmek istemediklerini ima ediyordu. Zaten Hamas, Mısır İhvanı’nın Gazze şubesi gibi kurulmuş, daha sonra kendi özgün yapılanmasını ilan etmişti. Ürdün de İsrail’i tanırken, Batı Şeria’yı talep etmedi. İsrail-Suriye barışının olmazsa olmaz koşullarından biri olan Golan ise, 2009’a kadar Türkiye aracılığında sürdürülen İsrail-Suriye müzakerelerinde, bir noktaya ulaşmadı. Suriye Golan’daki haklarından vazgeçmedi ama İsrail Golan’daki işgalini, kalıcı bir varlık olarak, her seferinde dünyaya ilan etmeyi tercih etti. 1980’lerde Ürdün ve Mısır, kurulacak bir Filistin devletine verilmesi karşılığında, bu topraklarla ilgili, herhangi bir istekte bulunmayacaklarını teyit ettiler.
Bugün, İsrail’i tanıyacak 3. Arap ülkesi konumundaki BAE’nin durumu, biraz önceki örneklerden daha farklıdır. Körfez sermayesinin önemli temsilcilerinden biri olan BAE, Trump’ın yürüttüğü Ortadoğu siyasetinin en önemli aparatlarından biri haline gelmiştir. Trump, Başkanlık görevini devraldıktan sonra, Ortadoğu’ya yaptığı gezide, İsrail ve Suudi Arabistan’a yer vermiş, iki ülke arasında hava alanlarını kullanma açısından, fiili bir tanıma durumu söz konusu olmuştu. Vatikan’la finalize ettiği gezilerinde, İsrail-Suudi Arabistan başlıkları, yeni politikanın ipuçları olmuştu. Daha Suudi Arabistan resmen tanımasa da, arka kapı diplomasisi, istihbari işbirliği gelişen ikili ilişkilerde, Körfez’de ilk adım BAE ile atılmıştır.
Trump, Kasım 2020’deki Başkanlık seçimlerinde vadesini doldurmadan, İsrail’le ilgili Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararı, Golan’ı İsrail toprağı olarak kabul etme kararı ve Batı Şeria’yı İsrail’in olası ilhak kararını tanıma ile birlikte, siyasalarını belli bir noktaya getirdi. Bu kararlarla birlikte, “Yüzyılın Anlaşması” başlığında, damadı Kushner’ın yürüttüğü kampanyada, 50 milyon $’lık bütçeyle, Filistin tarafını ikna etme çerçevesinde bir bakış açısı getirdi. Milyon dolarlar karşılığında, Filistin “devletsizliği” kabul edecek, İsrail’in genelinde ayrılan yüksek duvarlar, hatta Gazze-Batı Şeria arasındaki tünelle, İsrail topraklarına ayak basılmayacak bir tecritle, tanımlanmamış bir özerkliğe mahkum edilecekti. İsrail’in Netanyahu-Gantz hükümetinde de zamanlama açısından tartışmaya neden olan Batı Şeria’yı ilhak kararı ise, İsrail-BAE barışının temel manivelası oldu. İsrail, olası karardan vazgeçmeden, işgalin devam ettiği süreçte, sadece ilhakı erteleyerek, BAE tarafından tanınma olanağına kavuştu.
Tüm bu gelişmelerin arkasında, İsrail-Filistin sorununu aşan bir eksen yapılanması vardır. Coğrafi konumu zemininde, Akdeniz’den Kızıldeniz’e uzanan konumunda İsrail, Doğu Akdeniz’den Basra’ya uzanan zemininde, ABD’nin yeni oluşan ekseninin “siyasi hub”ı durumuna gelmiştir. İsrail doğalgazının piyasalara ulaştırılmasında East Med başlığında, 2020 yazında İsrail parlamentosu Knesset’te onaylanan 6 milyar $ bütçeli, Kıbrıs açıklarından Mora’ya, oradan İtalya’ya inşa edilmesi planlanan boru hattı, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de 2019 Kasım’ında Libya ile imzaladığı “deniz yetkilerinin sınırlandırılması anlaşması” ile çakışmaktadır. Davos krizinden beri sürekli ilerleyen İsrail-Yunanistan-Güney Kıbrıs Rum Kesimi (GKRK) ilişkilerinde, doğal gaz başlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) dışında, askeri, ekonomik ve diğer altyapılar da hızla derinleşmektedir. 2013’teki Sisi darbesinden sonra Mısır da bu eksene yaklaşmış, BAE-Suudi Arabistan, Arap yarımadasından, Basra’dan Doğu Akdeniz’e uzanan yapılanmada aktifleşmiştir. Trump’ın ilmek ilmek dokuduğu eksende, Türkiye, ABD müttefiki ve NATO üyesi olmasına karşın, ister istemez karşı pozisyonda yer almıştır. BAE’nin 15 Temmuz 2016 FETÖ kalkışmasındaki rolü de hatırlandığında, ortaya karmaşık bir tablo çıkmaktadır.
Trump’ın “İbrahim Anlaşması” (the Abraham Accord) diye nitelendirdiği uzlaşmaya dayanan İsrail-BAE ilişkilerini, bu “yeni normalleşme”yi sadece İsrail tarihi, Ortadoğu’nun karmaşık yapısı yüzeyinde değil, bölgedeki yeni ABD ekseni zemininde ele almak gerekmektedir. Bu eksen, Yunanistan’dan BAE’ye uzanan, yeni kalpgâh olarak ifade edilen ve Doğu Akdeniz-Basra havzasında somutlaşan bir coğrafyada belirginleşmektedir. Bu uzlaşma, diğer Arap ülkeleri, Trump’ın “Yüzyılın Anlaşması” ve Filistin’in devletsizliği parametrelerinde de kaydedilebilir. Özellikle BAE’nin ardından diğer Körfez ülkelerinde ve bilhassa bölgenin lider ülkesi Suudi Arabistan’dan benzer hamleler gelip gelmeyeceği oldukça önemli olacaktır.
Dr. Deniz TANSİ