YASED RAPORLARI IŞIĞINDA TÜRKİYE’YE SON YILLARDA GELEN DOĞRUDAN YABANCI YATIRIMLARIN ANALİZİ

upa-admin 14 Haziran 2024 396 Okunma 0
YASED RAPORLARI IŞIĞINDA TÜRKİYE’YE SON YILLARDA GELEN DOĞRUDAN YABANCI YATIRIMLARIN ANALİZİ

Giriş

Gelişmekte olan ülkelerde ekonomik başarıyı etkileyen ve ekonomideki başarı ve fırsat algısını pozitif yönde geliştirererek yeni yatırımları tetikleyen önemli bir faktör de “doğrudan yabancı yatırım” veya “uluslararası doğrudan yatırım” şeklinde Türkçe’ye çevrilmiş olan “Foreign Direct Investment” olgusudur. Bu yazıda, Türkiye’deki uluslararası doğrudan yatırımların tek temsilcisi durumundaki YASED – Uluslararası Yatırımcılar Derneği’nin hazırladığı raporlar doğrultusunda, Türkiye’ye son yıllarda gelen doğrudan yabancı yatırımların menşei analiz edilecektir.

Doğrudan Yabancı Yatırım (FDI) Nedir?

Uluslararası literatürde kısaca FDI olarak bilinen doğrudan yabancı yatırım, “bir ülkedeki firma veya bireyin başka bir ülkede ticari amaçla yaptığı yatırımdır“. Ekonomi Terimler Sözlüğü ise, doğrudan yabancı yatırımı şu şekilde tanımlamaktadır: “Yatırımcının yerleşiği olduğu ekonomi dışındaki bir ekonomide bir işletmenin yönetimini kontrol ettiği veya yönetiminde söz sahibi olduğu uzun vadeli bir yatırım şeklidir. Doğrudan yabancı yatırımda, yatırımcının işletmenin sermayesinde % 10 veya daha fazla paya sahip olması veya yönetimde söz sahibi olması esastır.” Çok uluslu şirketler aracılığıyla yapılan doğrudan yabancı yatırım, kuşkusuz, bir ülkeye iyilik yapmaktan ziyade, kârlılık ve risk dengesi doğrultusunda ve sermaye sahiplerinin kendi ülkelerinden daha avantajlı koşullar elde etmeleri durumunda yöneldikleri bir seçenektir.

Doğrudan yabancı yatırımı kategorize etmek isteyen ekonomisler, genelde üç farklı tür üzerinde durmaktadırlar. Bunlar; dikey, yatay ve konglomera doğrudan yabancı yatırım olarak bilinmektedir. İlk tür olan Yatay Doğrudan Yabancı Yatırımda, yatırımcı, kendi ülkesinde faaliyet gösterdiği alan ile aynı niteliklere sahip olan bir yabancı şirkete yatırım yapmaktadır. İkinci tip doğrudan yatırım türü olan dikey doğrudan yatırımda, ana faaliyetler farklıdır. Ancak yine de, ana faaliyet ile bağlantısı bulunan yabancı bir şirkete yatırım yapılması söz konusudur. Üçüncü ve son tip olan konglomera doğrudan yabancı yatırımda ise, yatırımcı, kendi alanı ile ilişkisi bulunmayan bir yabancı şirkete yatırım gerçekleştirmektedir. Dolayısıyla, konglomera modelinde, yatırımcının görece deneyimsiz olduğu bir sektöre yatırım gerçekleştirdiği dahil olduğu belirtilmelidir.

Türkiye’de Doğrudan Yabancı Yatırımlar

Her yeni kurulan devlet gibi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yerli sanayisini geliştirmeye yönelik olara daha devletçi-korumacı politikalar uygulayan Türkiye’de, ilk 1954 yılında Demokrat Parti (DP) iktidarı döneminde bu konuda bir yasa yapılmış ve 6224 sayılı Kanun ile dönemine göre oldukça liberal bir Yabancı Sermaye Kanunu anlayışı benimsenmiştir. 1960’lı ve 1970’li yıllarda ağır sanayi ihtiyacını karşılamak için yeniden kısmen korumacı politikalara yönelen Türkiye, bu konuda gerekli atılımları sağladıktan sonra ise, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından Anavatan Partisi (ANAP) iktidarında bir kez daha liberal anlayışa yönelmeye başlamıştır. Bu dönemde gerekli hukuki altyapıyı oluşturan Türkiye, buna rağmen doğrudan dış yatırım anlamında cazip bir ülke olmaya ancak 2000’lerde başlayabilmiştir. Macro Trends‘in verilerine bakılacak olursa, ilk kez 1970 yılında doğrudan yabancı yatırım alan Türkiye’de, doğrudan yabancı yatırımların gayrisafi milli hasıladaki oranının yüzde 1’in üzerine çıkması ancak 2001 yılında gerçekleşmiştir. Bunun temel sebebi, 2000’ler öncesinde Türkiye’nin neredeyse her 10 yılda bir askeri darbe veya müdahalelerin (1960, 1971, 1980, 1997) yaşandığı ve hukuk devleti anlayışının oturmadığı istikrarsız bir görünüm çizmesi olmuştur.

2006-2008 döneminde Türkiye’ye gelen doğrudan dış yatırımda zirveye ulaşılmıştı

Bu bağlamda, kuşkusuz, doğrudan dış yatırım, bir ülkenin siyasi ve dış politik çizgisi ve hukuk düzeni algısıyla yakından alakalıdır. Örneğin, Türkiye’de ekonominin aslında dibe vurduğu 2001 yılında doğrudan yabancı yatırımların artmaya başlaması, 1999 yılında Helsinki Zirvesi ile Avrupa Birliği’ne aday ülke haline gelen Türkiye’nin üyeliğinin ciddi bir ihtimal haline gelmeye başlaması ve o dönemde iktidarda olan üçlü koalisyon (DSP-MHHP-ANAP) hükümetinin reformlar ve ulusal program hazırlamak yönündeki çabalarıdır. Nitekim Türkiye’de doğrudan yabancı yatırımların tarihteki en yüksek seviyesi (22 milyar doların üzeri-2007) ve oranına (gayrisafi milli hasılanın yüzde 3,24’ü-2006) ulaştığı dönem de 2006-2007 olmuştur ki, bu dönemin ayırt edici özelliği de Ankara’nın Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP/AK Parti) iktidarı aracılığıyla AB ile 2005 yılı sonunda tam üyelik müzakerelerini resmen başlatması, AB üyeliği için kapsamlı bir reform sürecine -ana muhalefet partisi CHP’nin de desteğiyle hız vermesi- ve hukuk devleti algısını güçlendirmesi olmuştur. Bu sayede doğrudan dış yatırım düzeyi artan Türkiye, ilerleyen yıllarda AB üyeliği ve hukuk devleti algısı azaldıkça ise, daha az yatırım çekmeye başlamıştır. Yine de 2011 ve 2015 yıllarında Türkiye’nin iyi performans göstermesi dikkat çekicidir. 2021’den itibaren de doğrudan dış yatırımda yeniden bir hareketlenme gözlemlenmeye başlaması pozitif bir husustur.

Son Yıllarda Türkiye’ye Gelen Doğrudan Dış Yatırımlar

YASED yıllık raporuna göre 2021 yılında 14 milyar dolar düzeyini aşan ve 5 yıllık olumsuz trendin ardından yeniden yükselişe geçen Türkiye’ye gelen doğrudan dış yatırımlar, özellikle yabancılara yönelik konut satışları sayesinde yeniden pozitif yönlü bir ivme yakalamayı başarmıştır. Öyle ki, toplam doğrudan dış yatırımların yüzde 41’i ve 5,8 milyar dolarlık önemli bir kısmı, yabancılara yönelik konut satışlarından elde edilmiştir. Yatırım sermayesi girişleri ise 7,6 milyar dolar ile en büyük orana sahip olan alan olmaya devam etmiştir.

Türkiye için doğrudan dış yatırım alanında en kritik coğrafyalar Avrupa ve Birleşik Krallık olarak öne çıkıyor

Siyaset-dış politika alanında Türkiye’ye yön vermesi ve dikkate alınması beklenen önemli bir husus ise doğrudan dış yatırımların nereden geldiğiyle alakalıdır. Şöyle ki, 2021 yılında Türkiye’ye gelen doğrudan dış yatırımların yüzde 53’lük çok büyük kısmı, Avrupa Birliği ülkeleri ve Birleşik Krallık kaynaklıdır. Amerika kıtasının payı yüzde 16, Uzak Doğu’nun yüzde 11 ve Ortadoğu’nun payı yüzde 10 düzeyindedir. Bu anlamda, Türkiye’ye yönelik doğrudan dış yatırımlarda en çok öne çıkan ülkeler ise Birleşik Krallık (İngiltere), Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Hollanda, İsviçre, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Almanya, Lüksemburg ve Güney Kore’dir.

Yorum ve Sonuç

Bu verileri yorumlamak gerekirse, Türkiye’nin son iki yılda toplam dış ticarette Rusya (1.) ve Çin Halk Cumhuriyeti (2.) gibi ülkelerle rekor düzeye ulaşmayı başarmasına karşın, yalnızca ihracatta değil, doğrudan dış yatırım anlamında da AB üyeleri, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile -tarihsel müttefiklik ilişkilerinin doğal bir sonucu olarak- yakın ilişkilerinin olduğu ve bunların korunmasının gerektiği belirtilmelidir. Bu anlamda, Rusya ve Çin karşısında açık farkla “net ithalatçı” olan Ankara, bu tabloyu dengelemek adına mutlaka bu ülkelerle ticaretini dengeye getirmeli ve bu ülkelerden daha fazla doğrudan yatırım çekmeyi sağlamalıdır. Batı ile ilişkileri çok germemek, içeride -sistemik sorunlara rağmen- hukuk devleti ve demokratik düzene dönüşe gayret etmek ve Doğu Akdeniz, Kıbrıs, Avrupa tarihi vs. gibi konuları iç siyasete kurban etmemek de Ankara adına akılcı bir tavır olabilir. Zira Türkiye için Batı pazarlarının kapanması veya doğrudan dış yatırımların azalması, ekonomi adına kalıcı zararlara neden olabilecektir. Bu doğrultuda, Batı ile ilişkileri germeden diğer coğrafyalara açılmak ve örneğin BRICS üyeliği gibi daha fazla doğrudan yatırım çekmeyi sağlayabilecek bir hedef gerçekleştirilebilirse, bu, kuşkusuz Türkiye’nin lehine bir durum oluşturabilecektir. Ancak bu adımların Batı ile koordineli ve kriz yaratmadan gerçekleştirilebilmesi elzem bir husustur.

Dışişleri eski Bakanlarımızdan rahmetli İsmail Cem (1997-2002), dış politikayı “bir ülkenin milli menfaatlerinin matematiksel ifadesi” olarak tanımlarken, kuşkusuz güvenlikle birlikte ekonomik menfaatleri de vurgulamak istemiştir. Bu bağlamda, akılcı ve gerçekçi dış politika, ulusun ve devletin güvenliği, esenliği ve toplumun refahını sağlayacak temelde planlanmalı ve icra edilmelidir. Dünyada yeni gelişen trendler ve geleceğe yönelik stratejik adımlar da özenle düşünülmeli ve inceden hesap edilmelidir. Bu gerçekler doğrultusunda, Türkiye’nin krizlerle çevrili zor bir coğrafyada ve iç siyasetin kısır tartışmaları gölgesinde her şeye rağmen yine de akılcı ve iyi yönetildiğini söylemek mümkündür. Türkiye’nin komşusu sayılabilecek ülkelerdeki siyasi ve ekonomik zorluklar (Ukrayna, Suriye, Irak, İran, Ermenistan vs.) düşünüldüğünde, bu durum daha iyi anlaşılabilecektir. Ancak her şeye rağmen, bu tabloyu daha da geliştirecek husus ise, hukuk devleti ve demokratik düzen algısını pekiştirecek reformlar ve devlet organlarının uyumlu çalışabileceği ülkeye ve topluma uygun bir siyasi sistemdir. Bunun başarılması durumda, kuşkusuz, daha fazla doğrudan yatırımlarla birlikte, Türkiye ekonomisi kısa sürede daha da başarılı olabilecektir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

Kapak fotoğrafı: https://www.invest.gov.tr/en/pages/turkey-fdi-strategy.aspx

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.