Giriş
Diplomaside ve dış politikada bazı kavram ve terimler o derece içkin ve hassas bir anlama sahiptir ki, görünen ya da ortak bir uzlaşıyla anlaşılan anlam ve içeriklerinin ötesinde deyim yerindeyse “sihirli” veya “kutsal” başka anlam katmanları ya da karşılıkları vardır. 1990’ların başında Sovyet komünizmi iflas edip çökerken, gözlerimizin önünde zafer sarhoşu olan öforyaya kapılmış bir Amerikan hegemonyası inşa edilmiş, kulaklarımız da sıklıkla “Yeni Dünya Düzeni” (New World Order) kavramı ve sloganlarıyla çınlamaya başlamıştır. Biraz daha zaman geçip özellikle Goerge W. Bush’un açıklamalarıyla kendini biraz daha berrak hale getiren yeni dönemsel kavramsallaştırma içerik olarak kendini belli etmeye başlayınca, bu yeni düzenin Ortadoğu bölgesiyle daha çok ilişkili olduğu anlaşılmıştır. Keza ABD Başkanı Bush (baba Bush) bu kavramı ilk kez Saddam’ı Kuveyt topraklarından çıkardığı operasyon (Operation Desert Storm) sonrası kullanmıştı ve sonraki süreçte Ortadoğu’da İsrail ve Filistin taraflarının bir araya getirilerek asgari müştereklerde buluşmasını sağlayacak kapsamlı bir Ortadoğu Barışı’ndan söz etmişti.
İşte az önce de ifade ettiğimiz gibi, o tarihten bugüne “Ortadoğu Barışı” (Middle East Peace) ya da “Ortadoğu barış süreci” (Middle East Peace Process)” gibi kavramlar başta çatışmanın tarafı olan aktörler gibi bölgedeki siyasal sistemler üzerinde de bir heyecan ve ümit dalgası yaratmış, yıllardır İsrail ile süren savaş ve çatışmaların (1948, 1956, 1967, 1973) topyekûn sona ereceğine yönelik iyimser bir inanç doğurmuştur. Her ne kadar Washington öncülüğünde yeni dünya düzeni konsepti içerisinde ortaya atılan Ortadoğu barış süreci 1993-Oslo Barışı gibi somut çıktılar üretmeyi başarsa da, Oslo’nun öngördüğü sonuçların gerçekleş(e)memesi ve bölgede barışın sadece Tel Aviv’in dikte ettiği şekilde mümkün olacağının anlaşılması bölgedeki safça iyimserlik halini daha realist ve güvenlikçi bir tavra dönüştürmüştür. Bölgedeki siyasal sistem ve aktörler dış ve güvenlik politikalarını bu yönde revize ederken Ortadoğu barış süreci aldığı yaralarla bir süre sonra kör ve topal kalmış, yine bizzat İsrail’in eylem ve saldırgan politikalarından ötürü ilerleyen yıllarda yoluna devam edemez hale gelmiştir.
7 Ekim Sonrası Süreç, Gazze Soykırımı ve Beklenen Barış
Tel-Aviv-Riyad yakınlaşmasının zirveye ulaştığı, Suud Krallığının da İbrahim/Abraham Anlaşmalarına dahil olarak İsrail ile normalleşeceği beklentisinin yükseldiği, bunun yanında zaten Netanyahu rejiminin 2023 yılı sonuna doğru Gazze’ye saldırma planları yaptığı, Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze Şeridi’nde hayatın dayanılmaz noktaya geldiği bir dönemde gerçekleşen Hamas’ın silahlı kanadı Kassam Tugaylarının 7 Ekim 2023 tarihli “Aksa Tufanı” Operasyonu (Al-Aqsa Flood), tıpkı 1948, 1967 Arap-İsrail Savaşları veya 1979 İran İslam Devrimi, 11 Eylül 2001 terör saldırıları gibi bölgesel ve uluslararası sistemde önemli bir kırılma noktasını simgelemektedir. İsrail’in yenilmezliği mitini/efsanesini kıran ve birçok kesime göre İsrail’in 11 Eylül’ü sayılan Aksa Tufanı geri döndürülemez bir biçimde bölgedeki taşları yerinden oynatmış ve Ortadoğu’da “Arap Baharı” sonrasında tavan yapan istikrarsızlık ve çatışma unsurlarını yeniden gündeme taşımıştır. Keza bu saldırıların ardından “güvenlik” ve “meşru müdafaa” gibi gerekçelerle Gazze Şeridi’ne yönelik kapsamlı bir kara harekâtına girişen İsrail Ordusu (IDF), yine aynı gerekçelerle ve Hizbullah üzerinden Güney Lübnan’a, Yemen’e, Suriye’de Golan ve ötesine saldırmış, giderek artan İsrail revizyonizmi ve agresyonu bölgedeki bütün aktörleri harekete geçirmiştir.
Bu kapsamda yaklaşık 2 yıldır Hamas ile mücadele adı altında bölgedeki sivil nüfusa yönelik bir katliam ve soykırıma girişen Netanyahu ve ekibi, bir süre sonra iç siyasette yükselen muhalefet ve toplumsal kutuplaşmayı yönetemez hale gelirken, uluslararası toplumun giderek artan baskısı ve ortaya çıkan “küresel intifada” hali Tel Aviv’i köşeye sıkıştırmaya başlamıştır. Böyle bir ortamda Güney Afrika’nın başvurusuyla başlayan ve Türkiye’nin de dahil olduğu Uluslararası Adalet Divanı’ndaki (ICJ) soykırım davası sürerken Netanyahu’ya yönelik tutuklama kararının çıkması ve birçok ülkenin topraklarına girdiği anda yasal işlem uygulayacağını belirtmesi Netanyahu’nun kişiliğinde sembolleşen savaş kabinesini ve İsrail yönetimini uluslararası toplumda giderek yalnızlaştırmaya başlamıştır. Dahası, Avrupa Birliği üyesi birçok ülkenin de içinde bulunduğu kalabalık bir devletler grubunun Filistin’i devlet olarak tanıyacağını ilan etmesi İsrail’in Washington ile eşgüdüm içerisinde hareket ederek aksiyon almasını hızlandırmış ve Türkiye, Katar, Mısır gibi arabulucu sıfatına haiz ülkelerin de değerli çabalarıyla İsrail-Hamas ateşkesinin sağlanması mümkün olmuştur.
Mısır’ın Şarm el-Şeyh kentinde kurulan barış masası bölgedeki bütün aktörleri bir araya getirirken, başta ABD olmak üzere barış sürecinin ortaya çıkmasında çaba harcayan arabulucu devletleri aynı zirvede buluşturmuştur. 13 Ekim’de gerçekleşen zirveye ABD Başkanı Trump’un “Artık Gazze’de savaş bitti!” ifadesi damga vururken, Türkiye’nin itirazı ile İsrail Başbakanı Netanyahu’nun zirveye katılması mümkün olmamıştır. Öncelikle ABD Başkanı Donald Trump tarafından ortaya atılması hasebiyle “Trump Planı” adı verilen ve 20 maddeden oluşan barış planını esas alan diplomatik görüşmeler çerçevesinde günümüz itibarıyla en çok öne çıkan nokta; taraflar arasında ateşkesi sağlaması, IDF’nin işgale giriştiği Gazze Şeridi’nden kademeli olarak çekilmesiyle Gazze’nin yeniden ihya ve imarına odaklanması ve esir takaslarının sağlanması olmuştur. Ancak Trump’un ortaya attığı fikirler ve maddeler temelinde şekil alan barış planının içeriğine baktığımızda ve ayrıntılara odaklandığımızda, tabiatıyla birçok çekincenin ortaya çıkacağını ve mevcut barış planının bu haliyle Gazze’ye, Gazzelilere ve Hamas’a bir “gül bahçesi” vaat etmediğini söylemek zorunda kalmaktayız.
Çünkü en başta Hamas’ın kendini feshetmesine ve ortadan kaldırmasına dair ifadeler içeren barış planı İsrail tarafına ise böyle bir yükümlülük getirmemekte ve İsrail askerinin tekrar Gazze’yi yahut Batı Şeria’yı işgale girişmeyeceğine dair bir garanti sunmamaktadır. Ayrıca 2006-2007’den beri Gazze’yi yönetmekte olan Hamas’ın bu rolünün de sona ermesini öngören plan, Gazze’nin idaresini Mahmud Abbas önderliğindeki Filistin Özerk Yönetimi’ne de devretmemekte, onun yerine neredeyse bölgeye ve Filistin meselesine dair günümüzdeki birçok sorunu miras bırakan kolonyal dönemi ve İngiliz manda yönetimini hatırlatır bir biçimde adı uluslararası yönetim olan bir kurula/konseye bırakmayı hedeflemekte ve hatta bu kurul başkanlığına yine İngiliz manda yönetimini anımsatır bir biçimde Londra’nın eski Başbakanlarından Tony Blair’in adını öne çıkarmaktadır.
Gazze Görev Gücü ve Olası Senaryolar
Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın sergilediği etkin “lider diplomasisi” ve keza ABD Başkanı Trump’un da söylemlerine güçlü bir biçimde yansıyan barışa giden yolda Ankara’nın anlamlı katkıları yanında, yine basına yansıyan biçimiyle Türkiye’nin Gazze’deki barışın korunmasına yönelik garantör ülke niteliğini alması ve Türk askerinin Gazze’de konuşlanacağına dair beyanlar Türkiye kamuoyunda da büyük heyecan yaratmış ve dikkatle takip edilmiştir. Keza Türkiye’nin de desteklediği haliyle Filistin Sorunu’nda kalıcı barış ancak 1967 sınırlarında başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir Filistin Devleti’nin kurulmasıyla mümkün olacaktır. Ancak biz daha çok sağladığı ateşkes ve Gazze’nin silahsızlandırılmasıyla öne çıkan ve çeşitli aşamalara sahip Trump Planı’nın böyle bir nihai hedefe veya ifadeye en azından maddeleri bağlamında sahip olmadığını görmekteyiz. Cumhurbaşkanı Erdoğan da zirve sonrası yaptığı açıklamada; “Anlaşmaya, Filistin sorununu çözen bir belge gözüyle bakmanın yanlış olacağını ve mutabakatın özü itibarıyla bir ateşkes düzenlemesi olduğunu” ifade etmiştir.
Diğer yandan, Gazze’deki görev gücünün yapısına dair değerlendirmelerin devam ettiği ancak olası bir durumda TSK’nın dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi Filistin topraklarında da üzerine düşen görevi yerine getirmekten çekinmeyeceği de basına yansımıştır. Burada önemli olan noktanın Ortadoğu coğrafyasında neredeyse saldırmadığı ülke kalmayan ve inanç temelli bir yayılma ve saldırma politikası güden İsrail’in barışa sadık kalıp kalmayacağına dair yüksek endişelerin olduğu görülmektedir. Tel Aviv’in barışa sadık kalma ve revizyonizm temelli politikalarını dizginleme konusunda verdiği sözleri tutma konusunda hayli bir kötü sicile sahip olduğu biliniyor. Zira bölgedeki aktörler Filistin Sorunu’nda Ortadoğu barış süreci devam ederken, yakın tarihte Lübnan’la varılan ateşkese ve Suriye’deki yeni el-Şara hükümetiyle yürütülen güvenlik görüşmelerine rağmen İsrail’in saldırılarını sürdürdüğüne tanık olmuştur.
Yine İsrail’in bahse konu barış planını onaylamasının arkasında ifade ettiğimiz gibi iç-siyasette giderek yükselen tepki ve muhalefeti artık karşılamakta zorlanması yanında bunun bir taktik olduğu ve Haziran ayında İran ile girişilen “12 Gün Savaşı“nın ikinci raunduna hazırlanmak isteyen Netanyahu rejiminin Gazze’deki harekâta şimdilik mola vermek ve uluslararası toplumun dikkatini dağıtmak olduğunu ileri süren görüşler de bulunmaktadır.
Sonuç
Geride bıraktığımız 2 sene içerisinde 67.173 insanın yaşamını yitirdiği ve 196.679 Filistinlinin de sakat kaldığı Gazze soykırımı İsrail’e devlet düzeyinde yükselen itirazların ve uluslararası kamuoyunun çoğalması neticesinde halihazırda ülkesindeki muazzam Yahudi Lobisi etkisi altında çalışan ABD Başkanı Trump’un birinci başkanlık dönemindeki “Yüzyılın Barışı Formülünü” hatırlatır bir biçimde yine Filistinli Arapları esir alan ama karşılığında İsrail saldırganlığına yönelik hiçbir sağlam garanti üretmeyen palyatif bir çözüm/barış planı ile dünyanın karşısına çıkmasını doğurmuştur.
Her ne kadar İsrail’in gerek 1990’lardaki Ortadoğu barış sürecini sabote eden davranışlarından ötürü barışa riayet konusunda güvenilirliğinin sorgulanması açık olsa da, tüm dünya ve bütün Ortadoğu devletleri yüzyılın en büyük insani felâketi ve soykırım karşısında gerçek bir barış olasılığına gerçekten inanmak istiyor. İsrail’in tüm bölgeyi ateşe eden ve bizzat bir güvenlik problemine dönüşen eylemleri karşısında majör aktörler olarak boy gösteren Türkiye, Mısır ve Suudi Arabistan gibi siyasal sistemlerin bölgede giderek azalan İran etkinliğini de dengeler bir biçimde daha fazla inisiyatif alması hem Gazze/Filistin özelinde, hem de Ortadoğu alt-sistemi genelinde ihtiyaç duyulan realist ve pro-aktif bir blok olarak konumlanıyor. Bölgede ABD’nin İsrail’in güvenliğini önceleyen politikasının değişmezliğini ezbere bilen mezkûr aktörler aynı zamanda bir şeyin daha farkındalar: “Doha Saldırıları” sonrası bölgedeki güvenlik mimarisi geri-dönülemez bir biçimde değişmiştir ve yakın tarihteki Riyad-İslamabad Güvenlik Paktı gibi her türlü alternatif ve dış ve güvenlik politikasındaki çok-boyutluluk aktörlere farklı perspektifler sunmaktadır.
Dr. Mehmet BABACAN
























































