Giriş
Ekonomik olarak yükselmesini sürdüren ve yakın gelecekte ABD’nin yerine geçerek dünyanın en büyük ekonomisi olması beklenen Çin Halk Cumhuriyeti’nin (kısaca Çin) bu muazzam ekonomik gücünü kısa süre içerisinde siyasal güce dönüştüreceği konusunda yapılan öngörüler hiç de haksız çıkmamışa benziyor. Öyle ki, geçtiğimiz gün, Pekin’in arabuluculuğunda, Ortadoğu’da son yıllarda birbirlerine hasım politikalar izleyen iki etkili devlet olan Suudi Arabistan ile İran İslam Cumhuriyeti (kısaca İran) bir araya gelerek, diplomatik ilişkilerini yeniden başlatma kararı aldılar. Çin’in diplomatik başarı hanesine yazılan bu hamle, kuşkusuz, özellikle Ortadoğu özelinde, “Pax Americana’nın yerini Pax Sinica mı alıyor?” sorusunu da gündeme getirdi. Bu yazıda, Çin arabuluculuğunda sağlanan İran-Suudi Arabistan uzlaşısının temel dinamiklerini inceleyerek, Çin’in bu süreçten nasıl kazançlı çıkabileceğini değerlendirecek ve ABD politikalarının neden başarısız olduğu konusunu irdeleyeceğim.
Çin Arabulucuğunda Suud-İran Uzlaşısı
10 Mart 2023 tarihinde Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin (Vang Yi), Suudi Arabistan ulusal güvenlik danışmanı Musaad bin Mohammed Al Aiban ile İran Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi Sekreteri Ali Shamkhani’nin arasına geçerek Pekin’de verdiği pozla duyurulan Çin arabuluculuğundaki Suud-İran uzlaşısı, hiç şüphesiz, Ortadoğu’daki siyasal-diplomatik ve jeopolitik dengeleri değiştirecek kritik bir hamle oldu. Bu uzlaşı sonucunda, yaklaşık 7 yıldır karşılıklı olarak diplomatik ilişkileri kesen iki köklü İslam devleti, iki ay içinde elçilik ve misyonlarını yeniden açacaklarını ve 20 yıldan uzun bir süre önce imzalanan güvenlik ve ekonomik işbirliği anlaşmalarını uygulayacaklarını duyurdular. 2016 yılında İranlı protestocuların -Riyad yönetiminin Şii din alimi Şeyh Nemr Bakır en-Nemr’i terör suçlamasıyla idam etmesini protesto etmek için- başkent Tahran’daki Suudi Arabistan Büyükelçiliği’ne saldırmasıyla kopma noktasına gelen ve 2019 yılında Husilerin yaptığı Saudi Aramco tesisine yönelik saldırıyla iyice gerilen ikili ilişkiler, böylelikle, Çin’in üstün gayretleri sayesinde yeniden kurulmuş oldu.
Kuşkusuz, Ortadoğu’da mezhepsel fanatizm ve buna dayalı çatışma, kaos ve terör ortamı yerine ekonomik ve diplomatik ilişkilerin gelişmesini destekleyen çevreler için, bu gelişme, olumlu bir süreç olarak dikkat çekmektedir. Zira bölgede daha fazla silahlanmayı öngören ve güvenlik politikalarını destekleyen mezhepçi/dinci yaklaşım, ne yazık ki hiçbir bölgesel barış planı ortaya koyamadığı gibi, bu iki ülke başta olmak üzere tüm bölgeyi de giderek bir çatışma noktasına sürüklemekteydi. Oysa tek partili otoriter bir sistemi olan ve Çin Komünist Partisi (ÇKP) tarafından yönetilen Çin, Ortadoğu’ya temelde bir silah pazarı olarak bakan ABD ve diğer Batılı devletlerden farklı olarak, bölgeye ekonomik menfaatler ve enerji ihtiyacını karşılamak temelinde yaklaştığı için, bu gelişme mümkün olabilmiştir. Bu anlaşmanın Birleşik Krallık Başbakanı Rishi Sunak’ın “Çin’in dünya düzenine meydan okuduğu” yönündeki söylemiyle eşzamanlı olarak gerçekleşmesi ise, kaderin garip bir cilvesi olsa gerek.
Çin’in Anlaşmadan Menfaatleri ve Pax Sinica’nın Ayak Sesleri
Peki, Çin’in bu anlaşmadan menfaatleri neler olabilecektir? Öncelikle, Çin’in 2020-2021 verileri baz alındığında, en büyük ham petrol tedarikçisinin -ki Rusya’nın bile önündedir- Suudi Arabistan olduğunu hatırlatmak gerekmektedir. Bir diğer önemli husus ise, 2020 yılında Pekin ile Tahran’ın 25 yıllık kapsamlı bir iş birliği anlaşması imzalamış olmaları ve anlaşmaya göre, istihbaratı da içeren şekilde birçok konuda koordineli hareket etme kararı almalarıdır. Her iki ülkenin ihracatı açısından da, Çin, çok önemli bir aktördür. Nitekim Dünya Bankası verilerine göre, hem İran, hem de Suudi Arabistan‘ın en büyük ticaret ortağı -bazı kaynaklarda Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) az farkla daha öndedir– Pekin’dir. Genel tabloya bakıldığında da, Çin’in, günümüzde artık 200’e yakın ülkeden 120 tanesinin birinci ticaret ortağı olması, nasıl Pekin merkezli bir dünya düzeninde yaşadığımızı anlamak için somut bir veridir.
Çin, bu anlaşmayla sadece iki ülkenin karşılıklı ilişkilerini değil, bölgesel barış ve istikrarı da pozitif yönde etkilemeyi ummaktadır. Zira Suudi Arabistan ve İran eksenli olarak hız kazanan İslam dünyasındaki tarihsel Sünni-Şii rekabeti, yalnızca bu iki ülke özelinde değil, Yemen, Lübnan, Irak ve Suriye gibi bölgedeki birçok devleti olumsuz etkiler durumdadır. Bu yönüyle, Çin’in, Ortadoğu’ya mezhepçi fanatizm yerine Avrupa’daki Katolik-Protestan rekabetini sona erdiren Reform süreci ve sonrasındaki gelişmelere benzeyen bir laikleşme mantığıyla yaklaştığı bile iddia edilebilir. Bu yaklaşımın da, bölgeye dini fanatizm, seküler ya da dini otoriter rejimler ve petrole ve enerji kaynaklarına dayalı verimsiz bir ekonomi modeli öneren Washington eksenli politikalardan daha iyi geleceği söylenebilir. Nitekim bu gelişmeyle birlikte, ABD’nin bölgede bir tür “Ortadoğu NATO’su” kurma girişimleri de ciddi anlamda sekteye uğramış olacak ve bu da Pekin’in jeopolitik çıkarlarına uygun düşecektir. Bugüne kadar diplomaside büyük başarıları olmayan Çin de, bu şekilde artık diplomasisiyle de önemli bir küresel aktör olduğunu herkese göstermiştir. Çin, bu başarısını ilerleterek, ilerleyen aylarda İran nükleer programı konusunda da bölge ülkeleriyle (Suudi Arabistan, Türkiye, Mısır vs.) bir uzlaşı sağlayabilirse, artık küresel güvenliğe yaptığı katkılar nedeniyle çok çok önemli bir konuma gelecek ve Batı’da son dönemde artan eleştirileri uluslararası platformlarda kolaylıkla savuşturabilecektir.
Bu noktada, “Pax Sinica” kavramını gündeme getirmek yerinde olabilir. Pax Sinica veya “Çin Barışı“, MÖ 206-MS 1644 döneminde Han Hanedanı, Tang Hanedanı, Yuan Hanedanı, Ming Hanedanı ve erken dönem Çing Hanedanı yönetimindeki Çin’in Doğu Asya’daki siyasi ve ekonomik dengeleri yönlendirerek oluşturduğu istikrar dönemi için kullanılan bir ifadedir. Günümüzde, Çin’in artan ekonomik ve siyasi gücüne paralel olarak Pekin’in yeniden böyle bir bölgesel ve küresel istikrar düzeni kurmasına yönelik olarak da bu ifade kullanılmaya başlanır olmuştur. Nitekim Şi Cinping’in Devlet Başkanı olması ve ipleri eline almasının ardından Kuşak Yol İnisiyatifi ile küresel ticareti hızlandırmayı amaçlayan Pekin, uluslararası çatışmalara ve siyasal sorunlara ekonomik menfaat temelinde ve uluslararası hukuk perspektifinden yaklaşarak da genelde takdir toplamaktadır. Ancak Çin’in zayıf karnı, kuşkusuz, Rusya-Ukrayna Savaşı ve Kuzey Kore gibi konularda uluslararası hukuk ve ekonomik menfaatleri öteleyerek hareket edebilmesi ve müttefiklerine her daim arka çıkmaya gayret etmesidir.
ABD’nin Tepkisi
Anlaşmaya Washington’ın verdiği gönülsüz destek ise, hegemon devletin kötü giden politikalarından duyduğu rahatsızlığı yansıtan bir durumdur. Anlaşmanın ABD’nin Ortadoğu’daki nüfuzu ve öncü konumuna zarar vermesinden endişe eden Washington, Çin’in ekonomik ve siyasal yükselişinden de son yıllarda açıkça kaygılanmaktadır. Örneğin, ABD merkezli düşünce kuruluşu Atlantik Konseyi’ne (Atlantic Council) görüş yazısı kaleme alan ABD’nin eski istihbarat görevlisi Jonathan Panikoff, Çin’in bu tarz hamlelerinin Amerikan yönetimi için bir uyarı olması gerektiğini savunmaktadır. Washington merkezli bir diğer önemli düşünce kuruluşu Ortadoğu Enstitüsü’nden (Middle East Institute) Alex Vatanka ise, bu anlaşma ve artan ekonomik gücüne rağmen Pekin’in Ortadoğu’da siyasi-diplomatik düzeyde elini güçlendireceğine ihtimal vermemektedir.
ABD, Barack Obama, Donald Trump ve Joe Biden döneminde takip ettiği hatalı politikalar neticesinde, Ortadoğu’da müttefiklerini birbiri ardına kaybeden bir devlet haline gelmiştir. Öyle ki, Obama döneminde JCPOA (İran nükleer anlaşması) ile İran’la bir yakınlaşma kapısı aralayan Washington, Trump döneminde anlaşmadan geri çekilerek bu fırsatı tepmiştir. Biden döneminde ise, ABD, Suudi Arabistan rejimine yönelik tehditkâr söylemleriyle (Riyad’ı parya devlete dönüştürmek), Körfez monarşisiyle olan bağlarını da zayıflatmış ve kendisine duyulan güveni sarsmıştır. Böylelikle, ABD, aynı anda hem İran, hem de Suudi Arabistan’la ilişkilerini bozabilmek gibi üstün bir diplomatik başarıya imza atmıştır.
ABD, hegemon vasfını kaybetmeye başlayan bir süper güç olarak, ekonomik olarak Çin’le rekabetten kaçındığı için, özellikle Ortadoğu’da güvenlik politikalarına ağırlık vermektedir. Bu politika, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması sayesinde ciddi ve somut bir gerekçe de kazanmış ve özellikle Avro-Atlantik blokunda Biden döneminde yeniden bir toparlanma sağlanmıştır. Ancak Çin’in Tayvan başta olmak üzere birçok konuda şimdiye kadar agresif politikalardan uzak durması neticesinde, Washington’ın Rusya’ya yaptığını Çin’e de yapma girişimleri şimdiye kadar başarıya ulaşamamıştır. Bu anlamda, Çin’in pasifist ve kendisini koruma amaçlı olarak silahlanan bir devlet görüntüsü vermeye devam etmesi, bence Pekin’in diplomatik ve ekonomik başarılarını perçinleyecektir. Zira ABD’nin Çin’e karşı adeta bir Don Kişot savaşı verdiği ortaya çıkarsa, bölge ülkelerinin Pekin’e yönelimi daha da hızlanacaktır. Ayrıca, Rusya’dan farklı olarak 120 ülkenin en büyük dış ticaret ortağı olan Çin’e yönelik olası ekonomik ve siyasi yaptırımların uygulanması da, Moskova’ya yönelik yaptırımlar kadar kabul görmeyebilir ve başarılı olmayabilir.
Pax Sinica vs. Pax Americana
Peki, Pax Sinica, ilerleyen yıllarda Pax Americana’nın yerini alabilir mi? Diğer bir ifadeyle, Çin, küresel liderliği ABD’den alarak yeni süper güç olabilir mi? Kuşkusuz, bu milyon dolarlık soruya yanıt vermek henüz kolay ve hatta mümkün değil. Zira herşeye rağmen, ABD, demokrasi, özgürlükler, insan hakları, piyasa çeşitliliği ve yumuşak gücüyle tek partili otoriter bir yönetimi ve kendisine özgü bir kültürü/medeniyeti olan Çin’le kıyaslanamayacak kadar güçlü durumda. Ancak hiç şüphesiz ki, ABD ve Batılı demokrasilerin son yıllarda giderek daha çatışmacı ve militarizm eksenli politikalar yürütmeleri, onların karşısında ticaret ve artan karşılıklı bağımlılığı savunan Çin’in yükselişine neden olmaktadır. Zira tarihsel deneyim göstermektedir ki, ülkeler ve toplumlar arasında kurulan yoğun ekonomik ilişkiler, zamanla siyasi sorunların da çözümlenmesine ya da en azından çatışmacı bir hale dönüşmemesine yardımcı olmaktadır.
Bu bağlamda, Çin ve Rusya gibi demokratik olmayan rejimlere karşı askeri üstünlüğünü korumak istemesi bence son derece anlaşılır olan Washington’ın, uluslararası siyasi krizleri ve meseleleri ülkeler arasında artan ekonomik bağımlılık, uluslararası hukuk normları ile mevcut Birleşmiş Milletler (BM) düzeni ve çatışmasız yöntemlerle çözmeye çalışması, bence ABD’nin yeni dönemde küresel liderliğini destekleyecek bir tutum olacaktır. Bu kurallara cepheden meydan okuyan Rusya gibi ülkelerle mücadele edilecekse de, Washington, mutlaka bu ülkelerle yoğun ilişkileri olan devletlere alternatif politikalar önermelidir. Örneğin, Türkiye’nin Rusya ile yakın ilişkileri konusunda, ABD, Türkiye’nin doğalgaz ihtiyacını karşılayacak uygun alternatif politikalar önerebilirse, keza Çin’e yakın devletlere karşı benzer politikalar geliştirilebilirse, Washington, küresel liderliğini daha uzun yıllar koruyabilecektir. Bu da, kuşkusuz, alışılmış demokrasi ve insan hakları normları bağlamında bizim için de daha konforlu bir seçenek olacaktır.
Sonuç
Sonuç olarak, Çin arabulucuğunda gerçekleşen Suudi Arabistan-İran uzlaşısı, Washington’ın Hint-Pasifik açılımı yaparken ihmal etmeye başladığı Ortadoğu’da Pekin’in artan gücünü ve prestijini göstermesi açısından önemlidir. Bu, bölgesel askeri rekabet ve mezhepsel çatışma öneren Batılı politikalara ve yine İsrail’in bölgesel politikalarına yönelik de bir tepkidir ve bölge ülkeleri tarafından genelde olumlu karşılanmıştır. Benim düşünceme göre, Washington, yeni dönemde yumuşak güç ve diplomasi üzerine daha iyi çalışmalı ve bu tarz diplomatik faaliyetlerini seksi orta yaşlı aktris Sofia Vergara’yı Suudi Arabistan’a göndermekten çok daha ileri bir noktaya taşıyarak, ekonomik diplomasi ve savunma diplomasisi gibi konularda daha başarılı hamleler yapmalıdır. Zira en iyi üniversitelere ve düşünce kuruluşlarına sahip olan ABD için, Ortadoğu özelinde bu gelinen nokta, kuşkusuz bir geriye gidiş ve başarısızlıktır.
Son olarak, bu noktada Washington ve Batı bloku için iyi bir başlangıç noktası ise, Filistin Sorunu ve Kıbrıs Sorunu gibi Batı eksenli dünya düzeninde on yıllardır çözülememiş siyasal-diplomatik sorunların çözümü için düğmeye basmak ve aktif politikalar geliştirerek bölge ülkeleri ve halklarının desteğini kazanmaktır. Zira yakın gelecekte, tahminim odur ki, Batı’nın durağanlığı karşısında giderek daha aktifleşen Çin, bu gibi geleneksel konularda da ekonomi odaklı yeni barış plan ve projeleri geliştirebilir.
Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ