Foreign Policy dergisi tarafından bildirilen malumata dayalı olarak dünyanın en büyük 500 bilimadamından (bilim insanından) biri olarak kabul edilen İranlı ünlü nükleer bilimci Prof. Dr. Muhsin Fahrizade’nin (Mohsen Fakhrizadeh) öldürülmesi, sadece İran için değil, özellikle Joe Biden dönemi oluşmaya başlayan yeni ABD siyasi eliti başta olmak üzere tüm Batılı hükümetler için de şok edici bir gelişme oldu. Nitekim (IISS) Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü İcra Direktörü Mark Fitzpatrick, 30 Kasım 2020 tarihli yazısında, “İranlı nükleer bilimci Muhsin Fahrizade suikastının İran’ın nükleer silah elde etmesini engellemek anlamına gelmediğini savunarak, gerçek hedef Joe Biden’ın dış politikası ve İran nükleer anlaşmasını yeniden kurma arzusuna taş koyma” diye bir yorum yapıyor.
Birçok siyasi analist, İran nükleer anlaşmasının (JCPOA) devamını savunan Joe Biden’ın Beyaz Saray’a girişinin arifesinde gerçekleşen bu olayın, yeni Başkan’ın İran ve ABD arasındaki diplomatik müzakerelere muhalif olanlar tarafından tasarlanan ve bu sürece zarar vermek için uygulanan zorluklardan biri olduğunu vurguluyor. Örneğin, Demokrat Senatör Bernie Sanders, bunu İran ile ABD arasındaki gerilimleri çözmek için bir engel olarak nitelendirerek, “Bu terör eylemi ABD’nin çıkarlarına aykırıdır” demektedir. Aynı zamanda İsveç Başbakanı da aynı görüşü vurgulamıştır. Elbette Rusya ve Çin’den Kuveyt’e, Irak ve Umman’dan Türkiye ve İsviçre’ye kadar pek çok farklı devlet bu terörist olayı kınadılar. Dünyanın farklı ülkelerinin liderleri bu olaya ciddi tepki vererek, İran’a yönelik sempati ve taziye ifadeleri kullandılar.
Bu olayın farklı boyutlardan araştırılması gerekiyor. Açık olan şu ki, bu olay, Joe Biden’in P5+1 nükleer anlaşmasına dönüşü destekleyen yaklaşımı ile ABD Başkanlık seçimini kazandığının açıklandığı bir dönemde yaşanıyor. Biden, geçtiğimiz günlerden itibaren Dışişleri Bakanı (Antony Blinken) ve diğer önemli Sekreter ve danışmanlarını seçerken, hepsi bir ağızdan Ortadoğu politikasında değişimlerin yaşanacağını ve özellikle de İran ile olan mevcut krizin çözümü yönünde adımların atılması gerektiğini ifade etmişlerdi. İşte bu yaklaşımlar sonucunda, artık ABD’de müzakerelerin yeniden başlatılması ve krizin çözümü için ciddi bir temayülün oluştuğu anlaşılıyordu. Şüphesiz, İran ile ABD arasında müzakerelerin başlaması ise, İsrail, Suudi Arabistan ve diğer Donald Trump müttefiklerinin siyasi açıdan zora girmeleri demektir.
En önemlisi, yakın zamana kadar terör örgütü olarak bilinen ve İran İslam Cumhuriyeti’nin ana düşmanı olan MEK (Mujahedin-e-Khalq/Halkın Mücahitleri Örgütü), Biden hükümeti daha güçlü hale geldikçe ciddi şekilde izole edilecektir. Bu örgüt, son yıllarda İran içinde birçok suikast ve sabotaj gerçekleştirdiği için ve ayrıca İran-Irak Savaşı sırasında Saddam’ın askeri güçleriyle birlikte İran’a saldırılar gerçekleştirdiğinden dolayı, terörist bir grup olarak sayılıyordu. Fakat birkaç yıldır, bu örgüt, İran’ın nükleer faaliyetleri veya İranlı nükleer bilimadamlarının bilgilerini gizli servislere sızdırarak, hem İran’a karşı komplolar üretmeye ve geniş çaplı bir İran karşıtı kamuoyu oluşturmaya çalışıyor, hem de İranlı bilimadamlarının kimlik ve bilgilerini İsrail gizli servisi MOSSAD gibi yerlere satıyordu. Trump döneminin başından beri bu örgütü güçlü bir şekilde destekleyen ABD hükümeti, Beyaz Saray’daki John Bolton, Rudy Giuliani, Bill Richardson, Newt Gingrich ve Robert Torchelli gibi İranlı karşıtları aracılığıyla, örgütün İran aleyhine düzenlediği kongrelere katılarak, burada para karşılığında konuşma yapıp, rejim değişimi politikasını desteklemişlerdir.
İki ülke arasındaki krizi çözmek amacıyla oluşagelen olumlu düşünce akımını durdurmak için tabii ki bazı provokatif eylemlerin gerçekleşebileceğini öngörmek yerindedir. Ancak, Fahrizade’nin hedef olarak seçilmesi dikkate değer bir konudur. İstihbarat tekniği açısından sorulması gereken soru şudur: Fahrizade neden ve ne zaman hedef alındı? Fahrizade, İsraillilerin yeni öğrendiği ve tanıdığı gizemli bir isim değildir. Fahrizade İsrail hükümeti tarafından o kadar iyi biliniyordu ki, iki İsrail Başbakanı, onu, “İran’ın nükleer programının babası ve önemli bir figür” olarak adlandırmışlardır. Eski Başbakan Ehud Olmert, daha önce Fahrizade’nin dokunulmazlığının olmadığını kamuoyuna açıklamış ve bu yönde Tahran’a gözdağı vermiştir. Mevcut Başbakan Benjamin Netanyahu ise, geçtiğimiz günlerde bir brifing sırasında açıkça Fahrizade’ye suikast yapılması gerektiğinden bahsetmiştir.
Fahrizade, belki de daha önce suikasta kurban giden tüm nükleer bilimadamları arasında en önemlisi ve bilimsel açıdan en ileri seviyede olanıydı. Bu nedenle, onun yokluğu İran’ın nükleer programına her zamankinden daha büyük bir darbe indirdi. Hatta İran nükleer programının yanı sıra, Fahrizade, tıbbi ekipman alanında da üretken ve önemli bir bilim insanıydı. Öyle ki, uğradığı suikast sonrasında onun İran’ın ilk Covid-19 teşhis kitini üreten kişi olduğu açıklandı. Elbette, bu tür kanıtlara ve tehlikelere rağmen, Fahrizade’nin canını koruma yönündeki ihmali değerlendirilebilir. Nitekim 2010 yılından bugüne kadar İran’da tam 5 farklı nükleer fizik çalışan bilimadamı, araba bombalamaları veya mermiyla yapılan suikastlar sonucunda öldürülmüştür. Dolayısıyla, bunca terör olayından sonra, Tahran rejiminin, Fahrizade ve benzerlerinin güvenliğini sağlayacak ciddi bir mekanizma oluşturması gerekirdi. Bu olaydaki suikast teşebbüsünün türü son derece tasarlanmış ve öngörülemez olsa da, Fahrizade’ye en üst düzeyde koruma sağlanmasına yönelik bir ihtiyaç vardı. Anlaşıldığı kadarıyla, bu ihtiyaç İran hükümeti ve devleti tarafından layıkıyla yerine getirilemedi. Korumaların sayısının artırılması veya yakın gözetim çok etkili olmasa da, bu tür kişilerin hareketleri için günlük planlama ve güçlü güvenlik önlemlerin alınması kaçınılmazdır. Çünkü teröristler ve yabancı istihbarat servisleri, operasyonlarını pusu ve ani tuzak ilkesine göre yürütürler.
Son aylarda yaşanan Natanz’daki sabotaj, İsrail ajanları tarafından İran nükleer belgelerinin çalınması ve nükleer bilim adamlarının öldürülmesi gibi olayları incelediğimizde şu görüşe de varıyoruz ki, bunların İsrail’in İran’da içeriye sızılmış aparatları olmadan gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Fahrizade suikastı, casusların İran’a kolayca girebildiğini veya son yıllarda çok etkin olduklarını gösteriyor. Bu suikast, zaman ve siyasi açısından da önemlidir. Amerikan tarihindeki en radikal ve İsrail yanlısı Başkanı olan Trump’ın yenilgisi nedeniyle, Ortadoğu’daki iki başkent son derece tedirgindir: Tel Aviv (İsrail) ve Riyad (Suudi Arabistan).
Trump’ın seçim yenilgisinden sonraki haftalarda, birçok analist, Biden iktidara gelmeden önce bazı krizlerin yaratılması yönünde eylemlerin gerçekleştirilmesini savundu. Bu eylemlerin hepsi, Biden’ın karşısına engellerin yaratılması amacıyladır. Hatta bazıları, ABD tarafından B-52 bombardıman uçaklarının Ortadoğu’ya konuşlandırılması nedeniyle, Trump’ın kalan Başkanlık günlerinde İran’a bir askeri saldırı olasılığı olduğunu bile iddia etti. Başbakan Netanyahu’nun Suudi Arabistan’ın Neom kentinde Mike Pompeo’nun huzurunda Suudi Prens Muhammed bin Salman ile yaptığı gizli görüşme ise -ki bu daha çok İsrail-Suudi Arabistan normalleşmesi için gerçekleştirilmiş olabilir-, buna dayanak olarak gösterildi.
Yeni dönemde, İsrail ve bazı Körfez Arap devletlerindeki radikal grupların endişesi, İran’ın siyasi izolasyondan çıkabilmesi veya bu ülkeye yönelik olarak uygulanan ekonomik yaptırımların kaldırılmasıdır. Zira bu şekilde, İran’ın bölgesel olarak yeniden güçlenmesi ve bu ülkelerin çıkarlarına çomak sokmasından endişe edilmektedir. İran’la nükleer müzakerelere dönmeyi ve anlaşmayı yenilemeyi savunan Joe Biden’ın politikaları da işte bu sebeple onları derinden tedirgin ediyor. Bu nedenle, Joe Biden Ocak 2021’de göreve gelmeden önce, İran ile ABD arasındaki gerginliği o kadar artırmaya çalışıyorlar ki, İran ile ABD arasında bir daha göreceli bir iyileşme ihtimali bile olmasın. Hatta bu suikastla birlikte, aslına bakılırsa, İran’ı misilleme yapmaya veya intikam almaya zorlamak için cüretkâr bir girişimde bulunuluyor ki, bu, Biden yönetimi bu tuzağa düşerse gerçekten de etkili olabilir ve İran nükleer anlaşmasının yenilenmesini geciktirebilir/zorlaştırabilir.
İran’ın zayıflığı sayesinde kendi hayatlarını ve menfaatlerini garanti altında olduğunu bilen İsrail-Suudi Arabistan-ABD içindeki İran muhalifleri üçlüsü, bence bu terör olayının arkasındadır. Durum ve istihbarat verilerinin değerlendirilmesi sonucunda ve makro analize dayalı olarak, suçlu olarak bu üçlü öngörülmektedir. Bu üçgenin mantığı ise şöyleydi: (1) İran çok sert tepki verecek; bu durumda İran’ı çatışma aşamasına getirip P5+1 anlaşmasının yeniden başlaması ve yaptırımların kaldırılması ihtimali marjinalleştirilecek, (2) İran bu tanımlanmış oyuna girmeyecek, bu durumda da nükleer programındaki en önemli unsuru kaybetmiş olacak. Yani bu olayın bir istihbarat servisi planlaması sonucunda gerçekleştiği, iki seçeneğin de İran karşıtlarının lehine olmasından anlaşılabilir.
Ayrıca Fahrizade suikastını konuşurken, İran’ın son bir yıl içerisinde en önemli iki stratejik ismini (biri askeri, biri bilimsel) kaybettiği unutulmamalıdır. 2020 yılı başında öldürülen General Kasım Süleymani ve 2020 yılı sonlarında öldürülen Muhsin Fahrizade’nin suikastları, bu nedenle kesinlikle cevapsız kalmayacaktır. Zira bu suikastlar, İran devleti için artık bir prestij meselesine dönüşmüştür. Nitekim Süleymani olayı nasıl İran halkını zor günlerde birbirlerine kenetlediyse, işte Fahrizade olayı da aynen bu şekilde İran halkını tek sırada birleştirmiş ve rejimi güçlendirmiştir. Bu nedenle, bizce bu olayın şiddetli bir şekilde intikam alınacaktır ve bu intikam kesinlikle stratejik olacaktır.
Prof. Dr. Ghadir Golkarian