Giriş
Dünya tarihi yazılırken mutlaka referans yapılması gereken kadim milletlerden birisi olan ve özellikle devlet kurucu nitelikleriyle ön plana çıkan Türklerin tarihi konusunda bugüne kadar birçok ciddi bilimsel araştırma yapılmıştır. Bu araştırmalar, ilginç bir şekilde, 19. yüzyılda Anadolu veya Orta Asya gibi Türk etnik kökenli nüfusun yoğun olarak yaşadığı coğrafya/yerlerden ziyade, Macaristan’da ve Rusya’dan gelen Türk-Tatar kökenli bilim adamlarınca ilk kez geliştirilmiş ve zaman içerisinde ortaya kapsamlı bir Türkoloji literatürü çıkmıştır. Cumhuriyet’in ilanı sonrasında büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün de Türklüğü bir üst kimlik olarak Anadolu halkları için benimsemesi neticesinde, son Osmanlı döneminde Anadolu coğrafyasında da başlayan Türklük ve Türk tarihi konusunda yapılan bilimsel çalışmalar hızla artmış ve daha nitelikli bilimsel eserler gündeme gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yıldönümünün kutlandığı 2023 yılı ve öncesinde ise, haliyle, bu özel dönem için Türk tarihi üzerine yapılan çalışmalarda gözle görülür bir artış sağlanmıştır. Bu bağlamda, Türkiye’de çok popüler bir tarihçi ve bilim camiasında duayen bir isim olarak kabul edilen Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın 2020 Timaş Yayınları basımı eseri Türklerin Tarihi: Orta Asya’nın Bozkırlarından Avrupa’nın Kapılarına adlı kitabı incelemekte fayda vardır. Bu nedenle, bu yazıda, 316 sayfalık bu kitabın bazı bölümleri özetlenecek ve değerlendirilecektir. Bu arada, bu eserin yazarın Türk tarihi konusundaki serisinin ilk ciddi olduğunu ve sonrasında Osmanlı tarihi üzerinde yoğunlaşan ikinci cildin (Türklerin Tarihi-2: Anadolu’nun Bozkırlarından Avrupa’nın İçlerine) yayınlandığını da belirtmek gerekir. Hatta yazar, Cumhuriyet’in ilanı sürecine dair de ayrı bir kitap yazarak (Cumhuriyet’in Doğuşu: Kurtuluş ve Kuruluş Yılları) Türk tarihini farklı dönemlere yoğunlaşarak detaylı bir şekilde işlemek istemiştir.
Prof. Dr. İlber Ortaylı
Prof. Dr. İlber Ortaylı Kimdir?
1947 Bregenz, Avusturya doğumlu olan ünlü Türk tarihçi akademisyen, yazar ve televizyon şöhreti Prof. Dr. İlber Ortaylı, Kırım kökenli köklü ve asilzade bir aileden gelen önemli bir bilim insanıdır. Türk Tarih Kurumu (TTK) şeref üyesi olan Ortaylı, aynı zamanda Uluslararası Osmanlı Etütleri Komitesi Yönetim Kurulu üyesi ve Avrupa İranoloji Cemiyeti ile Avusturya-Türk Bilimler Forumu üyesidir. Türkçe, İngilizce, Fransızca gibi temel dillerin yanında Rusça, Almanca ve Farsça da bilen Ortaylı, ilk ve orta öğrenimini İstanbul Avusturya Lisesi’nde tamamlamış, 1965 yılında ise Ankara Atatürk Lisesi’nden mezun olmuştur. 1970 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih bölümünü bitiren Ortaylı, burada Şerif Mardin, Halil İnalcık, Mümtaz Soysal, Seha Meray, İlhan Tekeli ve Mübeccel Kıray gibi dönemin en önemli ve yetkin bilim insanlarının öğrencisi olmuştur. Daha sonra Viyana Üniversitesi’nde Slav ve Doğu Avrupa dilleri hakkında öğrenim gören Ortaylı, yüksek lisansını ABD’de Chicago Üniversitesi’nde Osmanlı tarihçiliğinde çığır açan önemli bilim insanı Prof. Dr. Halil İnalcık danışmanlığında tamamlamıştır. Daha sonra Türkiye’ye dönen Ortaylı, “Tanzimat Sonrası Mahalli İdareler” başlıklı tezi ile Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde 1974 yılında doktor, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu” adlı çalışmasıyla da 1979’da aynı Fakültede Doçent olmuştur. 12 Eylül darbesi sonrasında üniversitelerde uygulanan baskıları protesto ederek bir süre Avrupa’da ders ve seminerler veren Ortaylı, 1989’da Türkiye’ye dönerek Profesör olmuş ve 1989-2002 yılları arasında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin İdare Tarihi anabilim dalının Başkanlığını yapmıştır. Daha sonra Galatasaray Üniversitesi, Bilkent Üniversitesi ve MEF Üniversitesi gibi seçkin yükseköğretim kurumlarında ders veren Ortaylı, popüler sohbetleri ve kitapları sayesinde kısa sürede halkın çok sevdiği ve yakından takip ettiği bir “celebrity” haline gelmiş ve 2005-2012 döneminde Topkapı Müzesi’nin Müdürü olarak görev yapmıştır. Ortaylı, son yıllarda sohbet tarzında kaleme aldığı eserleriyle halkı bilinçlendirmeyi ve Türk tarihi konusunda eğitmeyi amaçlamış ve Hürriyet gazetesinde de köşe yazıları kaleme almıştır. İnanılmaz bilgi birikimi ve sözel tarihi sevdiren hoş anlatısıyla Türk halkının büyük sevgi ve saygısını kazanan Ortaylı, siyasi konularda ise daha devletçi-muhafazakâr-milliyetçi yaklaşımlarıyla bazı kesimlerin eleştirilerine konu olmuştur. Ancak Ortaylı’nın siyasi görüşlerine katılmayanların bile üzerinde uzlaştıkları husus, kendisinin eşi benzeri görülmedik hafızası ve bilgi birikimidir.
Türklerin Tarihi
Kitabın “Önsöz” bölümünde eseriyle ilgili bazı bilgiler sunan Prof. Dr. İlber Ortaylı’ya göre, Türkler, dünya tarihinin en önemli öznelerinden birisidir. Öyle ki, Türkler olmadan Avrupa devletlerinin tarihi incelenemez. Benzer şekilde, Slav-Rus tarihi de Türkler hesaba katılmadan anlaşılamaz. Keza Türklerle ilgili ciddi bilgi sahibi olmadan Ortaçağ, Rönesans ve Birinci Dünya Savaşı hakkında da ciddi bilimsel çalışmalar yapılamaz. Ayrıca Ortaylı, Türk tarihçiliğinin milliyetçi/faşist bir çizgide verildiği görüşünü de reddetmekte ve eğitim kalitesinin de düşük olduğunu düşünmektedir.
İlber Ortaylı’ya göre, Türk tarihi konusunda yaşanan temel zorluklardan birisi de, yazılı kaynakların az olması nedeniyle isim, menşe, hatta coğrafi mekân tespiti konusunda çeşitli zorlukların yaşanmasıdır. Bu bağlamda, Çin, Hint, İran, Mısır gibi yerleşik ve yazıya sahip eski halkların tarihini yazmak daha kolayken, tarihsel süreçte sıklıkla göç eden, yazılı ve yerleşik kültürü daha geç benimseyen ve diğer milletler/uygarlıklarla sıklıkla kaynaşan Türklerin tarihini yazmak çok daha zorlu bir süreçtir. Bu bağlamda, tarihte geriye gittikçe, Türk tarihi de biraz daha muğlak ve tartışmalı bir hâl almaktadır. Buna karşın, Rus Türkolog Dmitri D. Vasilyev’in çalışmalarıyla da ortaya çıkan bulgular, Orta Asya’daki Türk medeniyetinin sahici ve köklü olduğunu göstermektedir.
Ortaylı’ya göre, Türkler, yaklaşık 1.200 yıl boyunca Çin’in iç sınırlarından Tuna boyuna kadar gezinen, 1.100’lerden itibaren de Anadolu’ya gelen ve son bin yıldır Anadolu’da kök salan bir kavimdir. Bu bağlamda, Anadolu, 11. asrın sonlarından itibaren ve 12. asır boyunca Türkleşmeye başlamış ve o tarihten beri de Türk yurdu olmuştur. Nitekim İtalyan kaynaklarına göre, İtalyanlar, daha 12. asırdan itibaren Anadolu’ya “Türkiye” demeye başlamıştır. Bu konuda özellikle Papalık arşivlerinin açılabilmesi durumunda, Türk tarihi konusunda yeni belge ve bulgulara ulaşmak mümkün olabilecektir. Türklerin Anadolu’ya girişi konusunda 1071 Malazgirt Savaşı önemli bir dönüm noktası kabul edilirken, Miryokefalon Savaşı (1176) da önemli bir diğer dönüm noktasıdır. Bu dönemden itibaren yapılan Haçlı Seferleri de Türk tarihinin gelişiminde önemli rol oynamıştır. “Anadolu” terimi ise, Yunanca’da “doğu” anlamına gelen “Anatolia” ifadesinden gelmektedir. Türkler, Anadolu’ya uzun süre “Diyâr-ı Rum” dediyseler de, zamanla Anadolu ve Türkiye (Türkiya) tabirleri yaygınlık kazanmıştır. Avrupalıların “Turchia“, “Turcmenia“, “Turkei“, “Türkenland“, “Turquie” gibi ifadelerle uzun asırlardır ifade ettikleri yeni Türk yurdu Anadolu’nun “Turkey” ifadesini alması ise, kesin bilinmemekle birlikte, Anglo Saksonların Türk yurdunun ismiyle Hint Adaları’nın ünlü kuşu (hindi) arasında bir bağlantı kurmaları sonucunda olmuştur. Bu konuda son dönemde devletin aldığı karar doğrultusunda “Turkey” ifadesi yerine “Türkiye” ifadesi tercih edildiyse de, bu, Ortaylı’ya göre de gereksiz bir alınganlığın sonucudur. Zira ülke olarak “Turkey” adı büyük “T” harfiyle yazılırken, hindi için küçük “t” harfiyle “turkey” denilmekteydi. Ancak 19. yüzyılda hakikaten de Osmanlı’yı sembolize etmek için fesli hindi ve tavuk kuşu resimlerinin Avrupalı kaynaklarda kullanıldığı görülmekteydi. Ortaylı, bu bağlamda son yıllarda gündeme gelen “Türkiyeli” ifadesini de reddetmekte ve bunun hem pratik (tercüme edilebilmesi), hem de tarihsel olarak hatalı olacağını düşünmektedir.
Ortaylı, daha sonra Türk kimliğine dair bazı önemli saptamalarda bulunmaktadır. Yazara göre, Türklük sanatla, bilimle, kültürle yoğrularak oluşmuş bir kimlik değildir. Tam tersine, doğrudan doğruya kan, ateş ve kavgayla oluşmuş ve bu nedenle de Türklerde yabancı düşmanlığı (xenophobia) yaygın bir eğilim olagelmiştir. Bu bağlamda, Türkler, hareketli ve asker bir kavim olarak ön plana çıkmıştır. At yetiştirmek, silah üretmek ve demiri iyi kullanmak Türklerin tarihsel özelliklerinden birkaçıdır. Silah üretimi dışında silah ticareti de Türkler için her daim önemli bir uğraş olmuştur. Nitekim 12. yüzyılın düşünürü Kadı Ahmed Endülüsi demiştir ki, “Türklerin medeniyete felsefe, matematik, coğrafya, tarih yazma/yapma konusunda katkıları yok ama pratik zekâlıdırlar, silah ticareti yaparlar“. Bu bağlamda, Türklerde devlet anlayışı çok önemli ve güçlü olmuştur. Orta Asya’da çoğunlukla Şaman olan Türklerin bir bölümü, İslamlaşana kadar Hıristiyanlığa intisap etmiş ve Karamanlı dediğimiz grup böyle neşet etmiştir. Ata binmek, at üstünde savaşmak gibi konularda ileri giden Türkler, Budizm, Maniheizm ve diğer monoteist dinlerden etkilenen ve daha çok militarist (askeri) kültür etrafında şekillenen bir kavim olagelmiştir. Göktürklerin 730’lu yıllarda Orhun Irmağı bölgesinde diktiği anıt kitabeler (Orhun Yazıtları), bugün Türk yazılı edebiyatının başlangıcı kabul edilmektedir. Bu bağlamda, Türklerin İslamiyet’e geçişlerinde en önemli dönem 10. yüzyıldır. Oğuz boyları, bu asırda İslam’ı kabul etmiş, ancak bazı Türk boylarının Müslüman oluşu çok daha sonraları (örneğin Karaçayların 18. yüzyılda) gerçekleşmiştir. Bu bağlamda ilk Müslüman Türk devleti Karahanlılar olarak not edilmelidir. Gazneliler ise Müslüman yöneticileri olan ama Müslüman olmayan bir çoğunluk nüfusunu yönetmişlerdir.
Prof. Dr. İlber Ortaylı’ya göre, Türklerde otorite ve hiyerarşi çok önemlidir. Bu bağlamda, ticaret ve demokrasi gibi özelliklerinden ziyade, Türkler, askeri nitelikleri, disiplinleri ve hiyerarşik sistemleriyle tarih boyunca ayırt olmuşlardır. Nitekim Türk coğrafyalarında Avrupa’daki gibi şehir-devlet tipolojisi de oluşmamıştır. Zira Türkler geniş arazilerde büyük asker grupları beslemek istedikleri için küçük idari birimleri tercih etmemişlerdir. İkincisi, toplum da kervan ticareti ve merkezi hükümetin hizmetiyle iş yapmaya yatkındır ve Avrupa halkları gibi kendi sulama arkları, barajları vs. olan ve kendine yetebilen şehir-devlet idari birimini geliştirmeyi başaramamıştır. Bunların yanı sıra, Türklerin din değiştirmeleri de tarih boyunca görülen bir durum olmakla birlikte, milli kimliklerini kaybetmemeleri dikkat çekmiştir. Şamanizm’den çıkış sürecinde Bizans propagandasıyla yaygın şekilde Hıristiyan olarak Türkler veya Uygurların Nasturi rahiplerin etkisiyle Maniheizm gibi Hıristiyanlığı kabul ettikleri dönemler olmuştur. Anadolu’da Karaman Rumları olarak bilinen Türk Hıristiyanları vardır. Keza Kırım’da Yahudiliğe intisap eden Kırımçaklar gibi Türk toplulukları da olmuştur. Ancak bu grupların hepsi Türkçe konuşmayı sürdürmüş ve milli kimliklerini korumuşlardır.
Türklerin yazılı kültüre ve alfabeye geçişleri konusunda ise Göktürkler öne çıkmaktadır. Orhun Yazıtları sayesinde Göktürkçe olarak ifade edilen alfabenin varlığı ve eserleri keşfedilirken, ondan daha yaygın olan Türk alfabesi ise Uygurların kullandığı Uygur alfabesi olmuştur. 8. ve 14. yüzyıllar arasında yalnızca Uygurlar değil, diğer Orta Asya Türk topluluklarınca da yaygın şekilde kullanılan Uygur alfabesi, resmi yazışmalarda da kullanılmıştır. 11. yüzyıldan itibaren ise Arap alfabesi Türk soylu toplumlarda kabul görmeye başlayacaktır. Bu bağlamda, Türkçe hep kalmış ve gelişmiş, ancak alfabeler değişmiştir. Fakat Türkçe de dil olarak yeterince zenginleştirilememiş ve özellikle felsefe ve edebiyatta yaygın kullanılamamıştır. Ortaylı, Osmanlıca’nın da Türkçe’nin Arap harfleriyle yazılması olduğunun altını çizerek, bunun ayrı bir dil sayılamayacağına işaret etmektedir. Buna karşın, tarihsel bütünlüğü sağlamak için, Ortaylı, Türkçe’nin eski metinlerinin okunması ve bilinmesinin dar bir zümreye mahsus kalmaması gerektiğini belirterek, Osmanlıca öğretimine destek vermektedir.
Sasaniler, Karahanlılar ve Gaznelilerden sonra yazarın incelediği medeniyet ise Selçuklulardır. Selçuklular İran’a yerleştiklerinde oradaki kültürel rahatlık ve uyum sağlamışlardır. Bu nedenle, Selçuklu medeniyeti, Türk ve İran (Fars) medeniyetlerinin tam bir sentezidir. Selçuklular İran’a girdikten sonra bürokrasi Farsça’yı, ulema ise Farsça’nın yanı sıra Arapça’yı kullanmaya başlamıştır. İran Büyük Selçukluları, hilafetin yanında Sultanlık kurumunu da geliştirmiş ve 11. asırdan itibaren İslam tarihinde Türk dönemi başlamıştır. Malazgirt Savaşı ise Anadolu’nun kapılarını Türklere açan savaş olsa da, aslında Dânişmendliler de aslında yaşamıştır. Malazgirt Savaşı ile ilk defa Roma Katolik Kilisesi Türklere karşı ittifak misyonu üstlenmiş ve Haçlılar, İslam’ın ilerleyişini durdurmaya karar vermişlerdir. Ancak bu savaş ile Anadolu’ya Türkler yerleşmiş ve Miryokefalon Savaşı ile de kalıcı olacakları anlaşılmıştır. Selçuklularda ülke toprakları hanedanın ortak mülkü kabul edilirdi. Sultan’ın çocukları Vali sıfatıyla bazı yerleri idare etmiş ve veraset sorunu çözülmeye çalışılmıştır. Cem Sultan vakasının da gösterdiği üzere bu konu devletin bekâsı adına önemli olabilirdi ki, Osmanlılar, bu konudaki sert uygulamaları kardeş katline kadar götürmüşlerdir. Ayrıca toprak yönetimi konusunda Selçuklular ikta sistemini geliştirmişlerdir. Claude Cahen, bu sistemin Bizans sistemi olduğunu vurgularken, Türk tarihçilere göre (örneğin Osman Turan) Selçuklular Türklere özgü bir sistem geliştirmişlerdir. Selçuklularda Nizamiye Medreseleri’nin kurulması da önemlidir. Ayrıca askerlik alanında yenilikler yapılmış ve devlete askeri bir kastın hâkim olması anlayışı geliştirilmiştir. Ancak örneğin denizcilik Türklerde pek gelişmemiştir ve Türkiye ancak son asırda denizci olmayı başarmıştır.
Sonuç
Bu gibi önemli bilgilerin yer aldığı eser, bir ders kitabı gibi kronolojik ve tematik anlatımı olmasa da, kolay okunur ve bilgileri tazelemek ve bazı yanlış bilinenleri öğrenmek bağlamında okunabilecek faydalı bir eserdir. Ancak elbette Tarih branşında ülkemizde var olan genel milliyetçi-muhafazakâr atmosferin varlığını ve bunun Ortaylı’ya sirayet ettiğini inkar etmek de bence yanlış olmayacaktır. Zira sınıfsal ve yapısal ekonomik değerlendirmelerin noksanlığı, bu noktada yazarın ve genel olarak Osmanlı tarihçilerinin daha çok üstyapı faktörlerine odaklandığını göstermektedir. Buna karşın, Karahanlıların ilk Müslüman Türk devleti sayılması gerektiği konusundaki tespit, “Türkiye-Turkey” tartışmaları konusundaki gereksiz alınganlığa yönelik eleştiri ve övgü gibi söylenmesine karşın aslında eleştiri gibi de algılanabilecek olan Türklerin ticaret ve demokrasiden çok askerlik, disiplin, hiyerarşi gibi özellikleriyle tarihsel süreçte öne çıkmaları gibi hususlar benim açımdan önemlidir. Bu nedenle, Türk tarihi meraklılarının kitabı alarak detaylı bir okuma yapmaları faydalı olacaktır.
Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ