ZAMANA KARŞI STRATEJİ OYUNU: PUTIN-WITKOFF GÖRÜŞMESİ

upa-admin 07 Ağustos 2025 833 Okunma 0
ZAMANA KARŞI STRATEJİ OYUNU: PUTIN-WITKOFF GÖRÜŞMESİ

Giriş

Uluslararası ilişkiler tarihinin kritik dönemeçlerinde, devletlerarası müzakereler, çoğu zaman resmî belgelerden çok gayrıresmî jestler, arka kapı temaslarI ve sembolik güç gösterileri üzerinden şekillenmiştir. Geçtiğimiz günlerde ABD Başkanı Donald Trump’ın özel temsilcisi Steve Witkoff’un Kremlin’de Vladimir Putin’le gerçekleştirdiği üç saatlik görüşme, bu bağlamda klasik diplomasinin sınırlarını aşan ve doğrudan liderlik ekseninde kurulan yeni tür bir iletişim biçiminin temsili olarak dikkat çekmektedir. Ne bir diplomat, ne de siyasetçi olan Witkoff’un bu ziyareti, yalnızca içerdiği mesajlar değil, temsil biçiminin kendisiyle uluslararası güç mimarisinde önemli bir kırılmayı işaret etmektedir.

Trump yönetiminin nükleer tehdit, askeri hareketlilik ve yaptırım dili üzerinden yeniden şekillendirdiği dış politika retoriği, Putin’in stratejik sessizliği ve Medvedev’in “Dead Hand” imalarıyla birleştiğinde, taraflar arasında yalnızca bir siyasi çatışma değil, aynı zamanda bir iletişim düzeni savaşı ortaya çıkmıştır. Bu savaş, klasik jeopolitik hesaplardan çok daha fazlasını içermekte; diplomasinin zamanla, anlamla ve imajla kurduğu ilişkiyi yeniden tanımlamaktadır. Nitekim üçlü zirve önerileri, açık müzakereden çok stratejik bir “olasılık yönetimi” olarak devreye alınmış; müzakere çağrıları, içerikten önce gündem kontrolü üretmenin aracı hâline getirilmiştir.

Bu makale, Trump’ın tehdit diplomasisinden Putin’in zaman kazanmaya dayalı pozisyon alımına, Medvedev’in sembolik psikolojik operasyonlarından Kremlin’in kişiselleştirilmiş diplomasiye verdiği yanıta kadar uzanan çok katmanlı süreci analiz etmektedir. İnceleme, yalnızca aktörlerin niyetlerini değil, bu niyetlerin nasıl temsil edildiğini, nasıl biçimlendirildiğini ve hangi stratejik bağlamlarda dolaşıma sokulduğunu da açığa çıkarmayı hedeflemektedir. Böylece uluslararası krizlerin yalnızca içeriğiyle değil, biçimiyle de nasıl araçsallaştırıldığını ortaya koyan bir analitik çerçeve sunulmaktadır.

Trump’ın Sınırları Zorlayan Ültimatomu

ABD Başkanı Donald Trump, yeniden seçilmesinden kısa bir süre sonra Ukrayna Savaşı’nda Rusya’nın tutumunu açık şekilde hedef almış, kamuoyuna doğrudan hitap eden restleşmelerle Washington’ın yeniden agresif bir diplomasi diline döndüğünü ilan etmişti. Bu dönüş, sadece siyasi söylemle sınırlı kalmamış; NATO üyeleriyle yapılan görüşmeler, Ukrayna’ya yönelik askeri destek planları ve kamuoyuna açık şekilde ilan edilen “on günlük mühlet” gibi söylemlerle askeri ve ekonomik baskı araçları somut şekilde devreye sokulmuştu.

Trump’ın Rusya’ya tanıdığı mühletin niteliği, klasik bir müzakere çağrısı olmaktan ziyade, bir jeopolitik ültimatom karakteri taşımaktaydı. Bu mühletin merkezinde, Rusya’nın Ukrayna cephesinde yeni saldırılarını durdurması, müzakere masasına oturması ve Avrupa güvenliği konusunda yeniden yapılandırılmış bir diplomatik çerçeveye evet demesi gibi talepler yer alıyordu. Ancak Trump, bu talepleri sadece sözle değil, somut caydırıcılık hamleleriyle destekledi: ABD’ye ait nükleer denizaltıların Rusya sınırına yakın sularda konumlandırıldığı duyuruldu. Bu hamle, Pentagon’un koordinasyonunda mı, yoksa Trump’ın şahsi talimatıyla mı gerçekleştiği sorularını beraberinde getirse de, uluslararası kamuoyunda algılanan esas mesaj açıktı: Trump, Putin’e artık klasik protokol düzeyinde değil, doğrudan liderler arası güç diliyle sesleniyordu.

Bu atmosferde Kremlin’in resmi yanıtı alışıldık Rus stratejik sabrını yansıttı. Kremlin sözcüleri, nükleer denizaltıların yer değiştirmesini “askerî anlamda dikkat çekici ama sürpriz olmayan bir durum” olarak yorumladı. Ancak buna paralel olarak, eski Rusya Devlet Başkanı ve Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Dmitri Medvedev’in sosyal medya üzerinden yaptığı “nükleer caydırıcılık” içerikli açıklamalar, Moskova’nın da bu süreci sadece izlemekle yetinmediğini ortaya koymaktadır. Medvedev’in Sovyet döneminden kalan ve halen aktif olup olmadığı bilinmeyen ‘Dead Hand’ sistemine gönderme yaparak Batı’ya üstü kapalı gözdağı vermesi, hem sembolik, hem de stratejik açıdan Trump’ın çıkışına verilen bir “asimetrik karşılık” niteliğinde olduğunu vurgulamamız lazım. Ayrıca Rus kamuoyunda ABD Başkanlarına yönelik alışıla gelmiş bir karşıt durumun zıttı olarak Trump için farklı değerlendirmeler mevcut. Trump’ın yaklaşan ara seçimler için kendi kamuoyunu etkilediği yönünde bir görüşün hâkim olduğunu da belirtmemiz gerekiyor.

Bu gerilim bağlamında Trump’ın sadece Kremlin’e değil, aynı zamanda Avrupa’daki müttefiklerine de ciddi mesajlar verdiği açıktır. Zira Trump’ın tavır ve vurgularında sadece Moskova’ya değil, Brüksel’e dönük de politik mesajlar davar. NATO’nun çatırdayan ittifak ruhunu yeniden yapılandırmak isteyen Trump, bir yandan Berlin, Paris ve Londra’yı kendi çizgisine çekmeye çalışırken, diğer yandan Moskova’ya gözdağı vererek uluslararası gündemi belirleme kabiliyetini göstermekte. Nükleer denizaltıların yer değiştirmesi bu nedenle sadece askeri değil, aynı zamanda iletişimsel bir eylem olarak da ele alınmalıdır: Hem içerideki seçmene, hem de dışarıdaki müttefiklere, “ABD yeniden masaya döndü ve kuralları ben koyuyorum” mesajı vermek istenmektedir.

Trump’ın dış politika stratejisinin bu dönemde aldığı biçim, klasik devlet aklının sınırlarını aşan bir güç gösterisi olarak okunabilir. Sadece içerik itibarıyla değil, aynı zamanda kullanılan retorik düzlem açısından da alışılmadık bir dış politika tasarımı söz konusudur. Nükleer denizaltıların Rusya sınırına kaydırılması gibi sembolik ancak yüksek etkili bir karar, aslında askeri kapasitenin fiilî kullanımı olmaksızın stratejik üstünlük alanı yaratma hedefini taşıyor. Bu, Soğuk Savaş döneminde sıkça başvurulan ancak post-Sovyet dönemde norm dışı kabul edilen bir caydırıcılık biçimidir: “gösterilmiş ama kullanılmamış kuvvet” (demonstrated but non-applied force).

Bu politikayla, Trump, yalnızca Moskova’yı değil, küresel karar alıcı aktörleri de bir tehdit algı skalasına zorlamaktadır. Zira nükleer kapasitenin bu denli görünür biçimde araçsallaştırılması, nükleer normların esnetilmesi anlamına gelir. Uluslararası sistem, nükleer silahları varoluşsal bir tehdit olarak görmekte, ancak bu tehdidin açık diplomatik dilde dolaşıma sokulmasına karşı tarihsel bir tabu üretmektedir. Trump, bu tabuyu sistematik biçimde delmekte, nükleer silahların sadece sahip olunarak değil, gündeme taşınarak da etkili kullanılabileceğini göstermektedir. Bu yaklaşım, “nükleer diplomasi” kavramını askeri güvenlik stratejisinden çıkarıp iletişim teorisinin alanına taşımaktadır. Bu çerçevede, ABD yönetimi tarafından kamuoyuna açık şekilde verilen on günlük mühlet, yalnızca Moskova’ya yönelik bir baskı değil, aynı zamanda küresel diplomatik alanın yeniden tasarımı anlamına gelir. Trump, klasik diplomasi mekanizmalarını işlevsizleştiren ve zamansal baskı öğesiyle çalışan bir format kurmuştur. Mühlet, burada salt bir süre değil, aynı zamanda bir hegemonik gündem dayatmasıdır. Bu tip mühletli diplomasi, karşı tarafı yalnızca karar vermeye zorlamaz; aynı zamanda ona rasyonel hareket alanı bırakmayan bir tempo dayatır. Bu da, çatışmanın doğasını tek yönlü biçimde dönüştüren bir enstrümana dönüşür.

Pentagon’un bu süreçteki sessizliği ise dikkat çekicidir. Trump’ın kararlarının profesyonel askeri bürokrasi tarafından onay alıp almadığı, bu tehdidin kurumsal mı yoksa bireysel mi olduğuna dair soruları Rusya gündemini de meşgul ediyor. Eğer Trump bu süreci doğrudan kendi iradesiyle yönetmişse, bu durum başkanlık makamının uluslararası güvenlik stratejisini kişiselleştirdiği bir örnek olarak Rus uzmanlar tarafından değerlendiriliyor. Eğer kurumsal onay alınmışsa, bu kez ABD’nin nükleer silah söylemini içselleştirmiş yeni bir doktrine geçtiği anlamına gelebilir. Her iki senaryo da yalnızca Rusya değil, Çin, İran ve Kuzey Kore gibi nükleer strateji oyuncuları açısından da ciddi sonuçlar doğurabilecek niteliktedir.

Son olarak, bu mühlet politikasının iç kamuoyuna yönelik boyutu da göz ardı edilmemelidir. ABD’de kamuoyu, Biden yönetiminin Rusya karşısındaki “kararsızlığı” nedeniyle bölünmüş durumdayken, Trump’ın sert söylemi ve hızlı eylemliliği seçmen nezdinde liderlik ve kararlılık göstergesi olarak sunulmaktadır. Bu bağlamda, Trump’ın dış politika hamleleri, iç siyaset motivasyonuyla güçlendirilmiş ve seçmen psikolojisini doğrudan hedefleyen bir güvenlik performansı olarak okunabilir. Bu performatif strateji, Trump’ın “güç göstermek” üzerinden inşa ettiği liderlik tarzının dış politika pratiklerine yansımasıdır.

Medvedev’in Mesajları ve Kremlin’in Sessiz Cevabı

Uluslararası ilişkiler literatüründe devletlerarası kriz dönemlerinde öne çıkan en dikkat çekici olgulardan biri, “stratejik belirsizlik” ile “simgesel mesajlaşma” arasındaki gerilimdir. Bu gerilim, doğrudan diplomatik söylem yerine sembolik çıkışlar, tarihsel göndermeler ve çoğu zaman da kamusal olmayan sinyaller aracılığıyla inşa edilir. 2025 yazında ABD-Rusya hattında yaşanan gelişmeler, bu gerilimin canlı bir yansımasıdır. Bir tarafta Trump’ın askeri konuşlanma ve nükleer tehdidi yeniden gündeme taşıyan müdahaleci söylemi, diğer tarafta ise Rusya’nın çok katmanlı ve kontrollü sessizliği yer almaktadır. Bu bağlamda, eski Devlet Başkanı Dmitri Medvedev’in sosyal medya üzerinden gerçekleştirdiği üstü örtülü nükleer göndermeler, Kremlin’in bilinçli olarak tercih ettiği bir stratejik dilin parçası olarak okunmalıdır.

Medvedev’in “Dead Hand” sistemine yönelik göndermesi, salt bir tarihsel hatırlatmadan ibaret değildir. Sovyetler Birliği döneminden miras kalan ve teknik olarak stratejik otomatik intikam mekanizması olarak bilinen bu yapı, nükleer savaş senaryoları içerisinde caydırıcılığın en uç biçimini temsil eder. Literatürde “otomatik misilleme” (automated retaliation) veya “ikincil saldırı garantisi” (second-strike capability) gibi kavramlarla açıklanan bu sistem, aslında yalnızca bir askeri teknoloji değil, aynı zamanda psikolojik bir silah işlevi görmektedir. Medvedev’in bu sisteme dair ima yoluyla gündeme getirdiği açıklama, doğrudan bir tehdit barındırmamakla birlikte, karşı tarafa stratejik belirsizlik üreten bir sinyal göndermektedir. Bu, “deniability” (inkâr edilebilirlik) ile “plausible threat” (makul tehdit) arasındaki gri alanda yer alan bir mesajdır: Kremlin, resmi ağızdan konuşmadan, eski bir figür üzerinden risk hesaplaması yaptırmakta; muhataplarını doğrudan değil, sezgisel korkular yoluyla yönlendirmektedir. Bu bağlamda Kremlin’in resmi düzeyde sessiz kalmayı tercih etmesi, stratejik iletişimsizlik biçimi olarak değerlendirilebilir. Sessizlik burada edilgen bir pozisyon değil, aktif bir dış politika aracıdır. Rus dış politikası, özellikle kriz zamanlarında “sessizlikle oynama” stratejisini sıklıkla benimseyen bir çizgi izlemiştir. Bu çizgi, literatürde “deliberate ambiguity” yani “kasıtlı belirsizlik” doktriniyle paralellik gösterir. Zira doğrudan açıklama yapmak, kimi zaman kırmızı çizgileri belirlemek anlamına gelirken, sessizlik opsiyonlar alanını geniş tutar. Kremlin’in Trump’ın agresif çıkışlarına karşı resmi düzlemde düşük profilli kalması, aslında taktiksel bir temkin değil, bilinçli bir stratejik pozisyon alışıdır. Aynı zamanda Medvedev’in açıklamalarının Putin’in bilgisi dahilinde ve belki de onun direktifiyle yapıldığı varsayımı, Kremlin’in gayriresmî iletişim kanallarını nasıl sistematik biçimde yönettiğine de işaret eder. Zira Medvedev’in günümüzde yürüttüğü pozisyon ve sıklıkla “sistemin içinden ama vitrinin dışında” bir figür olarak görünmesi, onun Kremlin için sembolik tehdit aktörü olarak kullanıldığını göstermektedir. Bu durum, otokratik sistemlerde sıklıkla karşılaşılan bir yöntemdir: Resmî aktörler yapıcı diplomasi yürütürken, sistem içi figürler aracılığıyla radikal tehditler dolaşıma sokulur. Böylece hem dışa, hem içeriye farklı sinyaller eşzamanlı olarak gönderilir. Bu çifte sinyal mekanizması, hem Batı kamuoyunu belirsizlik içinde tutmakta, hem de Rus kamuoyuna “devletin güçlü olduğu” mesajını yeniden üretmektedir. Dolayısıyla, Medvedev’in açıklaması basit bir provokasyon değil, stratejik iletişim bağlamında birçok katmanlı psikolojik operasyon (PSYOP) olarak ele alınmalıdır. Kremlin, bu sayede çatışma seviyesini yükseltmeden dikkat çekici bir caydırıcılık düzeyi üretmekte, aynı zamanda Trump’ın sert söylemine karşı doğrudan cevap vermeden pozisyonunu muhafaza etmektedir.

Uluslararası krizlerde sessiz kalmak, çoğu zaman edilgenlik ya da zayıflıkla eşanlamlı kabul edilir. Oysa Rus dış politika geleneği içinde sessizlik, sıklıkla bir güç ifadesi ve stratejik araç olarak kullanılagelmiştir. Özellikle Putin döneminde bu yaklaşım, klasik diplomasi ile psikolojik üstünlük kurma stratejileri arasında hibrit bir yöntem olarak gelişmiştir. Kremlin’in Trump’ın nükleer tehdidine doğrudan yanıt vermekten kaçınarak süreci Medvedev gibi ikincil ama sembolik figürler üzerinden yürütmesi, bu stratejik alışkanlığın güncel bir örneğidir. Bu davranış, yalnızca diplomatik nezaketin değil, aynı zamanda kontrollü gerilim üretme becerisinin bir sonucudur.

Rusya’nın sessizliği, yalnızca bir söylem eksikliği değil, tam tersine, yoğun bir içerik barındıran taktiksel bir iletişimsizlik biçimidir. Burada uygulanan yöntem, literatürde “reflexive control (yansıtmalı kontrol) olarak adlandırılan Sovyet dönemine özgü bir stratejik yönlendirme formuna benzerlik göstermektedir. Reflexive control, karşı tarafın algısını yönlendirerek onun davranışlarını istenilen doğrultuda şekillendirmeyi amaçlar. Bu yöntemde, doğrudan eylemden çok, muhatabın zihinsel süreçlerine etki edecek sinyallerin verilmesi esastır. Medvedev’in üstü kapalı tehdit içeren açıklamaları ve Kremlin’in resmi açıklama yapmaktan kaçınması, Washington’ın karar alma süreçlerinde belirsizlik ve tereddüt üretmeyi hedefleyen böyle bir stratejinin parçası olarak değerlendirilebilir. Putin döneminde bu yaklaşım, sistemli bir devlet refleksine dönüşmüştür. Özellikle 2014 Kırım ilhakı sonrası dönemde Kremlin, dış politikada belirgin biçimde iki düzlemli iletişim modeli geliştirmiştir: Resmî ve gayrıresmî. Resmî düzlemde Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla dengeli ve uluslararası normlara uyumlu mesajlar verilirken, gayrıresmî düzlemde ise Medvedev, Rogozin, Zaharova ya da yer yer Lavrov gibi figürler aracılığıyla Batı’ya dönük agresif, kimi zaman da irrasyonel görünen mesajlar dolaşıma sokulmuştur. Bu çift kanallı iletişim hem iç kamuoyunun konsolidasyonunu sağlar, hem de uluslararası alanda stratejik belirsizlik üreterek karşı tarafı gerçek niyetler konusunda kararsızlığa iter.

Bu çift yönlü diplomasi pratiği, arka kapı diplomasisi (back channel diplomacy) ile de desteklenmektedir. Putin’in özellikle 2008 Gürcistan Savaşı sonrası dönemde klasik diplomasiye duyduğu güvenin azalması, onu liderler arası doğrudan temaslara ve gayrı resmî arabuluculuk kanallarına yönlendirmiştir. Bu yaklaşım, devletin dış politikasını merkezi lider figürü etrafında inşa ettiği kişisel bir diplomasi modeline dönüştürmüştür. Örneğin, Steve Witkoff’un doğrudan Putin tarafından kabul edilmesi, bu modelin güncel bir uygulamasıdır. Diplomatik protokolde karşılığı olmayan, ancak doğrudan liderlik temsiliyeti üzerinden meşruiyet kazanan bu tür görüşmeler, Kremlin için çift yönlü avantaj sağlar: Hem sürecin içeriği denetim altında tutulur, hem de gerektiğinde inkâr edilebilecek bir diplomatik esneklik alanı yaratılır.

Kısacası, Kremlin’in sessizliği, stratejik bir duruşun sessiz bileşenidir. Medvedev’in açıklamaları ve Putin’in doğrudan açıklama yapmaktan imtina etmesi, Rusya’nın bu süreçte klasik diplomasiden çok stratejik psikolojiye dayalı bir etki yaratmayı amaçladığını göstermektedir. Burada amaçlanan şey, muhatabı diplomatik masaya çekmek değil, onun zihinsel manevra alanını sınırlamak ve algı inşa etmektir. Bu nedenle, Trump’ın restleşmeci söylemine karşı Kremlin’in doğrudan yanıt üretmemesi, gerilimi düşürmek değil, yönlendirmek hedeflidir. Sessizlik, burada pasif değil, aktif bir direnç biçimidir.

Witkoff’un Kremlin Ziyareti

Uluslararası diplomaside temsilin meşruiyeti, yalnızca gönderilen kişinin pozisyonuna değil, aynı zamanda bağlamın niteliğine de bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında, Steve Witkoff’un Vladimir Putin ile yaptığı üç saatlik yüz yüze görüşme, yalnızca içerdiği mesajlar açısından değil, temsilin kendisinin sembolik gücü bağlamında da dikkat çekicidir. Witkoff’un herhangi bir diplomatik geçmişe sahip olmaması, siyasi kariyer yerine iş dünyasından gelmesi ve en önemlisi de resmî bir devlet görevlisi olmaksızın Kremlin tarafından kabul edilmesi, klasik dış politika normlarını açıkça ihlal eden bir örnek oluştursa da bu ihlal, aynı zamanda yeni bir dış politika tarzının bilinçli bir parçası olarak okunabilir: kişiselleştirilmiş diplomasi.

Steve Witkoff’un bu bağlamda seçilmiş olması, Trump’ın dış politika tahayyülünün hem kurumsal yapılardan, hem de bürokratik süreçlerden ne ölçüde uzaklaştığını gözler önüne sermektedir. Trump’ın başkanlık dönemlerinde sıklıkla görülen bu eğilim, dış politikanın iç siyasete angaje olduğu anlarda daha belirgin hale geliyor. Kurumsal diplomasi, çok katmanlı mutabakat gerektiren, zamana yayılan ve kontrol edilebilirliği düşük bir süreçken; kişisel temsilciler aracılığıyla yürütülen ilişkiler daha hızlı, esnek ve hedefe odaklıdır. Bu bağlamda Witkoff’un görevlendirilmesi, Trump’ın Putin’e mesajını doğrudan ve denetimsiz bir kanaldan iletme arzusunun ürünüdür. Bu, yalnızca bir diplomatik tercih değil, aynı zamanda bir güç gösterisidir: Devletlerarası ilişki, burada iki lider arasındaki iradi temas zeminine indirgenmiştir.

Bu tür bir temas biçimi, klasik anlamda “back channel diplomacy” tanımına dahil edilebilir. Ancak burada söz konusu olan, teknik heyetler veya arabulucular üzerinden yürüyen kapalı müzakere süreçlerinden farklıdır. Witkoff’un ziyareti, doğrudan lider iradesiyle şekillenen ve kurumsal denetimden azade biçimde gerçekleşen bir temas örneğidir. Bu nedenle söz konusu olan şey, yalnızca arka kanal diplomasisi değil, “lider merkezli stratejik haberleşme” olarak adlandırılabilecek bir iletişim biçimidir. Diplomasi, burada ne tam anlamıyla gayrıresmîdir ne de tamamen resmîdir; ikisinin arasında yer alan melez bir yapıda konumlanır. Bu melezlik, aynı zamanda stratejik belirsizlik üretir. Kremlin açısından bakıldığında, böyle bir görüşmenin gerçekleşmiş olması dahi başlı başına bir propaganda aracına dönüşebilir. Çünkü içerik paylaşılmasa da biçim kamuoyunda algı yaratmaya yeterlidir. Bu noktada Putin’in Witkoff’u kabul etmesi, yalnızca Trump’a verilen bir cevap değil, aynı zamanda Batı bloğuna yönelik sembolik bir açıklamadır. Putin, bu kabulle birlikte şunu ima etmektedir: “ABD’de muhatabım ne kurumsal yapılanmalar ne de başka bir siyasi lider, sadece Trump’tır.” Bu, yalnızca ikili ilişkilerde değil, aynı zamanda Batı’nın bütünlüğü açısından da ciddi bir kırılma olarak değerlendirilebilir. Zira Rusya, bu kabulle birlikte Amerikan iç politikasındaki bölünmeyi uluslararası arenaya taşıma politikasını tetiklemekte, hatta kurumsal diplomasi yerine kişisel lider ilişkilerine dayalı alternatif bir diplomatik hat açmaya çalışmaktadır. Bu durum, Trump’ın dış politika stilinin yalnızca iç politikaya değil, küresel düzene de meydan okuduğunu göstermektedir.

Putin’in Hesabı

Uluslararası sistemde zorlukla sürdürülen istikrar ortamlarında, liderlerin diplomatik jestleri çoğu zaman içerdiği maddi çıktılardan çok, stratejik niyetlerini anlamaya yarayan gösterenler olarak değerlendirilir. Bu bağlamda, Vladimir Putin’in, ABD Başkanı Donald Trump’ın özel temsilcisi sıfatıyla gönderdiği Steve Witkoff’u Kremlin’de kabul etmesi, dış politika kararlarının içerdiği işlevden çok, zamansal ve niyetsel bağlamıyla değerlendirilmelidir. Savaş yorgunluğu, ekonomik kısıtlamalar ve uluslararası yalnızlık içinde şekillenen Rusya’nın dış politika konjonktürü, bu görüşmeyi salt barışa açılan bir kapı olarak değil, stratejik bir zaman kazanma manevrası olarak da yorumlamaya elverişlidir. Putin’in uluslararası sistemdeki kriz anlarını zaman yönetimi üzerinden stratejilendirdiği artık bir dış politika kalıbına dönüşmüştür. Gürcistan Savaşı’ndan Kırım ilhakına, Suriye müdahalesinden Ukrayna Savaşı’na kadar olan süreçte Kremlin’in temel davranış biçimi, sahadaki kazanımların kurumsal düzeyde tescili için müzakere ortamını kullanmak, ancak bunu bir sonuç üretmekten çok zaman kazanmak için araçsallaştırmaktır. Açıkçası bu strateji çatışmayı dondurmaz, aksine uzatır. Çünkü Moskova için donmuş çatışmalar, statükonun dinamik biçimde korunmasını sağlayan düşük maliyetli güvenlik alanlarıdır. Putin’in Witkoff’u kabul etmesi, işte bu bağlamda, ateşkesle sonuçlanacak bir barış sürecine yönelik değil, yaptırım tehdidini yönetmeye dönük geçici bir pozisyon alma çabası olarak da okunabilir.

Öte yandan, bu kabulle birlikte Putin’in ciddi bir müzakere niyeti taşıdığı ihtimali de tümüyle dışlanamaz. Zira 2025 yazı itibarıyla Rusya ekonomisinin içinde bulunduğu yapısal daralma, savaş bölgesindeki istikrarsızlık ile birlikte Ukrayna’nın Rusya güney şehirlerini her gün drone saldırılarıyla tehdit etmesi, enerji ihracatındaki kayıplar, Çin’e artan bağımlılık ve iç kamuoyunda büyüyen memnuniyetsizlik, Kremlin açısından yeni bir açılım arayışını zorunlu kılmaktadır. Yaptırımların yarattığı asimetrik baskının orta vadede yönetilemez hale gelme ihtimali, Moskova’yı kontrollü bir yeniden yakınlaşma stratejisine yöneltebilir. Ancak bu yakınlaşma, klasik anlamda bir çözüm üretmeye değil, sistemde kalıcılığı garantilemeye dönüktür. Başka bir deyişle, Putin’in müzakereyle hedeflediği şey çözüm değil; kabul gören bir pozisyon inşa etmektir. Burada “çözüm arayışı” yerine “meşruiyet arayışı”ndan söz etmek daha yerinde olacaktır.

Bu noktada, Putin’in diplomasiye yönelimi yalnızca dış baskılarla açıklanamaz. Kremlin, iç kamuoyu açısından da uluslararası sahnede hâlen güçlü ve muhatap alınan bir aktör imajını sürdürmek zorundadır. Batı’nın Rusya’yı sistemin dışına itmeye dönük girişimleri, Kremlin tarafından “yalnızlaştırma stratejisi” olarak kodlanmakta; buna karşı geliştirilen her uluslararası temas ise içeride “kuşatmayı yaran lider” imajını beslemektedir. Bu çerçevede Witkoff görüşmesi, içeride rejimin meşruiyetini destekleyici bir sahneleme işlevi de görmüştür. Görüşmenin kapalı kapılar ardında gerçekleşmiş olması, bu yönüyle içerik değil, niyet üretmeye dönüktür.

Putin’in dış politika pratiği, uluslararası ilişkiler disiplininde sıklıkla tartışılan “stratejik sabır” ve “asimetrik avantaj yönetimi” kavramlarıyla açıklanırken, Kremlin, özellikle son yirmi yılda karşı karşıya kaldığı krizlerde doğrudan çözüm üretmektense, süreci mümkün olduğunca uzatmayı, dengeyi zaman içinde kendi lehine çevirmeyi hedefleyen bir manevra yeteneği geliştirmiştir. Bu yaklaşım, yalnızca çatışma yönetimi değil, aynı zamanda rejim güvenliği, enerji diplomasisi ve küresel çok kutupluluğun araçsallaştırılmasıyla doğrudan ilişkilidir. Putin’in Witkoff görüşmesini kabul etmesi, bu stratejinin sürekliliğini gösteren bir örnek olarak okunabilir. Burada amaç, barış üretmekten çok, kriz döngüsünü kendi lehine yönlendirecek bir geçiş rejimi inşa etmektir. Daha soyut düzlemde, Putin’in liderlik tarzı “belirsizlik üretimi” ile “hegemonik temsilin inşası” arasında salınan bir gerilimle karakterizedir. Kremlin’in dış politika kurgusunda, muhatabın niyetini anlamak değil, onun davranışlarını yönlendirecek manipülatif bir zemin kurmak esastır. Bu durum, klasik realizmin öngördüğü öngörülebilir aktör davranışları modeline aykırı düşer. Burada aktör, rasyonel hesap yapan değil, rasyonellik tanımını bizzat yeniden şekillendiren bir figürdür. Bu anlamda Putin, yalnızca güç uygulayan değil, güç algısını yöneten bir liderlik sergiler. Witkoff’un kabul edilmesi, bu yönüyle yalnızca bir diplomatik olay değil, Kremlin’in kendi gücünü yeniden tanımlama çabasıdır. “Biz hâlâ muhatabız, biz hâlâ dengeleyici gücüz” mesajı, sadece Trump’a değil, kolektif Batı’ya dönük sembolik bir resttir.

Özetle, Putin için bu görüşme, savaşın sonuna dair bir diplomatik başlangıç değil, mevcut pozisyonun muhafazası için inşa edilen bir ara duraktır. Ne geri çekilme sinyali verir, ne de yapıcı müzakereyi üstlenir. Tersine, bu temasla birlikte Kremlin, sürecin hâlâ kendi kontrolünde ilerlediği izlenimini güçlendirmeye çalışır. Çünkü Putin’in nihai hedefi çözüm üretmek değil, kontrolü kaybetmemektir.

İlerisi İçin Ne Vaat Ediyor? Üçlü Zirve, Ateşkes ve Yaptırım Dinamikleri

Uluslararası krizlerde çözüm önerilerinin dile getirildiği anlar, genellikle çatışmanın en sert döneminden sonra gelen sükûnet değil; tam aksine, çatışmanın geleceğine dair belirsizliğin en yoğun hissedildiği aralıklardır. Donald Trump’ın, özel temsilcisi Steve Witkoff’un Moskova’daki temaslarının hemen ardından “yakın zamanda Putin ile yüz yüze görüşme” ve hatta “Zelenskiy’nin de katılabileceği üçlü bir zirve” ihtimalinden söz etmesi, işte bu aralıkta ortaya atılmış, yüksek sesli ama düşük kesinlikli bir öneri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tür açıklamalar, yalnızca diplomatik içerikleriyle değil, aynı zamanda kamuoyuna yönelik yönlendirici gücüyle değerlendirilmelidir. Zira müzakere masasına ilişkin beklenti yaratmak, bizzat müzakere sürecinin bir parçası hâline gelir. Diplomasi, burada yalnızca temasla değil, beklenti yönetimiyle de işleyen bir mekanizmadır.

Trump’ın üçlü zirve önerisi, teknik olarak gerçekçi olmaktan ziyade, diplomatik ön alma pratiği şeklinde okunmalıdır. Böyle bir zirvenin gerçekten planlanıp planlanmadığına dair somut bir veri bulunmamakla birlikte, bu açıklama, uluslararası kamuoyunun dikkatini Trump’ın dış politika performansına çevirmek için son derece işlevsel bir araçtır. Özellikle Avrupa başkentlerinde sürecin dışında kalma kaygısı giderek artarken, Trump kendi liderliğini yeniden küresel bir düzeyde merkezileştirme çabasına girdiği şeklinde yorumlanabilir. Bu çaba, yalnızca bir barış arayışının sonucu değil; aynı zamanda ABD’nin yeniden yapılandırılmakta olan dünya düzenindeki rolünü tanımlama mücadelesidir. Bir başka deyişle, Trump bir barış yapıcı olarak değil, oyunun kurallarını belirleyici figür olarak sahneye çıkmak istemektedir.

Öte yandan bu açıklamanın, Rusya ve Ukrayna tarafından nasıl karşılandığı sorusu da oldukça belirleyicidir. Zelenskiy yönetimi, kamuoyu önünde bu öneriye ihtiyatlı yaklaşırken, Kremlin ise görüşme fikrine açık kapı bırakmakla birlikte, görüşmenin çerçevesi, taraf eşitliği ve gündem belirleme gibi kritik konulara dair net bir pozisyon ortaya koymamıştır. Bu tutumlar, önerilen zirvenin her üç taraf için de eş zamanlı olarak farklı işlevler taşıdığını göstermektedir. Trump için bu öneri liderlik prestijinin yeniden inşası anlamına gelirken, Putin için zaman kazanma ve Batı ittifakındaki kırılmaları derinleştirme aracı, Zelenskiy içinse uluslararası meşruiyetini koruma refleksiyle koşullandırılmış temkinli bir diplomasi gerektirir. Ortada aynı masaya oturmaya dair ortak bir niyet değil, aynı zeminde farklı hedeflerle yer alma olasılığı vardır. Bu nedenle üçlü zirve önerisi, kısa vadede barış üretme potansiyeli taşımaktan çok, tarafların birbirine kendi şartlarını dikte etmeye çalıştığı bir psikolojik alan yaratmaktadır. Taraflar henüz aynı çatışmayı bile tanımlama biçiminde uzlaşamamışken, ortak bir çözüm zemini oluşturmak şu an için gerçekçi görünmemektedir. Bu bağlamda Trump’ın önerisi, sembolik düzlemde etkili olsa da stratejik düzlemde henüz kurumsallaşmış bir müzakere sürecine evirilmemiştir. Yine de bu önerinin ürettiği şey, bir süreç değilse bile, bir olabilirlik algısıdır—ki bu da uluslararası sistemin kırılgan olduğu dönemlerde başlı başına stratejik bir değere sahiptir.

Modern diplomasi, artık yalnızca devletler arasında sürdürülen diyaloglara değil; aynı zamanda krizlerin doğasını yeniden inşa eden araçlara dayanmakta, bu bağlamda yaptırımlar da salt bir cezalandırma aracı olmaktan çıkarak, müzakere mimarisinin asli unsurlarından biri hâline gelmektedir. Donald Trump’ın Rusya’ya yönelik olarak ortaya koyduğu “on günlük mühlet” stratejisi ve akabinde devreye gireceği belirtilen ikincil yaptırımlar, bu dönüşümün çarpıcı bir örneğidir. Yaptırım tehdidinin, klasik diplomasiden farklı olarak bir ön-pozisyon oluşturma ve taraflar arası asimetrik ilişki üretme işlevi, burada açık biçimde ortaya çıkmaktadır. Yaptırım tehdidi, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda epistemolojik bir baskı aracına dönüşmekte; taraflar arasında gerçekliğin ne olduğuna, krizin nasıl tanımlanacağına ve çözümün ne şekilde biçimleneceğine dair çerçeveyi belirlemektedir. Bu bağlamda, Trump’ın önerdiği üçlü zirve, yalnızca bir müzakere formatı değil, yaptırımların ön koşulladığı bir müzakere uzamıdır. Görüşmenin kendisinden ziyade, görüşmenin gerçekleşme olasılığının sürekli dolaşımda tutulması, Rusya üzerinde psikolojik bir kuşatma alanı yaratmakta ve Kremlin’i sadece diplomatik değil, retorik bir sıkışmaya da zorlamaktadır. Zira olasılıklar alanında var olma arzusu, otoriter rejimlerin özellikle iç meşruiyet krizleri döneminde sarıldığı temel hayatta kalma stratejilerindendir. Trump, bu farkındalığı kullanarak görüşme ihtimalini fiilî olmaktan çok potansiyel düzeyde bir araç olarak işletmekte, böylece diplomatik süreç henüz başlamadan kontrolünü üstlenmektedir. Bu durum, diplomasinin içerikten önce biçimi yöneten bir alan hâline geldiğini gösteren yapısal bir dönüşümün parçasıdır.

Putin yönetimi açısından bu biçimsellik, yalnızca dış dünyaya dönük bir imaj yönetimi aracı değil, aynı zamanda kendi karar alma mekanizması içinde zaman kazandırıcı bir tampon bölge işlevi görmektedir. Kremlin, bu tür görüşme ihtimallerini belirli bir belirsizlik içinde tutarak Batı bloğu içerisindeki koordinasyonu da bozmaya çalışmakta, özellikle Avrupa başkentlerinde bir “bekle-gör” refleksi üreterek kolektif karar almanın gecikmesini amaçlamaktadır. Bu strateji, literatürde sıklıkla karşılaşılan “delay diplomacy” (erteleyici diplomasi) ya da “non-linear signaling” (doğrusal olmayan sinyalleşme) pratikleriyle örtüşmektedir. Putin’in bu noktadaki temel avantajı, müzakerelere içerikten değil, zamansallıktan müdahale etmesidir: Ne zaman, kiminle ve hangi bağlamda görüşüleceğini kontrol etme iradesi, içeriği kontrol etmenin çok ötesinde bir gücü temsil eder.

Yaptırımların kendisi ise artık başlı başına bir diplomatik platformdur. Trump’ın hem Çin ve Hindistan’a, hem de bazı Orta Avrupa ülkelerine gönderdiği sinyaller, bu platformun çok boyutlu çalıştığını göstermektedir. Burada bir yandan Rusya’ya baskı uygulanırken, öte yandan Almanya gibi ülkeler bu baskının dolaylı hedeflerine dönüşmekte, Çin ise yaptırımların etki alanını izleyerek kendi konumunu belirlemeye çalışmaktadır. Bu durum, diplomasinin artık ikili değil, dağınık çoklu okuma rejimlerine göre işlediğini; tarafların yalnızca muhataplarına değil, üçüncü taraflara yönelik de stratejik sinyal üretimi içinde olduğunu göstermektedir. Trump’ın “sistem içi düzensizlikte hâlâ merkezi aktör olma” iddiası, bu çoklu platform stratejisinin taşıyıcısı olarak işlevsel hâle gelmektedir.

Kısacada belirtmek gerekirse, önerilen üçlü zirve, sadece diplomatik bir olasılık değil; küresel düzeyde güç projeksiyonunun yeniden dağıtımı için kullanılan esnek ve sembolik bir alan olarak kurgulanmaktadır. Görüşmenin olup olmayacağı değil, bu ihtimalin ne tür güç dengeleri ürettiği; ne tür söylemsel hatlar açtığı ve hangi aktörleri yeniden pozisyon almaya zorladığı asıl belirleyici unsurdur. Böylece diplomasi, yalnızca krizi çözmeye değil, krizin sınırlarını çizmeye ve zamanın siyasal doğasını yeniden üretmeye yönelmiş bir pratik hâline gelmiştir.

Sonuç

Uluslararası sistemin giderek daha kırılgan, aktörlerin giderek daha kişiselleşmiş ve diplomatik dilin giderek daha teatral bir boyuta evirildiği bir dönemde, Steve Witkoff’un Kremlin ziyareti yalnızca bir diplomatik girişim değil, yeni dönemin temsil rejimlerinin kısa bir özeti olarak okunmalıdır. Bu görüşme, geleneksel anlamda bir diyalogdan çok, tarafların kendi pozisyonlarını hem içeride, hem dışarıda yeniden inşa etme çabasının araçsallaşmış bir biçimidir. Nükleer restleşme, sessizlik stratejileri, zaman kazandırıcı manevralar ve liderler arası gayrı resmî temaslar; artık müzakerenin kendisinden ziyade müzakerenin neye benzeyeceğini kimin belirleyeceği sorusunu öne çıkarmaktadır.

Trump’ın tehdit diliyle şekillenen “ön koşullu barış” tasavvuru, yalnızca Rusya’ya değil, müttefiklerine ve hatta sistemin tamamına dönük bir meydan okumadır. Putin’in bu meydan okumaya doğrudan yanıt vermek yerine belirsizlik üretmesi ve diplomatik sessizliği stratejik bir araç olarak kullanması ise, güç gösterisinin biçimsel değil zamansal katmanında şekillenen yeni bir denge oyununu ortaya koymaktadır. Bu tabloda diplomasi, artık içeriğin değil, taktiğin sahnesine dönüşmekte; kararlar değil, olasılıklar yönetilmektedir.

Witkoff görüşmesi ve etrafında inşa edilen söylem, çağımız uluslararası ilişkilerinin bir tür “imajlar savaşı”na dönüştüğünü teyit etmektedir. Gerçek temasların yerini semboller, net pozisyonların yerini stratejik muğlaklıklar alırken; taraflar yalnızca birbirlerini değil, aynı zamanda kendi iç kamuoylarını ve üçüncü aktörleri de hedefleyen çok katmanlı bir iletişim stratejisi yürütmektedir. Bu karmaşık denklemde kimin ne söylediği kadar, kimin ne zaman ne şekilde sessiz kaldığı da anlam üretmektedir. Ve belki de bu nedenle, günümüzde diplomasi, yalnızca güçle değil, anlamla da savaşmayı gerektiren bir alan hâline gelmiştir.

Sadık ARPACI
Uluslararası İlişkiler, Rusya Uzmanı
Tel: +905459323677
Email: by.sadik@hotmail.com

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.