PROF. DR. ŞEVKET PAMUK’TAN ‘TÜRKİYE’NİN 200 YILLIK İKTİSADİ TARİHİ’

upa-admin 24 Temmuz 2023 758 Okunma 0
PROF. DR. ŞEVKET PAMUK’TAN ‘TÜRKİYE’NİN 200 YILLIK İKTİSADİ TARİHİ’

Giriş

Türkiye ekonomisinin oldukça kırılgan olduğu ve zor günlerden geçtiği bu dönemde, Osmanlı ve Türkiye ekonomisinin gelişimine dair önceden yapılmış bilimsel çalışmaları incelemek bize yardımcı olabilir. Bu bağlamda, bu yazıda, Prof. Dr. Şevket Pamuk tarafından yazılan ve ilk baskısını 2014 yılında yapan Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi adlı eser incelenecektir. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanan eser, 377 sayfalık derli-toplu ve kapsamlı bir araştırmadır.

Prof. Dr. Şevket Pamuk Kimdir?

1950 İstanbul doğumlu olan Şevket Pamuk, İktisat alanında Profesör unvanına sahip önemli bir Türk akademisyendir. İktisat alanında lisans derecesini 1972 yılında Yale Üniversitesi’nden, doktora derecesini ise 1978 yılında California-Berkeley Üniversitesi’nden alan Pamuk, Türk İktisat Tarihi ve Ortadoğu İktisat Tarihi alanlarında uzmanlaşmış bir isimdir. Pamuk, uzun senelerden beri Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü Modern Türkiye Tarihi Kürsüsü öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Bilim Akademisi üyesi olan Pamuk, ünlü yazar Orhan Pamuk’un ağabeyi olmasının yanı sıra, 2005-2007 yılları arasında Avrupa İktisat Tarihçileri Derneği Başkanlığı ve 1998-2006 yılları arasında Dünya İktisat Tarihçileri Derneği Yönetim Kurulu Üyeliği yapmıştır. 2011 yılından beri Avrupa İktisat Tarihi dergisinin (Oxford Üniversitesi Yayınevi) editörlüğünü yapmakta olan Pamuk, birçok bilimsel kitap yayımlamasının yanı sıra, mesleki başarıları nedeniyle birçok ödüle de layık görülmüştür. Pamuk, Pennsylvania Üniversitesi, Villanova Üniversitesi, Princeton Üniversitesi, ODTÜ, Michigan Üniversitesi, Northwestern Üniversitesi ve London School of Economics (LSE) gibi birçok prestijli kurumda da çalışmış veya misafir öğretim üyesi olarak ders vermiştir. Yazar hakkındaki temel bilgilere buradan ulaşılabilir.

Prof. Dr. Şevket Pamuk

Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi

Tam ismi Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi: Büyüme, Kurumlar ve Bölüşüm olan kitap, 5 bölüm ve 25 alt başlıktan oluşmaktadır. “Giriş” bölümünün ardından, “Süreçler ve Kavramlar” adlı birinci bölümde, 4 alt başlıkta, kitaba dair bazı temel açıklamalar yapılmakta ve önemli kavramlar ve kurumlar tanıtılmaktadır. “19. Yüzyılda Açık Ekonomi, 1820-1914” başlıklı ikinci bölümde, 6 alt başlıkta Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyıldaki iktisadi yapısı incelenmektedir. “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, 1914-1950” başlıklı kitabın üçüncü bölümünde, Osmanlı’nın çöküşü ve Cumhuriyet’in kuruluş dönemlerinde Türkiye ekonomisinin oluşumu ve dönüşümü 5 alt başlıkta değerlendirilmektedir. “İkinci Dünya Savaşı Sonrasında, 1950-1980” başlıklı dördüncü bölümde, 3 alt başlıkta, 1950-1980 döneminde uygulanan farklı ekonomi politikaları analiz edilmektedir. “Neoliberal Politikalar ve Küreselleşme, 1980-2010” başlıklı beşinci ve son bölümde, yazar, 6 alt başlıkta 1980 darbesi döneminden itibaren Türkiye’nin yaşadığı iktisadi dönüşümü analiz etmekte ve sözü AK Parti iktidarının hüküm sürdüğü 2010’lara kadar getirerek, Türkiye ekonomisinin bazı temel sorunlarını değerlendirmektedir.

Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi

Kitabın “Süreçler ve Kavramlar” adlı ilk bölümünde yazar, öncelikle küresel ekonominin gelişimine dair bazı saptamalarda bulunmaktadır. Öyle ki, 19. yüzyıla kıyasla günümüzde dünyada ortalama gelir çok daha yüksek olmasına karşın (örneğin İngiltere’de bu oran 12 kat fazla düzeydedir), zengin ve fakir ülkeler arasındaki gelir farkları da zaman içerisinde artmıştır. Mesela 1820’de dünyanın en zengin ve en yoksul ülkelerinde kişi başına düşen gelir farkı 3 kat düzeyindeyken, bugün bu oran 60 kat düzeyine çıkmıştır. Yani iktisadi büyümeyle birlikte eşitsizlikler de artmıştır. Yine bu bölümde, yazar, iktisadi gelişmede kurumların önemine vurgu yapmaktadır. Başta devlet olmak üzere, çeşitli kurumlar, ekonominin gelişimine büyük katkı sağlayabilmektedirler. Tarihi deneyimler, devlet desteği ve müdahaleciliğinin hem Batı Avrupa’nın sanayileşmesi, hem de dünya genelinde 20. yüzyıldaki sanayileşmede olumlu rol oynadığını göstermektedir. Ancak devlet müdahaleciliğinin olumlu sonuçlar verebilmesi hususunda, müdahalenin amaçları ve devletin gücü ile kapasitesi gibi unsurlar kritik rol oynamaktadır. Benzer şekilde, bir ülke ekonomisinin gelişiminde özel kurumların başarılı olup olamadıkları da çok önemli bir rol oynamaktadır. Pamuk’a göre, Türkiye, Osmanlı da dahil olmak üzere ekonomi politikasında dünyadaki trendlere uyum göstererek hareket etmiştir. Yani 19. yüzyılda dünyada açık ekonomi kabul görürken Osmanlı da bunu uygulamış, 20. yüzyılın başlarında içe dönük, korumacı ve müdahaleci ekonomi popüler olunca, Türkiye de benzer politikalara yönelmiştir. 1980 sonrasında neoliberal politikaların tek alternatif haline gelmesiyle birlikte, Türkiye de benzer bir rotaya girmiştir. Türkiye’de İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana kurumlar güçlenmiş, ancak sorunlar devam etmektedir. Öncelikle askeri darbeler ekonomiye büyük zarar vermiş, bunun dışında demokrasinin seçimlere indirgenmesi de piyasa ekonomisi ve hukuk devletinin gelişimini sınırlandırmıştır. Yazar, kitabını son iki asır veya 200 yılı odak alarak yazmasını ise Sanayi Devrimi’nin dünyada büyük ölçüde bu dönemde gerçekleşmesiyle izah etmektedir. Prof. Dr. Şevket Pamuk, daha sonra iktisadi büyüme konusuna odaklanmaktadır. İktisadi büyüme, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en önemli iktisadi kriter haline gelmiştir. Ancak bunu günümüzde bile tek ölçüt olarak kabul etmek doğru olmaz. Bir ülke ekonomisinin başarısı ölçülürken, iktisadi büyümenin yanında, insan refahı, yaşam kalitesi, gelir bölüşümü, sağlık hizmetleri kalitesi, eğitim kalitesi ve değişen çevre koşulları gibi faktörler de eşit derecede önemlidir. Yani örneğin ekonomi büyürken çevreye büyük zararlar veriliyor ve doğa tahrip ediliyorsa, bu, sürdürülebilirlik açısından sorun yaratır. Benzer şekilde, iktisadi olarak büyüyen ancak zenginliğin eşit paylaşımın olmadığı bir ekonomide, sosyal sorunlar giderek artabilir. Dünyadaki verileri inceleyen yazar, Sanayi Devrimi’nin dünyadaki eşitsizlikleri artırdığını vurgularken, buna karşın Kuzey Amerika, Avrupa, Japonya ve Güney Kore gibi bazı Asya ülkeleri ve son dönemde de Çin ve Hindistan’da görülen ekonomik mucizeler, sanayileşmenin olumlu örnekleri olarak dikkat çekmektedir. Türkiye açısından konuya yaklaştığımızda ise, Angus Maddison’ın da kullandığı Birleşmiş Milletler (BM) ve Dünya Bankası verilerini kullanırsak, ilginç sonuçlara ulaşabiliriz. Örneğin, Türkiye, gayrisafi yurtiçi hasıla bakımından 1913 yılındaki seviyesini, Cumhuriyet dönemine geçildikten sonra ancak 1929 yılında egale edebilmiştir. Cumhuriyet dönemi verileri konusunda, Bulutay-Tezel-Yıldırım dizileri ve TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) verileri araştırmacılara referans sağlamaktadır. Bu bağlamda, Türkiye’de 1820 yılında720 dolar olan kişi başına düşen gelir, 2010 yılında 10.500 dolar ile yaklaşık 14 katına çıkmıştır. Türkiye için ekonomik büyüme hızı ise demokrasiye geçildikten sonra çok daha başarılı ve üst düzey bir konuma yükselmiştir. Somut olarak ifade etmek gerekirse; 1820-1950 döneminde ortalama kişi başına düşen gelir artışı yüzde 0,6 düzeyinde kalırken, 1950-2010 döneminde yüzde 3,2 olarak hesaplanmaktadır. Yani büyüme hızları arasındaki yaklaşık yüzde 2,5’lik fark, demokrasi ve piyasa ekonomisinin başarısını ortaya koymaktadır. Diğer ülkelerle kıyaslama yapıldığında ise, Türkiye’nin 20. yüzyıldaki iktisadi büyüme sicili Güney Amerika, Afrika ve Ortadoğu ülkelerine kıyasla daha iyi, buna karşın ekonomik mucize yaratan İspanya, İtalya gibi Avrupa ya da Güney Kore ve Japonya gibi Asya ülkelerine kıyasla daha kötüdür. Bir diğer ilginç tespit ise, iktisadi büyümenin zaman zaman yüzde 10’ları aştığı zamanlar olmasına karşın, kişi başına düşen gelirdeki artışın hiçbir zaman yüzde 5’in üzerine çıkmamış olmasıdır. Amartya Sen’in çalışmalarına dayalı olarak geliştirilen ve Birleşmiş Milletler’in kullandığı insani gelişme endeksi verilerine göre ise, Türkiye 19. yüzyılda yavaş, 20. yüzyılın başında biraz daha iyi, ancak asıl olarak son 60 yılda ciddi bir ilerleme gösterebilmiştir. Örnek vermek gerekirse, 1820’de doğum yaşam beklentisi 28-29 yıl düzeyindeyken, 1913’te 32-33 yıla yükselmiş, 1950’de 44 yıl, 1980’de 57 yıl ve 2010’da 74 yıla ulaşmıştır. Eğitim alanında da benzer şekilde ivmeli bir trend söz konusudur. 15 yaşın üzerindeki okuryazar oranı 1913 yılında ve 1920’lerde yüzde 10 düzeyindeyken, Cumhuriyet döneminin ilerleyen yıllarında 1950’de yüzde 33’e, 1980’de yüzde 68’e ve 2010’da yüzde 94’e ilerlemiştir. Ancak bu ilerlemelerin tüm dünyada da aşağı yukarı benzer şekilde yaşandığını belirtmek gerekir. İnsani gelişmişlik endeksine göre Türkiye’nin 1980 ve 2010’daki durumu kıyaslandığında ise; kişi başına düşen gelir ve eğitimde 1980’e kıyasla geriye gidildiği, ancak sağlıkta ilerleme yapıldığı anlaşılmaktadır. Kitabın birinci bölümünün sonraki aşamasında kurumların iktisadi gelişimdeki etkisini değerlendiren yazar, bu konuda üç faktörün rol oynadığını vurgulamaktadır: 1-) coğrafya ve doğal kaynaklar, 2-) kültür ve din, 3-) toplumsal yapı ve değişik kesimlerin çıkarları. Tahmin edilecektir ki, büyük miktarda doğal kaynakları olan ve coğrafi açıdan avantajlı ülkeler, ekonomik gelişim açısından diğer ülkelere kıyasla şanslıdırlar. Osmanlı-Türkiye, yer altı kaynakları açısından bu bağlamda şanslı olmasa da, tarım, hayvancılık ve turizm gibi önemli sektörlerde iklim ve coğrafyası sayesinde doğal avantajlara sahiptir. İkinci olarak, din ve kültür, iktisadi gelişim açısından önemli rol oynar. Örneğin, ekonominin gelişimi için gerekli olan bankacılık sektörü ve onun dayandığı temel ilkelerden olan faiz sisteminin uygulanabilmesi için, İslam hukuku olan ülkelerde bile İslami kuralların ve yasakların çevresinden dolaşılmış ve bu uygulamaya izin verilmiştir. Osmanlılar, bu konuda daha da ileri giderek, para vakıfları adını verdikleri yeni bir kurum oluşturmuş ve hayır işlerini temel varlığı nakit olan vakıfların faiz gelirlerinden karşılamaya başlamıştır. Üçüncü olarak, toplumsal gruplar arasındaki ilişkiler ve güç mücadelesindeki denge de dünyada ülkelerin iktisadi performanslarını belirlemiştir. Örneğin, Avrupa’da merkezi otorite olan Kralların burjuvazi sınıfını oluşturacak olan tüccarların faaliyetlerine “laissez-faire laissez-passer” anlayışı doğrultusunda izin vermesi, Avrupa’nın iktisadi gelişimini hızlandırmıştır. Bu noktada devletin rolü de sorgulanmalıdır. Kurumlar içerisinde en önemlisi olan devlet, kurumların oluşumu, gelişimi ve güçlenmesini de sağlayabilir ya da buna engel teşkil ederek iktisadi gelişimi baltalayabilir. Benzer şekilde, devlet, doğru yasalarla iktisadi gelişimin önünü açabilir, veya kötü yasalarla ekonomiyi başarısızlığa mahkum edebilir. Bu bağlamda, Osmanlı İmparatorluğu’na baktığımızda; tarıma dayalı bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti, Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren merkezi yönetimin güçlü bir şekilde kurulduğu, tımar düzeni ile siyasi-iktisadi-askeri sistemlerin iç içe geçtiği, askeri güçle diğer bazı devlet ve bölgelerin vergiye bağlandığı, ancak merkezin çok güçlü olması nedeniyle ara sınıfların gelişemediği ve lonca-ahi grupların da etkisinin kırılmasıyla birlikte ticarette geride kalmış bir sistem kurabilmiştir. Ortaçağ’da başarılı olan bu sistem zamanla İngiltere ve Avrupa’da gelişen ticaret düzenine ise ayak uyduramamış ve ekonomiyi canlandırmak için yabancı devlet ve tüccarlarına verilen imtiyazlar (kapitülasyonlar) da devletin aleyhine bir unsur haline gelmiştir. Birinci bölümün son alt başlığında ise, yazar, Türkiye’nin demografik gelişimini incelemektedir. 1820’lerde yaklaşık 9,5 milyon olan Osmanlı/Türkiye nüfusu, 1927’de 13,9 milyon, 2010’da ise 73 milyona ulaşmıştır. Günümüzde Türkiye nüfusu 88 milyon olarak tahmin edilmektedir. Bu uzun dönem içerisinde, savaşlar ve göçler nedeniyle çok yoğun nüfus kaybettiği dönemler de olan Osmanlı/Türkiye, buna karşın barış dönemlerinde büyümüş ve nüfusunu istikrarlı şekilde artırmıştır. Bu bağlamda dünya nüfusunun yüzde 1’i civarında nüfusa ev sahipliği yapan Türkiye’nin 2050’lerde de bu özelliğini koruması beklenmektedir.

“19. Yüzyılda Açık Ekonomi 1820-1914” başlıklı ikinci bölümde, Prof. Dr. Şevket Pamuk, 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin uyguladığı iktisadi politikayı analiz etmektedir. 19. yüzyıla kadar geleneksel yönetim biçimi, iktisadi sistemi ve toplumsal yapısını büyük ölçüde koruyan Osmanlı, 19. yüzyılda ise Avrupa kaynaklı olarak yaşanan hızlı değişimler nedeniyle kendisini reforme etmek zorunda kalmıştır. Sanayi Devrimi ile Avrupa’nın iktisadi ve askeri alanda büyük sıçrama yaptığı bu dönemde, Osmanlı, Rusya ile sık sık savaşlara girdi ve bunların çoğunu kaybetti. 1808’de Sened-i İttifak ile ayanların güçlendiği yeni bir sistemi kabul eden Osmanlı, daha sonra ise yeniden merkezi otoriteyi sağladı ve geleneksel ordusu Yeniçeri Ocağı’nı tasfiye ederek, yeni bir askeri teşkilat oluşturdu. Bu dönemden itibaren, Osmanlı, Batı ülkelerini örnek alan reformları hayata geçirmeye başladı. Tanzimat Fermanı ile başlayan bu süreç, Islahat Fermanı, Birinci Meşrutiyet ve İkinci Meşrutiyet’le devam edecek, anayasal monarşi tesis edilerek, hukuk devleti ve piyasa ekonomisi oluşturulmaya çalışılacaktır. 19. yüzyıldan itibaren, Osmanlı, ayrıca ekonomisini de dışarı açmıştır. Bu noktada İngilizlerle yapılan 1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması en önemli dönüm noktası kabul edilmektedir. Anlaşmanın temelinde Osmanlı devlet adamlarının liberal ekonomiye duydukları güvenin mi, yoksa İngiliz baskısının mı etkili olduğu tartışmalıdır. Osmanlı Devleti’nin bu dönemde Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa karşısında aciz duruma düştüğünü de düşünürsek, 1820’lerden beri Osmanlı ile ticareti hızla artan ama devlet yönetimi ve engelleri nedeniyle sabırları taşan İngilizlerin etkisinden söz etmek daha doğru olabilir. Anlaşma, genelde Osmanlı ekonomisinin çöküşüne yol açan bir gelişme olarak değerlendirilse de, aslında örneğin Avrupa’dan pamuklu tekstil ürünlerinin hacminin artmaya başlaması anlaşmadan önce 1820’lerde başlamıştır. Ayrıca bu dönemin gözlemci ve yazarları, anlaşma sonrasında Osmanlı zanaatkârlarının bu dönemde ekonomiden silindiklerini yazarken, aslında maliyetlerin daha düşük olduğu başka sektörlerde yerli üreticilerin Avrupalılarla rekabeti sürmüştür. Bu yıllarda Osmanlı ekonomisinin temel sorunu ise, sanayileşme olmaması nedeniyle, dış ticaret ürünlerinin geliri daha düşük tütün, üzüm, incir, ham ipek, tiftik, afyon, meşe palamudu, fındık, pamuk ve zeytinyağından ibaret kalmasıdır. İhracatta önemli payı olan tek mamul kalem ise elde dokunan halı ve kilimlerdir. Oysa dışarıdan alınan ürünler daha pahalı ve işlenmiş metalar ağırlıktadır. Ayrıca bu dönemden itibaren Osmanlı’ya ciddi şekilde yabancı yatırım da gelmeye başlamıştır. Ancak yabancı yatırımın girmesi, yabancıların siyaseten de sözünün daha geçerli-güçlü hale gelmesine neden olmuştur. Yabancı sermaye yatırımlarının üçte iki gibi büyük bir bölümü demiryolları şirketlerine yatırılmıştır. Fakat Osmanlı Devleti, demiryollarının geliştirilmesiyle merkezi otoritenin güçlenmesi, asker ve malzeme sevkinin uzak bölgelere daha rahat yapılabilmesi ve ticaretin canlandırılması gibi faktörleri de hesaba katarak bu planlamayı yapmıştır. İngiliz, Fransız, Avusturyalı, Belçikalı ve Alman sermayedarlar açısından kârlı hale gelen demiryolları yatırımları, siyasi ilişkiler bağlamında da İmparatorluğa etkinlik kazandırıyordu. Fakat Osmanlı Devleti’nin bu dönemde ekonomide yapısal sorunları vardı; öncelikle devletin vergi toplayabilme gücü 17. ve 18. yüzyıllarda azalmıştı. 19. yüzyılda merkezin güçlendirilmesiyle bu sorun aşıldıysa da, devletin harcamaları da hızla arttığı için, bütçe açıkları ve mali sorunlar büyüdü. 19. yüzyıl ortalarından itibaren, Bab-ı Ali hükümeti, Avrupa ülkelerinden borç almaya yöneldi. Hızlı borçlanma süreci ise, Osmanlı’yı borç ödeyemez hale getirecek ve 1880’lerde Düyun-u Umumiyet (Borçlar İdaresi) kurularak, devletin ekonomi yönetimi yabancıların eline geçecektir. İlk dış borçları Galata bankerleri aracılığıyla Fransız bankalarından alan Osmanlı, daha sonra ise yüksek faizlerle Avrupalı bankalara ve bankerlere borçlanınca, ekonomisi iflas durumuna gelmiştir. Osmanlı’da sanayileşme olmadığı için, ekonominin en önemli unsuru tarım olmuştur. 19. yüzyılda Anadolu nüfusunun yüzde 80’inin gelir kaynağı olan tarımın bu dönemde yaşadığı büyük dönüşüm ise, pazar için üretimin yaygınlaşması ve piyasalaşmanın yaşanmasıdır. Bunun temel sebepleri ise; Anadolu’dan Avrupa’ya yapılan ihracatın büyük artış göstermesi, Anadolu şehirlerinin nüfusunun artması ve kırsal nüfusun tarım sektörlerinde uzmanlaşmaya başlamasıdır. Buna ek olarak, demiryolları sayesinde tarımsal malların kentlere ve limanlara bu dönemde artık kolay ulaştırılabilmesi de eklenebilir. 19. yüzyıl boyunca Anadolu nüfusu da istikrarlı şekilde artmıştır. 1820’de 9,4 milyon olan nüfus, 1914’te savaş öncesinde 16,5 milyona yükselmiştir. Ancak bu nüfus artışında Anadolu’ya yapılan yaklaşık 4 milyonluk göçlerin etkisinden de söz edilebilir. Bu dönemde ayrıca bölgesel farklılıklar da oluşmaya başlamıştır. İhracata yönelik üretim Batı Anadolu, Marmara ve Doğu Karadeniz bölgeleriyle Adana yöresinde yoğunlaşırken, demiryollarının yapılması sonrasında Orta Anadolu bölgesi de uzun mesafeli pazarlara yöneldi. Buna karşılık, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri 19. yüzyıl boyunca iç ve dış pazarlardan kaynaklanan gelişmelerin dışında kaldı. Bu dönemde örneğin İzmir’de 1867 yılında yabancılara toprak mülkiyeti hakkının tanınmasından sonra, İngiliz sermayedarlar büyük miktarlarda toprak satın almaya başlamışlardır. Ayrıca Karadeniz’de fındık, Çukurova bölgesinde de pamuk üretimi önem kazanmıştır. 19. yüzyılda kırsal alanda tarım-dışı faaliyetler çok sınırlı kalsa da, dokumacılık sektöründe ciddi gelişim yaşanmıştır. İhracat odaklı bu sektörün gelişimi, Avrupa kapitalizminin kırsal alanlara girişi açısından da önemli bir örnek oluşturur. Bu dönemde kentlerdeki zanaatların ise direnişi yaşanmıştır. Cumhuriyet dönemine devredilen Osmanlı mirasını değerlendirdiğimizde ise; tarıma dayalı ve dış ticarete açılmayı başarmış bir iç sektörden söz etmek yerinde olacaktır. Bunun yanında, güçlü merkezi devletin borçlara rağmen varlığını sürdürmesi sayesinde, hem kırlar, hem de kentlerde küçük üreticilerin de belli ölçüde gelişim gösterdiği ve bu sayede Osmanlı’nın az gelişmiş ülkelerinden farklı ve daha iyi durumda olduğu söylenmelidir.

“Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, 1914-1950” başlıklı kitabın üçüncü bölümünde, Prof. Şevket Pamuk, 1914-1950 dönemini değerlendirmektedir. Bu dönemin başlangıcını karakterize eden husus, Balkan Savaşları’ndaki rezaletler sonrasında, İttihat ve Terakki (İTC) yönetiminin milliyetçi ve korumacı ekonomiye yönelmesi ve devlet üzerindeki Alman nüfuzunun artmasıdır. Ancak Alman planlamacılığı ve artan milliyetçilik kadar, dünyada da bu dönemden itibaren korumacılık ve milliyetçiliğin yükseldiği yeni ve aşırı bir döneme girildiğinden bahsetmek yerinde olacaktır. Nitekim iki dünya savaşının yaşanacağı bu dönemde, milliyetçilik tam anlamıyla patlayacak ve kendi kendine yeterlilik anlayışı ekonomide temel prensip haline gelerek, dış ticareti olumsuz etkileyecektir. Aslında 1980 Jön Türk Devrimi sonrasında Ekonomi Bakanı (Maliye Nazırı) olan Cavit Bey, liberal ekonomiyi destekleyen ve kalkınma için tarıma ağırlık verilmesini isteyen bir kişidir. Ancak savaş koşullarının ortaya çıkması ve Almanya ile yakınlaşan Osmanlı’nın İngiltere ve Fransa ile ekonomik ilişkilerinin bozulması, piyasa ekonomisi koşullarını ortadan kaldırmıştır. 1914 yılında kapitülasyonları tek taraflı olarak iptal eden İTC yönetimi, ayrıca gümrük vergilerini de sektörel bazda düzenlemeye öngören yeni bir anlayış benimsedi ve “ad valorem” anlayışını terk etti. Üçüncü olarak, Osmanlı dış borç ödemelerini durdurdu ve Düyun-u Umumiye sistemini feshetti. Bunlar, savaş koşullarında alınan geçici önlemler olarak da kalmadı; yeni Cumhuriyeti eliti, Lozan Konferansı’nda kapitülasyonlar ve kendi başına gümrük tarifeleri belirleme hususlarında ısrarcı oldu ve istediklerini aldı. Osmanlı borçları da yeniden yapılandırıldı ve İTC’nin millici anlayışı Kemalist yönetimde de sürdürüldü. Birinci Dünya Savaşı, birçok ülkeyi olduğu gibi Osmanlı ekonomisini de olumsuz etkiledi ve dış ticareti durma noktasına getirdi. Almanya ve Avusturya ile Bulgaristan üzerinden demiryolu ile gerçekleştirilen ticaret 1915 sonunda Almanya’nın Sırbistan’ı işgal etmesiyle sağlanabildiyse de, 1916 yılında Osmanlı’nın dış ticaret hacmi savaş öncesi dönemin beşte birine düşmüştü. Sınırlı hacimdeki bu ticaretin yüzde 90’ından fazlası ise Almanya ve Avusturya-Macaristan ile yapılıyordu. Osmanlı yönetiminde ordunun iaşesi de sorun olmaya başladı; İstanbul’un savaş koşullarında büyük bir orduyu uzun yıllar besleyebilecek durumu yoktu. Bu nedenle, Talat Paşa ve İTC yönetimi, Kara Kemal’i görevlendirerek, İaşe Nezareti aracılığıyla bu soruna çözüm bulmaya ve yerli tüccar yaratmaya çalıştılar. Ayrıca savaş döneminde Osmanlı tarihinin en büyük enflasyon dalgası da yaşanmış ve fiyatlar 18-20 kat artmıştır. Cumhuriyet döneminde 1925 Şeyh Said İsyanı sonrasında Takrir-i Sükûn Kanunu ile tek-parti sisteminin oturtulmasının ardından, aşar vergisinin kaldırılmasıyla köylülere nefes aldırıldı. Bu dönemde demiryolları siyaseti de devam ettirildi ve yılda ortalama 200 kilometre demiryolu yapılarak devletin her bölgeye ulaşımı ve benzer şekilde ticaretin kolaylaştırılması sağlandı. O dönemki hükümetlerin hedefi, dönemin meşhur deyimiyle “bir karış daha şimendifer” idi. Yeni devletin ekonomi modeli, İTC’ye benzer şekilde yerli (Müslüman-Türk) burjuvazi yaratılması esasına dayanıyordu. Bu, Ziya Gökalp’in görüşleri ile de destekleniyordu. 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde yeni dönemin ipuçları verilmişti. 1920’lerde daha piyasacı ve serbest bir ekonomi modeli planlanıyor ve öngörülüyordu. Ancak çeşitli sebeplerle, 1930’larda bu politika rafa kaldırıldı ve devletçiliğe yönelim başladı. Öncelikle, Ermeni ve Rum müteşebbislerin yokluğunda, piyasa ekonomisini canlandıracak bir müteşebbis sınıf yoktu. Daha da önemlisi, 1929 Büyük Buhranı nedeniyle dünya genelinde piyasa ekonomisi büyük zarar görüyor ve prestij kaybına uğruyordu. Dönemin popüler akımları olan Komünizm ile Nazizm/Faşizm gibi ideolojilerde de, devletin ekonomiye hâkim olması anlayışı ön plandaydı. Ayrıca, dönemin Cumhuriyet eliti, Düyun-u Umumiye sistemini bizzat deneyimledikleri için, yabancılara karşı büyük bir güvensizlik duyuyorlardı. Herşeye rağmen, 1920’lerde izlenen nispeten piyasacı ekonominin başarılı bir simgesi ise İş Bankası’dır. Başına Celal Bayar’ın getirildiği İş Bankası, özel sektör ağırlıklı ekonomi politikasının başarılı bir örneği olmuştur. Bu bağlamda, tüm sorunlara rağmen, 1920’ler Türkiye için başarısız bir dönem sayılamaz; zira savaşların sona erdirilmesi ve iç düzenin tesis edilmesi, ekonomiye de pozitif etki etmiştir. Bu sayede, 1929 yılında 1913 dönemindeki kişi başına düşen gelir seviyesi yakalanmıştır. Bu, aradan geçen bir Dünya Savaşı ve bir Kurtuluş Savaşı da düşünülürse, doğal bir durumdur. Fakat 1929 Büyük Buhranı sonrasında tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ekonomi bambaşka bir yöne savrulmuş ve devletçilik yeniden güç ve önem kazanmıştır. Almanya’nın Versay Antlaşması nedeniyle çok zor koşullar altında Nazizm’e yönelmesi, İngiltere ve Fransa’nın kendi kurdukları ekonomik düzen ve Milliyetler Cemiyeti’ne dayalı uluslararası sistemi ayakta tutacak güçten uzak olmaları ve Amerika Birleşik Devletleri-ABD’nin de izolasyonist politikalar nedeniyle uluslararası sisteme katılmak istememesi nedeniyle, dünya siyasetinde 1930’larda devletler güç kazanmış ve neticede insanlık tarihinin en kötü ve karanlık dönemleri yaşanmıştır. Türkiye için 1929 yılı Lozan’daki gümrük tarifelerinin değiştirilmesi açısından da kritikti; nitekim bu yıl içerisinde gümrük tarifeleri yüzde 13’ten yüzde 46’ya yükseltildi. 1933’e gelindiğinde, tekstil gibi nihai malların ithalatına uygulanan gümrük vergisi yüzde 80’i, şeker ithalatına uygulanan vergiler de yüzde 200’ü aşmıştı. Böylelikle, ekonomi içine kapanmaya başladı. Mustafa Kemal, bu ortamda yakın arkadaşı Fethi Okyar’a Serbest Fırka’yı kurdurarak hem otoriterlik bağlamındaki siyasi eleştirileri göğüslemeye, hem de iktisadi açıdan farklı önerileri almaya çalıştıysa da, Serbest Fırka’nın ilerleyen yıllarda Demokrat Parti’nin kalesi olacak yerlerdeki başarısı, Atatürk’ü kısa sürede bu partiyi feshetmeye yönlendirdi. Zaten dönemin Başbakanı İsmet İnönü de, devletçi olduklarını açıkça itiraf ediyordu: “Biz iktisadiyatta mutedil devletçiyiz. Bizi bu istikamete sevk eden, memleketin ihtiyacı ve bu milleti fikri temayülüdür“. Bu yıllarda, Türkiye, ekonomide SSCB’den esinlenerek 5 yıllık kalkınma planları da uygulamıştır. Bu dönemde ayrıca Sümerbank, Etibank ve diğer devlet kuruluşları devreye girince, devlet eliyle bazı sektörlerde gelişme yaşanmıştır. Bu dönemde uygulanan devletçiliği istisna olarak görmemek gerekir; nitekim ABD’de bile Roosevelt ile bu yıllarda “New Deal” politikaları uygulanmıştır. Ayrıca İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’in geliştirdiği Keynesçilik yaklaşımı da İktisat biliminde dönemin hâkim entelektüel eğilimidir. Savaş yıllarında ise (1939-1945), kuşkusuz, tüm ekonomiler gibi Türkiye ekonomisi de olumsuz etkilenmiştir. Resmi istatistiklere göre bu dönemde buğday üretimi yüzde 50 azalmıştır. Nüfusun yüzde 10’u savaş koşullarında silah altına alınınca, kent ekonomisinde üretim düşmüş ve tüketim artmış ve iaşe sorunu baş göstermiştir. Ayrıca savaş nedeniyle dış ticaret de çok azalmış ve artan savunma harcamaları bütçeyi felç etmiştir. Hızlı fiyat artışlarının yaşandığı bu dönemde, darlık ve kıtlık yaşandığı için halkın devlete yönelik tepkileri de artmıştır. Bunu bir ölçüde göğüslemek için ise, devlet, 1942 yılı Kasım ayında anti-demokratik Varlık Vergisi uygulamasına yönelmiştir. Böylece, milli gelirin yüzde 3,5 düzeyinde olan toplan 315 milyon liralık vergi tahsilatının yarıdan fazlası gayrimüslim vatandaşlarımıza ödetildi. Borcunu ödeyemeyenler ise önce toplama kamplarına yollandı, sonra da çalıştırılmak üzere Aşkale’ye sürüldüler. 1944 yılı başlarında kaldırılsa da, Varlık Vergisi, Cumhuriyet dönemine dair bir kara leke olarak Türkiye’ye ve Türk insanının üzerine yapıştı. Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine geçişe dair genel bir değerlendirme yapmak gerekirse; Osmanlı döneminde dışa açık hatta dışa bağımlı olan ekonomi, Cumhuriyet döneminde ise büyük ölçüde kendine yeten ve içe kapalı bir hâl almıştır. Buna karşın, küresel rekabete açılmak için bu dönemde yerli ve milli burjuvazi yaratmak politikası da uygulanmıştır ki, bunu hem İTC, hem de tek-parti döneminde görmek mümkündür. Ayrıca Cumhuriyet’in ilk yıllarında eğitim ve sağlık alanlarında da kayda değer ilerlemeler sağlanmıştır.

Kitabın “İkinci Dünya Savaşı Sonrasında 1950-1980” başlıklı dördüncü bölümünde, yazar, ABD’nin 1944 yılında temellerini atmaya başladığı Bretton Woods sistemi uyarınca Türkiye’nin Sovyet tehdidi nedeniyle ABD müttefiki haline geldiği 1950 döneminden 1980 dönemine kadar olan ekonomik gelişimini incelemektedir. Siyasal tarihte Soğuk Savaş olarak adlandırılan sürece tekabül eden bu dönemde, Türkiye, ilk kez çok partili demokrasiyi deneyimlemeye başlamış (1950’de), aynı zamanda piyasa ekonomisine dönüşme yolunda da önemli adımlar atmıştır. CHP içerisindeki daha liberal ve toprak reformuna karşı olan bir grubun kurduğu DP (Demokrat Parti), 1950’de iktidara gelmiş ve 1960 askeri darbesine kadar 10 yıl iktidarda kalmıştır. DP döneminde, Türkiye, savaştan yıkık halde çıkan Avrupa’yı beslemek üzere adeta bir “tahıl ambarı” olarak yeniden dizayn edilmiş ve tarım ürünlerini ithalata dayalı dışa açık bir ekonomik sistem kurmuştur. Bu dönemde, ABD’nin başlattığı Marshall Yardımı veya Marshall Planı doğrultusunda, Ankara, tarımsal araç, makine ve özellikle de traktör ithal etmiş ve tarımda modern üretime geçmiştir. Bu sayede, Kore Savaşı’nın da etkisiyle, Türkiye’nin dış ticareti bu dönemde artmış ve ekonomik büyümede de olumlu gelişmeler yaşanmıştır. Nitekim Türkiye’nin 1947-1953 dönemi ekonomik büyüme ortalaması yüzde 8,7’dir. 1948-1953 dönemi dış ticaret hadleri ise yüzde 50 kadar iyileşmiştir. Ayrıca DP döneminde ulaşım alanında da gelişme yaşanmış ancak tek-parti döneminde demiryolları yerine, bu defa önceden zayıf olan karayollarına ve şose yollara ağırlık verilmiştir. Ancak bu dönemde yeterince kapsamlı ve planlı bir program yapılamadığı için, birçok atılım hamlesi atıl kalmış ve sürdürülememiştir. 27 Mayıs darbesi sonrasında Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) ile -ordu denetiminde- yeni ve daha planlı bir döneme giren Türkiye, Hollandalı iktisatçı Jan Tinbergen’in planlama yöntemlerini örnek alarak sanayileşme yönünde adımlar atmıştır. Ancak bu dönemde planlama konusunda kafalar net değildir; CHP ve devlet tam bir planlama ekonomisi isterken, “bize plan değil, pilav lazım” diyen DP’nin devamı Adalet Partisi’nin lideri Süleyman Demirel, piyasa ekonomisini savunmuştur. Demirel’e göre, DPT’nin görevi planlamayla ekonomiyi yönetmek değil, özel sektörü desteklemek olmalıydı. Bu bağlamda, Demirel, DPT’nin başına o yıllarda ilerleyen yıllarda tüm Türkiye’nin siyaseti ve ekonomisine yön verecek bir isim haline gelecek olan genç Turgut Özal’ı atamıştır. Bu dönemde benimsenen politika ise ithal ikamesi olmuş ve yerli üreticileri desteklemek amacıyla yabancı ürünlere yüksek gümrük vergileri getirilerek, yerli tüketim teşvik edilmiştir. Albert Hirschman’ın deyimiyle sanayileşmenin “kolay yılları” olan bu süreçte, karma ekonomi anlayışı hâkimdi ve kamu sektörü ile özel sektör arasında bir nevi iş bölümü yapılıyordu. Büyük ölçekte yatırım gerektiren demir-çelik, petro-kimya ve diğer ara mallarında ağırlık Kamu İktisadi Teşekkülleri veya Teşebbüsleri-KİT’lerdeydi. Nitekim Ereğli Demir-Çelik ve PETKİM gibi tesisler bu dönemde kurulmuş ve dış politikada SSCB ile yaşanan yakınlaşmada buna yardımcı olmuştur. Buna karşılık, tekstil ve gıda başta olmak üzere radyo, buzdolabı, çamaşır makinesi ve otomotiv gibi dayanaklı tüketim mallarının üretimi özel sektöre bırakılmıştır. Önceleri “montaj sanayii” olarak küçümsenen bu tesisler ve firmalar, zamanla Koç ve Sabancı gibi önemli gruplara bağlandılar. Bu sayede, özel sektör de gerçekten gelişmeye ve serpilmeye başladı. Bu bağlamda rakamlara bakıldığında; 1960’larda imalat sanayii yılda yüzde 10, ekonominin tümü de yüzde 6 oranında büyümüştür ki, bu, o dönem için önemli bir başarıdır. 1962 ile 1977 arasında ekonominin küçüldüğü ya da kişi başına gelirin azaldığı tek bir yıl bile yaşanmamıştır. Bu trend, ancak Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında Türkiye’nin dış ilişkileri ve ekonomisinin bozulduğu 1977’den sonra yaşanacaktır. Ancak ekonomideki bu başarıya karşın, bu dönemde Türkiye siyaseti çok istikrarsız olmuş ve 1971 muhtırası ile başlayan süreç, 1980 askeri darbesi ile neticelenmiştir. Bu dönemdeki hükümetler ve Başbakanlar DPT ile Türk Silahlı Kuvvetleri-TSK kıskacında kendi programlarını özgürce uygulamaya sokamamışlardır. Yine de, 1973 OPEC petrol krizinin ve 1970’lerin sonunda neoliberalizmin yükselişinin yaşandığı düşünülürse, bu dönemde de Türkiye ileriye gitmiştir denilebilir. Bu durum istatistiki olarak da kanıtlanabilir; 1950’de 20,8 milyon olan nüfus 1980’de 44,7 milyona yükselmiş, kentleşme oranı 1950’de yüzde 24’ten 1980’de yüzde 44’e çıkmış, okuryazarlık aynı dönemde yüzde 33’ten yüzde 68’e ilerlemiş, doğum yaşam beklentisi 30 yıl içerisinde 44’ten 57’ye yükselmiş ve tarımın işgücündeki payı yüzde 80’den yüzde 50’ye azalmış yani sanayi gelişmiştir. Türkiye’nin bu dönemde TÜSİAD gibi bir işveren kuruluşunun oluşumuna tanıklık ettiği ve aynı dönemde işçi sendikalarının da demokratik siyasete uygun şekilde gayet etkin ve güçlü olduğu düşünülürse, Türkiye’nin modernleşmesi açısından 1950-1980 dönemi hakikaten de oldukça verimlidir.

Prof. Şevket Pamuk’un kitabının “Neoliberal Politikalar ve Küreselleşme 1980-2010” adlı beşinci ve son bölümünde, Türkiye’nin 12 Eylül 1980 askeri darbesi ardından tüm dünya ülkelerine benzer şekilde geçirdiği neoliberal ekonomik dönüşüm farklı alt başlıklarda analiz edilmektedir. 1970’li yılların sonuna kadar aslında iyi giden Keynesçi refah devletini Avrupa’da sarsan bir dizi olay yaşanmıştır. Bunlardan ilki Arap ülkelerinin İsrail’e yönelik tepkileri nedeniyle petrol arzını kısmalarıyla başlayan 1973 OPEC Petrol Krizi, ikincisi de 1970’lerin sonunda İngiltere (Birleşik Krallık) gibi ülkelerde ekonominin yönetilemez hale gelmesi nedeniyle “başka alternatif yok” sloganıyla benimsenen ve daha çok dönemin Başbakanı Margaret Thatcher ile özdeşleşen neoliberal politikalara yönelinmesi trendidir. Türkiye’de de darbe sonrasında Turgut Özal bu sürecin ana aktörü olmuş ve 12 Eylül öncesinde çok güçlenen sendikaların gücü kırılarak ve ekonomide verimsizliğe neden olan devletçi anlayış terk edilerek, dış rekabete uygun açık bir ekonominin benimsenmesi sağlanmıştır. Türkiye, bu dönemlerde İMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar ve uluslararası bankalarca da desteklenmiştir. Zira Afganistan ve İran olaylarının ardından Türkiye’nin laik Müslüman bir ülke olarak değeri artmış ve ABD’nin bu en önemli müttefikini bataklığa sürüklememek gibi bir düşüncesi/sorumluluk hissi oluşmuştur. ANAP’lı yıllarda bu süreç TSK desteğiyle sürdürülürken, devletçi ekonomiden piyasa ekonomisine geçiş sürecinde iş pratiklerinin ve iş kültürünün değişimi anlamında da devrim niteliğinde değişimler yaşanmıştır. Nitekim bu dönemde döviz rejiminde açıklığa gidildi ve ticari bankaların döviz alım-satım işlemlerine izin verildi. Önceden kontrollü olan bu süreç, Türkiye’nin küreselleşmeye eklemlenmesi demekti. Bu sayede, ihracatta önemli bir artış sağlandı. 1979’da 2,3 milyar dolar düzeyinde olan ihracat geliri, 1985’te 8 milyar, 1990’da ise 13 milyar dolara ulaştı. Aynı dönemde dış ticaret gelirlerinin gayrisafi yurtiçi hasıladaki payı da istikrarlı şekilde yükseldi. Bu sayede, Türkiye, dönemin ihracatta en hızlı büyüyen ülkesi olarak sivrildi ve örnek gösterildi. Ancak bu dönemde de gelirin bölüşümü konusundaki sorunlar devam etti ve enflasyon canavarı adı verilen fiyat artışı sorunuyla yüzleşildi. 1990’lara gelindiğinde, temel sorun, kamu kesiminin açıklarıydı. Kamu kesiminin dengeleri bozuldukça reel faizler yükseliyor, yüksek borçlanma faizleri de kamu kesimi dengelerini daha da bozuyordu. Türkiye’nin bu yıllardaki yöneticileri ise kökten değişiklikler yerine günü kurtaracak önlemleri tercih ettiler. Kamu kesimi açıklarını gidermek için yeterli toplumsal ve entelektüel bilinç de oluşturulamadı. Neticede, 1990’larda Türkiye’nin ekonomik ve siyasi sorunları büyüdü. Bu dönemin önemli bir kazanımı ise, Avrupa Birliği’nin Gümrük Birliği’ne dahil olunmasıydı. Bu süreç, Türkiye’nin rekabet gücü ve üretim kapasitesini artırdı ve Avrupa’ya yönelik ticaret yapan birçok uluslararası firma için Türkiye’yi önemli bir üretim ve yatırım merkezi haline getirdi. Fakat bu olumlu gelişmeye karşın 1987-2001 döneminde Türkiye’de 4 defa ciddi ekonomik kriz yaşanmıştır. Bunlardan ikisi daha çok iç nedenlerden kaynaklanmıştır. Örneğin, 1993’te Tansu Çiller hükümetinin kamu kesimi açıklarını daha az borçlanarak, kamu borçlanma ihalelerini iptal ederek ve para basarak finanse etmeye çalışması, 1994 yılının ilk aylarında tl’nin dolar karşısında büyük değer kaybına ve faizlerin yükselmesine neden oldu. Bankalara duyulan güven de kaybolmaya başladı. 1999’da ise, bankalar sistemindeki derin sorunlar göz ardı edilerek uygulanan kamu maliyesindeki açıkları giderme politikası çökecekti. Bu nedenle, 2001’de Kemal Derviş’in kurtarıcı olarak geldiği ve İMF politikalarının uygulandığı yeni bir döneme girildi. 2001 ekonomik krizi öyle derin etkilere sahip oldu ki, o zamana kadar sistemde en etkili unsurlar olarak görülmeyen İslamcı hareketin yeni ve reformist partisi AK Parti (Adalet ve Kalkınma Partisi) Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde başa geçti ve Türkiye’yi klasik sisteminden oldukça farklı şekilde yönetmeye başladı. AK Parti’nin ilk yılları, Derviş programının uygulandığı, reformlar sonucu hem siyaset, hem de ekonominin özgürleştiği ve AB üyelik yolu açılan Türkiye’ye dünyanın her yerinden yatırım ve sıcak para geldiği bir dönem oldu. Bu sayede, Türkiye ekonomisinin en başarılı dönemleri AK Parti’nin ilk yıllarında -siyasi sorunlara rağmen- yaşandı. Türkiye bu süreçte o denli başarılı oldu ki, tüm dünyayı derinden etkileyen 2008-2009 küresel ekonomik krizinden bile ciddi şekilde etkilenmedi.

Sonuç

Sonuç olarak, Prof. Dr. Şevket Pamuk’un bu önemli çalışmasından bazı önemli dersler çıkarmak gerekirse, benim aldığım notlar şunlar olacaktır. Türkiye ekonomisi, son birkaç yıl dışında, sanıldığından iyi bir performans göstermiş ve sürekli olarak gelişim sağlamıştır. Öyle ki, kurulduğunda hiçbir sanayisi olmayan yeni ve fakir devlet, 1950’lerde tarıma dayalı dış ticaretle ciddi bir kalkınma sağlamış ve bu sayede kırsal alanlarına elektrik ve su götürmeyi başarmış ve kentleşmeyi başlatmış, 1960-1980 döneminde ülkenin olmayan ağır sanayii Sovyetlerin de desteğiyle kurulmuş ve geliştirilmiş ve aynı süreçte özel sektörün gelişimi de başlatılmış, 1980 sonrasında rekabet edilebilir koşullar oluşunca ekonomi Özal’la birlikte uluslararası rekabete ve dış ticaret açılmış, 1990’larda Gümrük Birliği ile AB gibi büyük bir pazarın ortağı haline gelinmiş, 2000’lerde de AB üyelik süreci ile dünyanın gözde yatırım merkezlerinden biri haline gelinebilmiştir. Bu başarı hikâyesini gölgeleyen ise, son yıllarda AB ülkelerinin çapsızlığı ve Türkiye’nin demokrasiden uzaklaşması nedeniyle Ankara’nın AB’den yaşadığı kopuş süreci olmuştur. Bu da, günümüzde etkileri görüldüğü üzere, Türkiye’nin ekonomik başarısını kısıtlamaya başlamıştır. Bu anlamda, Türkiye’nin geleceğinin daha öngörülebilir olması açısından AB üyelik hedefinin canlandırılması ya da bu şekilde ekonomiye pozitif etki edecek yeni süreçlerin başlatılması elzemdir. Zira günümüzün girift ilişkiler ekonomisi çağında, hiçbir ülke kendi başına var olamaz ve gelişemez.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.