İKİNCİ ÇÖZÜM SÜRECİ: SİYASİ RETORİK VE TOPLUMU İKNA ETMEK

upa-admin 01 Haziran 2025 233 Okunma 0
İKİNCİ ÇÖZÜM SÜRECİ: SİYASİ RETORİK VE TOPLUMU İKNA ETMEK

Terörsüz Türkiye” hareketinin en önemli parçalarından biri olan İkinci Çözüm Süreci, Türk siyasetinin odak noktası konumunda. Terör örgütünün silah bırakması ve ardından yapılması planlanan “demokratik açılım“, özellikle ikincisinin içeriğinin tam olarak bilinmemesi nedeniyle oldukça temkinli yaklaşılan konular. Ülkelerin kaderini değiştirecek bu büyüklükteki siyasi hareketlerin toplumun desteğini almadan gerçekleşmesi, aynı zamanda bu süreçlerin ölü doğması anlamına geliyor. Peki, İkinci Çözüm Süreci’nin toplumdaki karşılığı nedir? Toplum bu konuda ikna olmuş mudur, yoksa toplumda söz konusu süreçle ilgili istediği karşılığı bulamayan siyasiler toplumu ikna etmeye mi çalışmaktadır?

Ünlü siyaset bilimci Niccolo Machiavelli (Makyavel), Prens adlı kitabında güç ve iktidarda kalma  kavramlarını merkezine oturttuğu Makyavelist bakış açısını dünya siyasetiyle tanıştırmıştır. Machiavelli, hükümdarlar ve yöneticiler açısından önemli olanın iktidarda kalmak ve gücü elinde tutmak olduğunu, bunu yapabilmek için de halkı ikna etmek gerektiğini söyler. Peki, halkı neye ikna etmek gerekir? Machiavelli buna şöyle cevap verir: “Yaptığınız şeylerin sizin iktidarda kalmanız için değil, devletin bekâsı için gerekli olduğuna ikna etmelisiniz.” İşte bu Makyavelist bakış açısını akıllarının bir köşesinde tutan şüpheciler, söz konusu süreçle ilgili atılan her adımı “devletin bekâsı” süzgecinden geçirmekteler. Peki, halkın ikna edilmesi gerektiğini kabul ediyorsak bu bizi ikinci bir soruya götürecektir. Bu soru şudur: Halk bu sürece nasıl ikna edilebilir? İşte bahsettiğimiz siyasi retorik burada devreye girmektedir.

Bahsedilen siyasi retoriğin merkezinde şüphesiz “barış” kavramı bulunmaktadır. Süreçle ilgili olarak hem devlet, hem de DEM Parti tarafı ısrarla “barış” sözcüğünü tekrarlamaktadır. Bu süreçle birlikte barışın hâkim olacağı, bu sürece karşı çıkanların ise aynı zamanda barışa da karşı çıktıkları vurgulanmaktadır. İşte bu söylem, sürecin psikolojik tarafı açısından oldukça yaşamsal gözükmektedir.

Öncelikle “barış” kavramı oldukça pozitif bir kavramdır. Dolayısıyla, buna karşı çıkmakla itham edilen kişiler halkın nezdinde otomatik olarak negatif kişiler olarak kodlanmaktadır. Bu açıdan, bu, oldukça zekice bir psikolojik hamledir. Ancak unutulmaması gereken nokta şudur: Sürece temkinli yaklaşanlar barış karşıtı değildir, sadece “ne olursa olsun barış” kavramına karşı çıkmaktadırlar. Ülkede terörün sona ermesi, silahların susması, Güneydoğu Anadolu Bölgesi dahil her bölgede huzurun olması şüphesiz en çok istenen şeydir, ancak bu “barış“ın karşılığının ne olduğunun bilinmesi gerekmektedir. Bunu sorgulayan herkesin “barış karşıtı” etiketiyle susturulmaya çalışılması bizatihi sürecin kendisine zarar verecektir. Süreci kabul etmeyen kişilerin bu psikolojik hamlelerle susturulması sadece baskı yolu ile toplumdaki düşünce özgürlüğünün ortadan kaldırılmasıdır ki baskılanan düşünceler daha da radikal hale gelmektedirler.

Barış kavramıyla ilgili bir diğer sorunsa meşruiyet sorunudur. Türkiye Cumhuriyeti bir devlet olarak resmi ve meşru bir konuma sahiptir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir barış yapabilmesi için karşısında tıpkı kendisi gibi resmi ve meşru bir muhatabı olması gerekmektedir. Bu siyasi değil, aynı zamanda hukuki bir sorundur. Sürekli barış kavramının kullanılması terör örgütüne de bir meşruiyet kazandırmaktadır. Oysa Türkiye Cumhuriyeti bir savaşta değildir, terörle mücadele etmektedir. Bunu bitirmek “barış yapmak” değildir. Aksi halde teröristler için “gerilla” kavramını kullanan terör örgütü ile benzer bir dil kullanılmaya başlanacaktır. Terörist ve gerilla kavramları arasındaki anlam farklılığının bilinçli olarak görmezden gelinmesi, “barış” kavramının da zehirlenmesine yol açacaktır.

Alman sosyolog Max Weber, devleti, “belirli bir coğrafya üzerinde şiddeti kullanma tekelini meşru biçimde elinde bulunduran insan topluluğu” olarak tanımlamaktadır. Bu tanım göstermektedir ki, devlet, kendi toprakları içerisinde başka bir topluluğun şiddet kullanmasını normal görüyor ve şiddet kullanma tekelini paylaşıyorsa, bu durumda devlet tanımı sorgulanmalıdır. Devlet, kendi topraklarında şiddet uygulayan bir terör örgütüyle barış yapma durumunda değildir. Devlet dediğimiz olguda kavramların ne kadar önemli olduğunu düşündüğümüzde, özellikle süreci yürüten devlet aklının bu süreç boyunca kullandığı sözcüklere oldukça dikkat etmesi gerekecektir.

Demokratik olduğunu iddia eden hükümetlerde ve toplumlarda bu tür süreçlerin oldukça saydam yürütülmesi ve toplumun gelişmeler konusunda bilgilendirilmesi gerekmektedir. Terör örgütü silah bıraktığını ilan etmiştir – ki zaten bir terör örgütü söz konusu olduğunda bu olması gerekendir. Burada sorulması gereken soru şudur: Devlet ısrarla pazarlık yapılmıyor demesine karşın terör örgütü ve DEM Parti neden ısrarla bir takım koşullardan bahsetmektedir?

Bu konu biraz daha irdelenmeyi hak etmektedir. Terör örgütünün silah bırakması karşılığında yeni anayasa taslağında ne gibi değişiklikler talep etmektedir? Örneğin, anayasanın ilk 3 maddesinin yanı sıra vatandaşlık tanımının yapıldığı 66. maddedeki “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” tanımıyla ilgili bir değişiklik öngörülmekte midir? Yerel yönetimler konusuyla ilgili olarak, özellikle güneydoğudaki yerel yönetimlere “özerklik“e varacak derecede haklar tanınacak mıdır?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, çözüm süreci ve yeni anayasa konusunun birbirinden bağımsız olduğunu vurgulamaktadır. Daha da ötesi, yine Cumhurbaşkanı Erdoğan, yeni anayasa taslağının kendisinin görev süresinin uzatılmasıyla ilgili olmadığını da söylemektedir. Bu söylemler, “terör örgütünün silah bırakması, karşılığında yeni anayasada DEM Parti’ye bir takım tavizler verilmesi ve DEM Parti’nin de yeni anayasaya destek vererek Cumhurbaşkanlığı süresinin uzatılması konusunda ittifaka katılması” gibi teorilere açıklık getirmesi açısından oldukça önemli olmakla birlikte, sürece temkinli yaklaşan milliyetçi kesimin aklında hâlâ bir takım soru işaretleri yaratabilir.

Bu bağlamda şu konunun iyi irdelenmesi gerekmektedir: Eğer herkese eşit bir anayasa isteniyorsa ve çözüm süreci bunun için gerçekleştiriliyorsa, bu durumda her kesimin aşırı milliyetçi kanatlarının törpülenmesi gerekmektedir. Peki  şu anda gerçekleşen bu mudur? Eğer durum böyleyse, neden açıkça Kürt milliyetçiliği yapan DEM Parti muhatap alınırken Türk milliyetçiliği ısrarla bastırılmak istenmektedir? Türk halkı DEM Parti’yi muhatap almak zorunda bırakılırken, neden aynı Türk halkı Zafer Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ’dan süreçle ilgili düşüncelerini dinleyememektedir? Devletin kastı olsun ya da olmasın, bu tür tek taraflı süreçler “Kürt Sorunu“nu ortadan kaldırmaya çalışırken ironik bir şekilde, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde, bizzat Türklerin ülkesinde bir “Türk Sorunu“na yol açabilir.

Tüm bunlar dikkate alındığında, devlet açısından bu süreci sağlıklı bir şekilde yürütmenin tek yolu sürecin saydam, adil ve hassasiyetlere dikkat edilerek yürütülmesi olacaktır. Süreç boyunca toplum mühendisliğinden uzak durulmalı, Türk toplumu normalde evet demeyeceği, toplumun üzerinde travma yaratabilecek bir takım pratiklere maruz bırakılmamalıdır. Terör sorununun çözülmesi biz Türk vatandaşlarının ortak arzusudur, iş ki bu durum yeni toplumsal travmalar yaşanmadan çözülebilsin.

Erol NAGAŞ

Kapak fotoğrafı: BBC News Türkçe

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.