DİLEK GÜVEN’DEN “CUMHURİYET DÖNEMİ AZINLIK POLİTİKALARI VE STRATEJİLERİ BAĞLAMINDA 6-7 EYLÜL OLAYLARI”

upa-admin 10 Haziran 2016 5.832 Okunma 0
DİLEK GÜVEN’DEN “CUMHURİYET DÖNEMİ AZINLIK POLİTİKALARI VE STRATEJİLERİ BAĞLAMINDA 6-7 EYLÜL OLAYLARI”

Bu çalışma, Dilek Güven’in “Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları” kitabının[1] bir eleştirisini sunacaktır. Bunun için, Güven’in 6-7 Eylül olaylarına dair getirdiği argümanlar detaylı olarak incelenecektir. Eleştirilerin yanı sıra, Güven’in tezlerine katkılar da yapılacak ve konuyla ilgili başka kaynaklardan destekleyici alıntılar da çalışmada yer alacaktır. Kitap, 6-7 Eylül olaylarını merkeze alsa da, isminden de anlaşılacağı gibi sadece bu olayları değil, Cumhuriyet dönemindeki azınlıklara uygulanan politikaları da ayrı başlıklar altında ele almaktadır. Bu başlıklarla ilgili de kısa tespitlerde bulunulacaktır.

kitap kapak 6-7 eylul

Kitap kapağı

Güven, kitabında 6-7 Eylül olaylarının analizini üç parametre üzerine kurmaktadır. Birinci olarak, bu olayın 1908 Jön Türk Devrimi’nin ortaya çıkardığı milliyetçiliğin sürekliliği içerisinde ele alınması gerektiğini bildirir. Akabinde, olayı Kemalist uluslaşma sürecinde gayrimüslimleri ve diğer azınlıkları dışlayan homojen bir devlet kurma sürecine bağlar. Öncelikli olarak ilk tezinin analizini yapacağız. Osmanlı’nın son dönemlerinde devleti kurtarmak için ortaya atılan Batılılaşma hareketleri, genel itibariyle milliyetçi bir perspektif benimser. Osmanlıcılık ve İslamcılığın başarısızlığa uğradığı bir ortamda, kaçınılmaz olarak daha seküler ve modern olan Türkçülük gelişir. İttihatçılardan Kemalistlere kadar yeni oluşturulmak istenen toplum modeli de zaten Türk-Sünni merkezlidir. En büyük amaçlardan biri de milli bir ekonominin oluşturulmak istenmesidir. 1923’te kurulan Cumhuriyet, Kemalistlerin ulus devlet inşasının da başlangıcıdır. Osmanlı’daki tebaa anlayışı ve teolojik yaklaşım, zamanla yerini Türk etnik kimliğini merkeze alan ve dini unsurların görünmez kılındığı seküler bir modele bırakır. Bu durum, doğal olarak vatandaşlık tanımını da yeniden şekillendirir: “Osmanlı’nın çoğulluğa dayalı imparatorluk/toplum anlayışı, yerini ülke, din ve etnisitenin farklı bir şekilde harmanlanmasıyla ortaya çıkan Türk milliyetçiliği yorumu sayesinde türdeş bir ulusal siyasal toplum ve ulusal vatandaşlık modeline bırakmıştır.”[2] Kemalistlerin kafasındaki toplum, her anlamıyla kaynaşmış türdeş bir yapıyı içerir. Osmanlı’dan çok kültürlü bir yapı devralan Kemalistler, ulus-devlet inşasında dini ve etnik homojenleştirme politikalarını uygularlar. Güven de bu duruma kitabında değinir; “Teorik olarak bakıldığında yasalar karşısında tüm vatandaşların hak ve ödevlerinin birbirinin aynı görünse de gündelik hayatta baskın Türk etnik kimliğine aidiyet, devletin kimlik politikasının temelini oluşturur.”[3] Güven’in bu tespiti yerindedir. Hukuk önünde herkes eşit haklara sahip olsa da, vatandaşlık tanımı etnik milliyetçi bir yaklaşımla Türklük üzerinden inşa edilir. Anadolu’da yaşayan gayrimüslim azınlıklar ve Müslüman olup da gayri Türk olan ve Türkçe konuşmayan en büyük azınlık grup olan Kürtler, ulus-devletin yeni vatandaşlık tanımında görünmez kılınır.

Güven’in Türk kimliğini merkeze alan tanımına ek yapmak gerekirse; “Erken Cumhuriyet döneminde Kemalist elitler öncülüğünde girişilen kimlik inşasındaki temel gaye, imparatorluğun çok kimlikli mirası yerine modern/seküler Türk kimliğini ikame etmektir.”[4]  Güven, en başta da belirttiğimiz gibi kitabında sadece 6-7 Eylül olaylarına değil, Cumhuriyet dönemindeki azınlıklara yönelik politikalara da yer verir ve Kemalist uluslaşma süreci ve 1908 Jön Türk Devrimi’nden başlayan milliyetçiliğin azınlıklar üzerinde yarattığı etkiye değinir. Kitabında konuyla ilgili olarak hem Ermeniler, hem Kürtler, hem de Yahudilerle ilgili kısımlar yer alır. Bu azınlık grupların maruz kaldıkları politikalara, devletin homojenleştirme uygulamalarına ve şiddet ile asimilasyon kültürüne değinir. Bu bağlamda düşünürsek, Cumhuriyet öncesi 1915 olaylarıyla Ermeniler tehcirle Anadolu’dan kovulur. Bu durum, soykırım değilse bile bir savaş suçu olarak değerlendirilmelidir. Ermeniler, bu tehcirle çok büyük insani kayıplar ve mağduriyetler yaşar. Cumhuriyet öncesi Anadolu’yu türdeş bir toplum haline getirmek için atılan en kanlı adımdır. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte başlayan Kemalist uluslaşma süreci, Lozan’da gayrimüslimlerin haklarını tanısa da, savaşı deneyimleyen kadrolar gayrimüslimlere hep şüpheyle yaklaşır. Bunlar, “sadakatsiz grup” olarak kategorize edilirler. Müslüman tebaa içerisinde yer alan Kürtler de, Kemalist uluslaşma sürecinde Türkleştirme politikalarına maruz kalırlar. Bu politikalar, göç, iskan ve dil üzerinden bir asimilasyon süreci olarak işler ve gerektiğinde sık sık başvurulan askeri operasyon seçeneğiyle desteklenir. Anadolu’da türdeş bir toplum yaratmak için, aynı zamanda mübadele ile Rumlardan da kurtulurlar (karşılıklı olarak). Güven, bunlara kitabında ayrıntılı yer verir ve özellikle Trakya’da Yahudilerin pogrom benzeri olaylara maruz kalışına değinir.

Savaş sırasında hakları kabul edilen Kürtler, savaş sonrası inşa edilmek istene ulus devlette ise kendilerine yer bulamaz. Güven, burada Kürtlere uygulanan asimilasyon politikalarını ve iskan kanunlarını ayrıntılı olarak ele alır. Milliyetçi ve laik yönetici elitler için, Türk olmayan ve geleneksel İslam’a yakın olan Kürtler, etnik homojenleştirilmeye muhatap olan en büyük azınlık gruptur. Kemalist elitlerin Kürtlere yönelik bakışına örnek olarak şu cümle dikkat çekmektedir; “Cumhuriyetin Kürt meselesiyle seksen yıllık mesaisi, yerinden etme, zorunlu iskan yatılı öğretim Türkçe mecburiyeti gibi bilindik temsil tekniklerini tedip ve tenkil gibi bastırma araçlarının himayesinde kullanmakla geçti.”[5] Görüldüğü üzere, uluslaşma süreci etnik ve dini azınlıklara karşı tahammülsüzlük ve şiddet politikalarıyla örülüdür. Güven, kitabında en başta değinildiği gibi, 6-7 Eylül olaylarını 1908 Jön Türk Devrimi’nden başlayan milliyetçilik ile ele alırken, bazı noktaları gözden kaçırmaktadır. 1908 Devrimi’nin milliyetçi bir yönü olsa da, devrim her şeyden önce tabandan gelen bir harekettir. Zira Türk olmayan dini azınlıkların da destek verdiği ve eşitlik-özgürlük-kardeşlik taleplerinin dile getirildiği dönemin çok kültürlü yapısını yansıtan bir karaktere sahiptir. Kemalistler ise, Türkiye’de modernleşmenin başlangıcı olarak kendilerini konumlandırırlar. Özellikle modernleşme kuramcıları bunu sık sık kullanılır ve resmi tarih yazımı da bu minvalde şekillenir. Kemalistlerin iktidara gelişinden başlayan tarih yazımı, geçmişi görünmez kılar ve geçmişe yönelik kazanımları unutturmaya çalışarak, küçük dağları kendileri yaratmış edasında bir tarih inşa eder. Kemalist uluslaşma süreci ise, milliyetçiliğin en yüksek tonda dile getirildiği etnik ve dini azınlıkların yok sayıldığı bir dönemdir. Bu dönem, sadece milliyetçiliğin değil, ırkçılığın da yükseldiği bir dönemdir. Kemalist kadronun üçüncü adamı olarak nitelendirilen ve İtalya’daki faşist sistemi Türkiye’ye getirmeyi arzulayan Türk ırkçısı Recep Peker’in söylemleri, yeni inşa edilen ulus devletin karakteristiğini ortaya koyar: “Peker, Türkleri yeryüzünün arılık ve beylik bakımından üstün bir ulusu olarak vasıflandırır.”[6]

Güven, 1908 Devrimi ile Kemalist uluslaşma sürecini bir süreklilik içerisinde ele alarak, farklı dönemlerin kendine özgü siyasi, ekonomik ve ideolojik boyutlarını gözden kaçırır. Güven’in bu yaklaşımı, 1908 Devrimi ile Kemalist uluslaşma politikalarının birbirini tamamlayıcı yakın politikalar olduğu yanılsamasını bize yaşatabilir. Milliyetçilik olarak süreklilikten bahsedilse de, 1908’teki milliyetçilikle 1930’lardaki Nazi hayranlığına varan milliyetçi/ırkçı siyasi iklimi aynı süreklilikte ele alamayız. Aynı zamanda, 6-7 Eylül’ün yaşandığı tarihte Kemalistlerin değil, Demokrat Parti’nin iktidarda olması, Türkiye’de çok partili hayata geçilmesi Batı ile entegre olma çabaları ve iktidar değişimine paralel olarak yönetici elitlerin de değişime uğraması, 1908’ten 1955’in güz dönemine kadar uzun bir süreci milliyetçilik bağlamında bile olsa birmiş ve aynı politikaların devamıymış gibi yanlış algılamalara kapı aralayabilir. Güven, bunun dışında ekonominin ve dilin millileştirilmesin de değinir. Bu konuya geniş ölçekli yer vermese de, özellikle dil konusunda Türkçe’nin dayatmacı rolüne işaret eder. Gayrimüslim azınlıkların yaşadığı okul sıkıntısına ve Kürtçe’nin yasaklanmasında da uluslaşma sürecinde vurgu yapar. Güven’in bu yaklaşımını destekleyici olarak şu alıntı yapılabilir; “(…) Dilin bir iletişim sistemi olması dışında bir ulusun bireylerini yabancılaştırmak ve birleştirmek gücü de vardır.”[7] Güven dilin önemine kitabında şu alıntıyla da yer verir: “Vatandaş Türkçe konuş! Kampanyasının hedefi, hem gayrimüslimlerin hem de Türk olmayan Müslümanların dillerini, dışlamaktı.”[8]

Güven, dilden sonra ekonominin millileştirilmesi çabalarına da yer verir. Bu bağlamda, demiryollarında çalışan gayrimüslim yurttaşların işlerinden atılmasını ve en önemlisi olarak bir Türkleştirme projesi olarak Varlık Vergisi’ne değinir. Güven, Varlık Vergisi’nin gayrimüslimlerin ekonomideki gücünü kırmak için düzenlenen ve eşitlik, adalet gibi kavramların içinin boşaltıldığı bir uygulama olarak görür. Varlık Vergisi’nde amacın gayrimüslimlerin ekonomideki varlığını ortadan kaldırarak, dil ve eğitim yoluyla sağlanmak istenen Türkleştirmenin şimdi de ekonomide yapılmak istendiğini belirtir. Uygulamada vergilerin keyfiliğine işaret eder. Vergiyi ödemekte zorlananların zorunlu çalışmaya tabi tutulduklarının altını çizer. Bu durumun doğal bir sonucu olarak, gayrimüslim yurttaşların ülkeyi terk ettiğini ve bunun da istenen asıl amaç olduğuna yer verir. Güven’in konuyla ilgili tespitleri yerinde olsa da, ufak bir noktayı eklemek gerekir: “Gayrimüslimler, 1950 yılında hala İstanbul’un ticaret ve sanayiinde büyük bir yere sahiptir.”[9] Olayların gerçekleştiği dönemde de İstanbul’da ekonominin gayrimüslim azınlıkların kontrolünde olduğu göz önüne alınırsa, Varlık Vergisi ekonomide gayrimüslim tekelini tamamen kıramaz; ama büyük oranda zayıflatır ve ırkçı politikalara konu olduğu için özellikle Batı’nın tepkisini çeker.

Güven, 6-7 Eylül olaylarını üç parametre üzerinden analiz eder demiştik. İkinci nokta olarak, olayların gerçekleştiği 1950’li yılların siyasi ve ekonomik koşullarına yer verir. Bu dönemde yaşanan siyasi ve ekonomik krizler anlaşılmadan, 6-7 Eylül’ün sağlıklı bir analizinin yapılamayacağını belirtir. 1950’li yıllar, Demokrat Parti’nin iktidara geldiği ve uzun süren tek parti dönemin son bulduğu, Türkiye’nin safını Batı’nın yanında aldığı ve demokratik sisteme uyum sağlamaya çalıştığı bir dönemi kapsar. 1950’li yıllar, sadece çok partili hayata geçiş değil, Türkiye siyaseti için bir kırılma anıdır da. Tek parti iktidarının yarattığı askeri ve bürokratik oligarşi yerini Anadolu’dan gelen ve göreli olarak halka daha yakın olan bir iktidara bırakır. Tek partinin Jakoben mantığı ve yarattığı elit tabaka yavaş yavaş iktidarı Anadolu’dan çıkan zenginlere bırakır. Güven, Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinin özellikle gayrimüslimlerde büyük bir sevinç yarattığını belirtir ve bunun da en önemli sebebi olarak tek parti döneminde gayrimüslimlere uygulanan ekonomik, siyasi baskı ve şiddet politikalarını örnek gösterir. Demokrat Parti liberal görünümlü bir parti de olsa, son kertede Cumhuriyet Halk Partisi’nin içinden çıkar. Güven, gayrimüslimlerin liberal bir partiye oy verdiklerini söyler ve umutlandıklarının altını çizer. Ancak  bu durum fazla uzun sürmez ve Demokrat Parti’nin de en az CHP kadar milliyetçi olduğunu anlarlar. 6-7 Eylül olaylarıyla da, gayrimüslimlerin Demokrat Parti’ye ve daha genel olarak Türkiye’ye karşı güven duygularını kaybettiklerini söyler.

DP iktidarı, Türkiye’de siyasetin yüzünün Batı’ya döndüğü ve Soğuk Savaş ikliminde anti komünist propagandaların iliklere kadar işlediği bir dönemdir. DP iktidarı, kraldan çok kralcı bir pozisyonla Amerika’dan bile daha anti-komünist kesilerek, iktidarı döneminde tam bir baskı politikası uygular ve herkesi komünistlikle itham eder. DP iktidarında, Ortaçağ Avrupa’sında vebalı olmakla Türkiye’de komünist olmak eşdeğerdir. Komünistler, uzak durulması gereken bir virüs olarak gösterilir. Dönemin ekonomi politikalarına bakılacak olursa, 1930’lı yılların tek parti devletçiliğinin terk edildiği ve Batı dünyasına hem siyasi, hem de ekonomik entegrasyonu sağlayacak liberal ekonomiye geçilme çabalarını görürüz. Serbest pazar ekonomisine geçilme dönemi, DP iktidarına denk gelir. Bu dönem, ekonomide liberal politikaların hayata geçirilmeye çalışıldığı yıllardır. Soğuk Savaş’ta Batı bloğunda saf tutan Türkiye, bunun karşılığını ekonomik olarak Marshall Yardımı ile alır. Türkiye’de Marshall Yardımı, tarımda makineleşmenin başladığı ve kırsal alanda işsizliğin katlanarak büyüdüğü bir dönemdir. İktidarının ilk yıllarında hem makineleşme, hem de iklim koşullarının elvermesiyle tarımda yükselen rekolte, DP iktidarı için kayda değer olumlu gelişmeler olarak gösterilebilir. Bu durum, zaman içerisinde ekonomik, sosyal, demografik hatta altyapısal bir krize dönüşür. Kırsalda artan işsizlik, İstanbul gibi büyük kentlere yoğun bir göçü de beraberinde getirir. İstanbul’un ne istihdam, ne de kentsel altyapı olarak böyle bir göçe hazırlıklı olmadığı düşünüldüğünde, gecekondulaşma ve sosyal problemlerle genç işsizliğin arttığı yıllar DP iktidarında yaşanır. Türkiye, Marshall Yardımı’nı alarak aynı zamanda kendine biçilen ekonomik role de razı olur. Türkiye, ağır sanayi üretimi yapan ülkelere tarım ürünü ihraç edecek bağımlı gelişmesi arzulanan bir devlet konumuna düşerek, ekonomik bağımsızlığını zedeleyici kararlar alır. Bu yardımla birlikte, tek parti döneminde önem verilen demiryolları çalışmaları yerini karayoluna bırakır. Kentlere akın eden insanlar, sanayileşme hamlelerini gerçekleştiremeyen dönemin Türkiye’sinde büyük problemler yaratır. Bu insanların çoğu, Orhan Kemal’in romanlarında tasvir ettiği gibi yapım-yıkım yani inşaat işlerinde çalışan yarı-aç yarı-yok yatan insan topluluğudur. Ekonomide liberalleşme adımları olsa da, bu dünden bugüne gerçekleşmesi muhtemel olan bir durum değildir. DP iktidarı, Kemalistlerin benimsediği korporatizm veya devletçiliği uygulamasa da, özel sektörün sermaye birikimindeki azlık ve konuyla ilgili tecrübe, kalifiye eleman eksikliği gibi farklı etmenlerden dolayı zaman zaman devlet müdahalesinin olduğu alanlar vardır. Güven, 6-7 Eylül olaylarını açıklarken, dönemin DP iktidarının içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi krize değinir. Yaşam kalitesinin düşüşüne, tarımda yaşanan sıkıntılara ve yüksek enflasyona değinen Güven, 1954 yılına gelindiğinde ekonominin gittikçe kötüleştiğini ve buna bağlı sebeplerle Demokrat Parti’nin iktidarının ilk yıllarında arkasına aldığı toplumsal ivmeyi kaybettiğini belirtir.

Güven’in ekonomiyle ilgili ortaya attığı fikirler gerçeklerin tezahürüdür. Tarımda iyi giden seyir, zamanla yerini karanlık bir atmosfere bırakır. Bu duruma örnek olarak şu alıntı verilmiştir; “Havalar kötüleşince tarım kesiminin güçsüzlüğü ortaya çıktı ve Türkiye yeniden buğday ithal etmek zorunda kaldı.”[10] Tarım ülkesi olması arzulanan Türkiye, son kertede en temel besin gıdası olan buğdayı ithal etmek zorunda kalır. Demokrat Parti iktidarı ekonomide duraksar ve bunu siyasette izlediği baskı politikaları izler. Demokrat Parti iktidarı, siyasette muhalefeti sindirmeye çalışır. Yaşadığı ekonomik krizi gölgede bırakmak ve eleştiri gelmesini engellemek için orta sınıf diye tabir edilen dönemin memur, öğretmen, öğrencileri baskı altına alınır. Entelektüel kesimler susturulur. Basın üzerinde görülmemiş bir baskı politikası uygulanır. Elindeki kitle iletişim araçlarından radyoyu kullanır. Muhalefetin siyaset yapmasını engelleyecek uygulamalara gider. Bu durum, doğal olarak hem orta sınıf insanı, hem muhalefeti, hem de Türkiye siyasetinde mihenk taşı olan orduyu rahatsız eder. Güven de, kitabında adliyedeki memurlardan üniversitedeki hocalara kadar uygulanan baskının sonuçlarını ele alır. Ekonomiyle ilgili Güven’in yer verdiği enflasyon konusunu biraz daha açmak, dönemin siyasetini de anlamak için elzemdir. Güven, kitabında iktidarın siyaseten baskına değinir ve enflasyonun tavan yaptığını anlatır ama bunun altyapısını okuyucuya yeteri kadar açmaz. Enflasyonun artmasındaki başat sebep gelir dağılımında yaşanan adaletsizliklerdir. Demokrat Parti iktidarı, tek partiden farklı olarak desteğini askeri ve bürokratik oligarşiden almaz. Kırsal kesimde kendi varlıklı sınıfını inşa etmeye çalışır. Dönemin Başbakanı olan Adnan Menderes bile toprak ağasıdır. Bu bakımdan, kırsal ile ilişkileri sağlamdır. Partinin kuruluşu da toprak reformundaki fikir ayrılıklarına dayanır esasen. Böyle bir ortamda, Demokrat Parti mevcut gelir adaletsizliğini giderecek olan gelir vergisi toplama konusunda siyasi saik olarak kırsalda yarattığı zengin sınıfı esgeçerek, ülkede artan enflasyondan birinci derecede sorumludur.

Güven’in ekonomi konusunda getirdiği eleştirilere rağmen, olumlu noktalar da yok değildir. Güven, salt ekonomik krizlere odaklanır. Demokrat Parti dönemi, tek parti iktidarının uyguladığı katı devletçi politikalardan sonra ekonomide bir yenilik içerir. Batı’nın serbest ticaret ekonomisine geçişle birlikte, Türkiye ekonomisi kendi içine kapalı kısır döngüden yerini dışa açılmaya ve hareketliliğe bırakır. Demokrat Parti dönemi, yine de siyaseten otoriterliğin arttığı yıllardır. Ülkede okumuş kentli diye tabir edilen kesimlerin derin bir huzursuzluk içerisinde olduğu ve orduda kıpırdanmaların yaşandığı bir dönemdir.  Yazar, 6-7 Eylül olaylarını açıklarken, açıkça bunun Demokrat Parti tarafından organize edilen bir plan olduğuna vurgu yapar. Bunu yaparken de, olaylara karışan Demokrat Parti teşkilatlarını ve dönemin Dış İşleri Bakanı olan Fuat Köprülü’nün hükumeti suçlayan açıklamalarına, tanıklıklarına yer verir. Bu duruma katkı yapmak gerekirse, dönemi yaşayan ve konuyla ilgili hapse de atılan ve 6-7 Eylül olaylarında parmağı olduğu iddia edilen Aziz Nesin de anılarında olayı Demokrat Parti’nin yaptığını şu sözlerle belirtir; “6/7 Eylül olayının tek sorumlusu DP iktidarıydı. İstanbul’da Rum azınlığa karşı bir gövde gösterisiyle, kamuoyunun gerektiğinde bu amaç için bir savaşı bile göze alabilecek duyarlılıkta olduğunu dünyaya kanıtlamak istemişti.”[11]

Güven, 6-7 Eylül olaylarını açıklarken üçüncü ve son parametre olarak Kıbrıs’ı ele alır. Demokrat Parti’nin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik krizden çıkış noktası olarak Kıbrıs’ı gördüğünü ve bu sorunu millileştirerek, kamuoyunun algısını iç siyasetten dış siyasete yönlendirip üzerindeki baskıyı hafifletmeye çalıştığını şöyle anlatır: “6-7 Eylül Olayları sırasında Kıbrıs sorunun milli siyasetin nesnesi olarak araçsallaştırılması, Menderes dönemindeki Türk dış politikasının parametrelerini, araştırmanın merkezine taşır.”[12] Görüldüğü üzere, Güven, Kıbrıs sorununu millileştiren ve pragmatik olarak kendi çıkarına kullananın Demokrat Parti iktidarı olduğunu belirtir. Kıbrıs, Osmanlı’nın egemenliğinde uzun yıllar kalmış olan bir yer olarak, hem Türkiye, hem de Yunanistan için stratejik öneme haizdir. Adanın egemenliği Osmanlı’dan sonra İngiltere’ye geçmiş olsa da, Türkiye için ada tarihsel olarak önemlidir. Türklerin orada hala yaşıyor olması da, kültürel bağların devamını gösterir. Kıbrıs, aynı zamanda Akdeniz’deki stratejik konumu ve adanın demografik olarak Rum çoğunluktan oluşması nedeniyle Yunanistan için de önem teşkil eder. Güven’in Kıbrıs konusunda Demokrat Parti iktidarını eleştiren sözleri doğru olmakla birlikte eksiktir; zira sadece iktidarda olan DP değil, aynı zamanda muhalefet konumundaki CHP de sorunu millileştirir. Dönemin CHP Genel Başkanı olan İsmet İnönü, belirli dönemlerde yaptığı konuşmalarda hükümete Kıbrıs konusuyla alakalı açık destek verir. Bu bakımdan, Kıbrıs sorununun millileştirilmesi ve bir araç olarak konumlandırılması elbette o dönem iç siyasette ve ekonomide sorun yaşayan DP iktidarına yarasa da, Kıbrıs’ı ulusal bir mesele haline getiren tek parti değildir. Dahası, Kıbrıs konusu Türkiye’nin gündemine Demokrat Parti dönemiyle de girmez. Daha derin tarihsel kökleri vardır. Aslında CHP zamanında Yunanistan’la kurulan dostluk çabaları ve bir dış politika stratejisi olarak imzalanan Balkan Paktı Türkiye ve Yunanistan arasındaki iyi ilişkilerin göstergesidir. Bu iyi ilişkilerin bozulmasının en büyük nedenlerinden biri, Kıbrıslı Rumların Birinci Dünya Savaşı’nda bu fikri ortaya atan Wilson’un ulusların kendi kaderini belirleme hakkı yani self-determinasyonu kullanmak istemesidir. Güven, bu duruma kitabında ayrıntılı olarak yer vererek, Kıbrıs konusun tarihsel arka planını açar. Londra Konferansı’na götüren zemini ve Yunan ile Türk tezlerini açıklamaya çalışır. Kıbrıs’ta Rumların EOKA adı verilen gruplarla adadaki Türk vatandaşlarına karşı giriştiği saldırılar, iç siyasette Demokrat Parti tarafından işlevsel bir şekilde kullanılarak tüm dikkatlerin Kıbrıs’a çevrilmesine zemin hazırlar.

Kıbrıs konusunda Demokrat Parti’nin tutunduğu pozisyona geçmeden önce adanın İngiltere egemenliğinde olduğunu belirtmek gerekir. Güven de, kitabında, İngilizlerin izlediği politikalara yer verir. İngiltere’nin adayla ilgili mevcut statükonun devamından yana olduğunu ve Yunan tezlerine karşılık Türk tezlerini destekleyerek sorunu çözümsüz bir hale getirip, adada herhangi bir etnik ve dini çatışmaya meyil vermemek ve NATO müttefiki olan iki devletin karşı karşıya gelmesini engellemek için adadaki İngiliz varlığını devam ettirecek bir strateji ve politika izlediğine ayrıntılı olarak değinir. Güven’in bu tespitlerine ek yapmak gerekirse, “(…) İngiltere uzun süre koruyacağı Türk-Yunan ilişkilerinin uzlaşmaz noktada olduğu, Kıbrıs konusunda İngiltere gibi büyük bir devletin hamiliğine ihtiyaç duyulacağı tezini iyiden iyiye pekiştirir.”[13] Görüldüğü üzere, İngiltere, bu konuda aktif bir dış politika izler. Güven de, kitabında, İngiltere’nin 6-7 Eylül olaylarıyla bağlantısı olabileceğini o dönem Atina’daki İngiliz Büyükelçiliğindeki konuşmalardan alıntılar yaparak aktarır ve İngiltere’nin 6/7 Eylül olaylarına beklenildiği gibi sert bir tepki vermediğine vurgu yapar. İngilizler, bu bakımdan tarihsel olarak da birbirlerine karşı dostane bir tutum sergilemeyen Türk-Yunan karşıtlığını biraz kaşır ve bunun olumlu neticesini de alır. Kıbrıs’ın geleceği konusunda, İngiltere, dünya kamuoyuna kendisini bir garantör olarak gösterir ve adadaki İngiliz egemenliğinin son bulması dahilinde bir çatışma ortamının çıkacağını vurgular. ABD ve diğer Batılı müttefikler de, Soğuk Savaş döneminde Türkiye ve Yunanistan gibi stratejik öneme sahip ve coğrafi olarak da Sovyetlere yakın olan iki devletin Kıbrıs konusunda sıcak bir çatışmaya girmesini istemez. Bu bakımdan, İngiliz dış politikası amacına ulaşmıştır diyebiliriz. Yazar da, kitabında, İngiltere’nin Londra Konferansı’yla sorunu uluslararası bir platforma taşıdığını ve bu durumun Türkiye’yi temsil eden Demokrat Parti’ye cesaret aşıladığını vurgular. Bu duruma örnek olarak da, Fatin Rüştü Zorlu’nun Ankara’ya çektiği telgraf metnini örnek verir: “Dış İşleri Bakanı, görüşmelerde zor durumda kaldığını, müzakere koşullarının zor olduğunu ve orada ‘artık dizginlenemeyen’ bir Türk kamuoyundan söz etmeyi arzuladığını belirtmiştir.”[14] Bu telgraf metni, olayların hazırlayıcısı olur. Demokrat Parti iktidarı Güven’in de belirttiği gibi bu olayların organize edicisidir. Güven, bu bakımdan olaylara katılanların da hükümet destekli gruplar olduğunu ifade eder. Bunların arasında partinin yerel teşkilatları, partiye yakın işçi sendikaları ve en önemlisi olarak da bizzat hükümetin desteklediği aşırı milliyetçi şoven öğrenci grubu Kıbrıs Türktür Cemiyeti’dir. Güven, bu öğrenci teşkilatının DP iktidarı tarafından iç siyasette milliyetçi duyguları kabartmakta olduğunu ve olayları örgütleyen grup olarak görevlendirildiğine dikkat çeker. Güven, kitabında Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin Başkanlarıyla dönemin Başbakanı olan Adnan Menderes’in samimiyetine dikkat çeker ve aralarındaki konuşmaları aktarır. Bu tarz öğrenci derneklerinin, dönemin koşulları göz önüne alındığında, iktidardan bağımsız bir politika geliştirmesi ve böyle büyük olayları yaratması mümkün değildir. Güven de, bu noktada, Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin korunup kollandığına vurgu yapar ve hatta olaylardan bir gün öncesinde cemiyetin başkanıyla Menderes’in akşam yemeği yediğine değinir. Güven’in olaylarda cemiyetin rol aldığı yönündeki tespitleri doğrudur. Konuyla bağlantılı olarak Güven’in tezlerine ek yapmak gerekirse; “(…) Cemiyetin Londra Konferansı toplanmadan önce düzenlediği gösteriler, bayrak asma kampanyaları ve basın organlarına sunulan bildiriler, netice itibariyle bazı çevrelerde yoğun milliyetçi duyguların yaşanmasına sebep olmuştur.”[15] Bu bağlamda bakıldığında, cemiyetin milliyetçi duyguları körüklemesi gayrimüslim azınlığı hedef alması ve toplumun ortak simgesi olarak kabul edilmesi gereken bir bayrağı kendi çıkarları için başkalarına karşı bir araç olarak kullanması, dönemin faşizan siyasi iklimini yansıtır.

Güven’in kitabında 6-7 Eylül olaylarını açıklarken kullandığı üç parametreye derinlemesine bakıldı. Bu konuda Güven’in ortaya attığı tezler, hem başka kaynaklardan alıntılarla desteklendi, hem de eksik kalan noktalar üzerinden bir eleştiri getirilmeye çalışıldı. Güven’in kitabının ana omurgasını bu üç parametre oluştursa da, Güven, 6-7 Eylül olaylarını ayrıntılı şekilde ele alır. Bu bakımdan, olayların failleri, olayların nerede nasıl başladığı, olaylar sonrası tazminat durumu, basının bu konudaki rolü ve yargılama aşamaları da Güven’in ele aldığı önemli ve konu üzerinde aydınlatıcı bir işlevi olan başlıklardır. Çalışmanın bu kısmında bu başlıklara değinilecek ve en başta yapıldığı gibi katkılar ve eleştiriler sıralanmaya çalışılacaktır. Yazar, olayların başlangıcını nasıl seyir ettiğini ve İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük vilayetlerde meydana gelen yağma, çapul, talan gibi olaylara yer verir. Meydana gelen tecavüz vakaları ve kilise yakma olaylarıyla ilgili rakamsal detayları paylaşır. Yine bu olayların meydana geldiği anda emniyet kuvvetlerinin pasif tutumuna vurgu yapar ve olayları önleyebilecek bir durumları varken bu konuda herhangi bir girişim içinde olmadıklarını anlatır. Bunun sebebini de, hükümetten gelen emirler olduğu tezi üzerine inşa eder. Olaylarda DP iktidarının parmağını olduğunu polisin pasif tutumuyla da açıklamaya çalışan Güven, olaylar DP tarafından milli bir uyanış olarak kamuoyuna lanse ettirildiği için polisler önleyici değil, yeri geldiğinde destekleyici bir pozisyonda olduklarını belirtir. Olayların bu kadar büyük çaplı olmasında polis ve itfaiye teşkilatlarının ihmali olduğunu ortaya koyan Güven, o dönem polislik yapanların konuşmalarından uzun alıntıları da kitabına eklemiştir.

Yazar, olaylar karşısında Türk kamuoyunun tepkisini de analiz eder. Güven, Türk kamuoyunun bu konuda hassa olduğunu belirtir. Görgü tanıklarının ifadelerinden alıntı yaparak birçok Türk komşunun çevresindeki gayrimüslimleri koruduğuna değinen yazar, yine de komşularının yerini gösteren insanların da olduğunun altını çizer. Bu konuda Türklerin ikircikli bir tutum takındığı kanısına varabiliriz. Yine de, münferit olaylar dışında genelde komşuları sahiplenme ve koruma ile olayları tasvip etmeme hakimdir. Güven, aynı zamanda işyerleri zarar gören gayrimüslim azınlığa ödenecek tazminat konusuna da yer verir. Bu konunun da sağlıklı yürümediğini ve gayrimüslimlerin mağduriyetini gidermek yerine onları istismar etmeye yönelik hareketlerin varlığına dikkat çeker. Tazminat taleplerinin tam olarak karşılanmadığına ve bu konuda hazırlanacak bilirkişi raporlarındaki usulsüzlüklere yer verildiğine vurgu yapar. Öte yandan, “Hükümet zarar görenlere yardım edilmesi amacıyla Başvekil Adnan Menderes’in fahri başkanlığında bir yardım komitesi kurulmasına karar vermiştir.”[16] Güven, bu yardım komitesine kitabında yer verir. Bu komiteye yapılan bağışlara değinen yazar, bu durumun da milli bir mesele olarak kodlandığını ve yapılan yardımların gayrimüslim yurttaşların zararını giderip ayağa kalkmasını amaçlamaktan çok ülkenin imajını toparlamak ve Türklerin böyle bir olayda parmağı olamayacağını dünya kamuoyuna göstermek olduğunu anlatır. Güven, olayların bizzat Menderes öncülüğünde hükümetin organizasyonu olduğunu ifade eder. Bu konuda da, cemiyetin, yerel teşkilatların ve işçi sendikalarının kullanıldığına vurgu yapar. Güven’in bu tespiti, o dönem hükümetin içerisinde yer alan ve bizzat DP’nin kurucu isimlerinden biri olan Fuat Köprülü’nün söylemleriyle de benzerlik taşır. Köprülü, 4 Haziran 1960 tarihinde verdiği bir röportajında şu ifadeleri kullanır: “Hadiseler Fatin Rüştü Zorlu’nun ilhamı ile Menderes ve Gedik tarafından tertiplenmiştir.”[17]

Güven, olayların beklenmedik boyutlara gelmesi ve can kayıplarıyla neticelenmesi sonrasında dönemin hükümetinin suçlu olarak komünistleri işaret ettiğine vurgu yapar. Bu durum, şaşırtıcı değildir. Soğuk Savaş ortamında Demokrat Parti bir günah keçisi arıyorken komünistlerden daha iyisi bulunamazdı herhalde. Dönemin solcu aydını Aziz Nesin ve arkadaşları hiçbir suçları yokken haklarında elle tutulur kanıtlar yokken gözaltına alınır ve uzun süre savunma dahi yapamadan içeride kalırlar. Nesin, bu konuda yaşadıklarını ilerleyen yıllarda yayınladığı anılarında yazar: “Öyle suçlular bulunmalıydı ki, başta büyük dostumuz ABD olmak üzere bütün dünya gösterilen sanıkların suçluluğunu onaylasın, onaylamasa bile karşı koymasın. Kim olabilirdi bu suçlular? Komünistler!”[18] Yazar, kitabında Nesin’in belirttiği müttefik olan ABD’nin bile bu olayları komünistlerin gerçekleştirdiğine inanmadığına yine Amerikalı olan bir diplomatın sözlerinden alıntı yaparak aktarır. Güven, olayların gerçekleşmesinde dönemin istihbarat biriminin de dahli olduğunu vurgular. Güven, Soğuk Savaş döneminde bizzat ABD tarafından kurulan ve Avrupa ülkelerinde komünizmle mücadele eden özel yapılara işaret eder. Bu yapılardan biri de Özel Harp Dairesi’dir. Bu dairede görev yapmış bir tuğgeneralin sözlerinden alıntı yapar: “Elbette 6-7 Eylül saldırıları Özel Harp Dairesi tarafından planlanmıştı. Olağanüstü planlı bir operasyondu ve amacına da ulaştı.”[19] Bu daire her şeyden önce milli değildir. Milli olmaktan uzak bu yapı 6-7 Eylül’ün organize edicisiyse eğer bunu Demokrat Parti iktidarının emriyle mi yapmıştır yoksa emri dışında mı? Güven, maalesef bu konuda bize bir şey aktarmaz.

Yazar, kitabında olayların çıkmasında basının rolünü de mercek altına alır. Özellikle hükümete yakınlığıyla bilinen İstanbul Ekspres gazetesinin olaydan birkaç saat önce provokasyon yüklü yayın yapışına ve olayların fitilini ateşleyen unsur olduğuna değinir. Bunun dışında, yargılama aşamalarına da değinen Güven, hükümetin ilk başta olayların asıl sorumlularını görmezden geldiğine ve dönemin iklimine uygun olarak komünistleri içeri aldığına vurgu yapar. Aynı zamanda sıkıyönetim ilan edildiğini belirten yazar, yargılama aşamalarının siyasetin baskısı altında ilerlediğine değinir. Olaylara karışan KTC üyelerinin gözaltına alındığına değinen Güven, bu kişilerin eğer yargılanırlarsa emirleri hükümetten aldıkları tehdidinde bulunduğuna vurgu yapar ve üyelerin serbest kaldığına değinir. Yine Selanik’te evi bombalayan Türk provokatörün de yargılanmadığı gibi adeta ödüllendirilir gibi Vali yapıldığına işaret eder. Menderes hükümetinin devrilmesinden sonraki Yassıada yargılamalarına da parantez açan Güven, bu yargılamalarda da dönemin istihbarat birimleri sorgulanmazken tüm suçun hükümet üyelerine yüklenme nedenini darbeyi yapanların kendine siyasi meşruiyet sağlama çabası olarak değerlendirir. Güven’in yargılamalarla ilgili tespiti doğrudur. Her şeyden önce, Türkiye’de yargı İstiklal Mahkemeleri’nden bu zamana kadar siyasetin güdümünde olmuştur ve tarafsız kalmayı başaramamıştır. Yine de Güven’in atladığı nokta, ülkede gayrimüslim yurttaşlara yönelik girişilen bu saldırının cezasız kalmadığı ve Türkiye’de ilk defa mahkemelerde olayların tertipleyicisi olarak siyaseten sorumluluk makamında bulunan kişilerin hüküm yemesi azımsanamayacak bir öneme sahiptir. Konuyla ilgili olarak Tanıl Bora’nın tespitleri de önem arz eder: “Yassıada Yargılamaları bağlamında görülen davanın sabık iktidarı mahkum etme girişimi içinde araçsallaştırıldığını teslim etmek gerekir.”[20] Görüldüğü üzere, Bora da Güven’in tespitlerine paralel bir yaklaşım içerisindedir. Bu çalışma, her iki yazardan farklı olarak yargılanmaların siyasi boyutu olsa da, olayların tertipleyicisi bir Başbakanı’n mahkum edilmesini hukuk için önemli bulmaktadır.

Güven, 6-7 Eylül olaylarını anlattığı kitapta olayların tarihsel arka planına bakar. Bu olayları ortaya çıkaran siyasi, ekonomik koşulların analizini yapar ve aynı zamanda olayla ilgili detaylı bilgileri ve yaşayanların anlattıklarını bize aktarır. Buna rağmen, Güven, 6-7 Eylül olaylarıyla ilgili bir tanımlamaya gitmez. Türkiye’nin belki de en acı olaylarına sahne olan ve gayrimüslim yurttaşların onurunu zedeleyen ülkeyi terk etmelerine neden olan bu mezalimi tarih içerisinde nereye oturtmalıyız, nasıl ifade etmeliyiz? Bu sorunun cevabı maalesef Güven’in eserinde yer almaz. 6-7 Eylül olayları bir pogrom mudur, yoksa bir soykırım mı ya da bir etnik temizlik mi? Bu olayları ifade ederken hangi kavramı kullanmamız gerektiğine dair Güven’in eserinde herhangi bir emare bulunmaz. Bu bakımdan, olayların ortaya çıkışındaki etmenler ve sonuçlara bakarak bir tanılamaya gitme ihtiyacı doğar. Bu olaylar, basit bir yağma veya milliyetçi hislerin anlık öfke patlaması olarak tanımlanamayacak kadar organize ve amaçlı bir harekettir. Her şeyden önce, hareketin dönemin iktidarı tarafından tertiplenmesi ve sadece Rumları değil tüm gayrimüslimleri hedef alması, bizi olaylara daha derinlemesine bakmaya sevk eder.Yunan araştırmacı yazar Vasilis Kiratzopulos, 6-7 Eylül olaylarını konu ettiği kitabında, olayları abartılı bir şekilde “soykırım” olarak nitelendirir. Bunu yaparken de öncelikle soykırım tanımının içerisine nelerin girdiğinden bahseder: “Fiziksel olarak grubu kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla grubun hayat şartlarını ağır biçimde kötüleştirmek. Grubun üyelerini öldürmek.”[21] Yunan araştırmacı, bu tanımlamaları yaptıktan sonra Nazilerin yaptıkları ve Ruanda’da yaşananları 6-7 Eylül olaylarıyla kıyaslayarak ele alır ve olayları “soykırım” olarak nitelendirir. Rum cemaatinin bu olaylardan sonra hem fiziksel olarak ortadan kaldırılmaya çalışıldığını, hem de İstanbul’u terk etmeye zorlandığını iddia eder. Bu çalışma ise, Yunan araştırmacının aksine, olayları soykırım olarak değil insanlığa karşı işlenen suç olarak nitelendirir. Gayrimüslim azınlığın can ve mal güvenliğinin sağlanmaması, olayların bizzat devlet tarafından tertiplenmesi, hükümete yakın medya kuruluşlarının milliyetçi ve hedef gösteren yazıları ve en nihayetinde gayrimüslim azınlıkların ekonomik ve sosyal hayatlarına onarılamaz hasarlar verilmesi, bu olayları insanlığa karşı işlenen ve Türkiye’de ulus devletin en acı sonuçlarının yer aldığı olay haline getirir. Ancak soykırım tanımlaması, olayların kapsamını abartan ve daha çok günümüz siyasetinde Türkiye’ye zarar vermek için kullanılan bir yaklaşımdır.

Sonuç olarak, Dilek Güven, 6-7 Eylül olaylarını anlattığı bu kitapla Türkiye’nin hem en acı olaylarından birine, hem de dönemin siyasi, ekonomik koşulları ışığında göz atar ve Kemalist uluslaşma sürecinin bu olaylarda oynadığı role dikkat çeker. Kitap, son derece geniş bir kaynak taramasının ürünüdür. Akıcı bir dil kullanan yazar, dönemi yaşayanların tanıklıklarına da yer verir. Türkiye’nin en zor yıllarını aydınlatan bu kitap, 6-7 Eylül olaylarının daha iyi anlaşılması için mutlaka okunması gereken bir eserdir. Türkiye’nin kendi tarihi hakkında devlet görüşlerine bu kadar zıt çizgide yüzlerce kitap basılan bir ülke olması ise, Avrupalı bazı çevrelerin görüşlerinin aksine, Türkiye’deki ifade hürriyeti ve özgür tartışma ortamının gücüne işaret eder.

 

İsmail Uğur AKSOY

 

 

KAYNAKÇA

  • BABAOĞLU, Resul; “6/7 Eylül 1955 Olaylarının Muhtemel Failleri Üzerine Bir Değerlendirme”, The Journal of Academic Social Science Studies, Cilt 6, Sayı: 2, 2013, ss. 1350-1371.
  • BAYRAK, Mehmet; Kürtlere Vurulan Kelepçe Şark Islahat Planı, Ankara, Öz-Ge Yayınları, 2013.
  • BORA, Tanıl; Türk Sağının Üç Hali Milliyetçilik, Muhafazakarlık, İslamcılık, İstanbul, Birikim Yayınları, 2014.
  • BORA, Tanıl; Türkiye’nin Linç Rejimi, İstanbul, Birikim Yayınları, 2015.
  • ÇAĞLAYAN, Ercan; Cumhuriyetin Diyarbakır’da Kimlik İnşası (1923-1950), İstanbul, İletişim Yayınları, 2014.
  • GÜRSES, Umut; “Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti ve Faaliyetleri”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, Ankara Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, 2014.
  • GÜVEN, Dilek; Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005.
  • İNCİ, İbrahim; “İkinci Dünya Savaşı Yıllarında Türkiye’de Varlık Vergisi Uygulaması”, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 10, Sayı: 2, 2012, ss. 272-290.
  • KESER, Ulvi; “Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olaylarına Kesitsel Bir Bakış”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Sayı 25, 2012, ss. 181-226.
  • KİRATZOPULOS, Vasilis; Kayıt Olunmamış Soykırım İstanbul Eylül 1955, İstanbul, Pencere Yayınları, 2009.
  • NESİN, Aziz; Salkım Salkım Asılacak Adamlar, İstanbul, Nesin Yayınları, 2013.
  • ÖZDOĞAN, Mehmet; “Türkiye’de Ulus İnşası ve Dil Devrimi”, Akademik Hassasiyetler Dergisi, Cilt 2, Sayı: 3, 2015, ss. 227-261.
  • SAKİN, Serdar; “6-7 Eylül 1955 Olayları Sonrasında Türk Kamuoyunun Tutumu”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt 3, Sayı: 12, 2010, ss. 379-386.
  • ULUÇ, Özlem; “İmparatorluktan Ulus Devlete Vatandaşlık Halleri: Osmanlı ve Türkiye’de Vatandaşlık Politikaları”, Toplum Bilimleri Dergisi, Cilt 6, Sayı: 12, Temmuz-Aralık 2012.
  • ZÜRCHER, Eric Jan; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, Çev. Yasemin Sanar, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012.

[1] Bakınız; http://www.iletisim.com.tr/kitap/6-7-eylul-olaylari/8006#.V1sGCIdJnIU.

[2] Özlem Uluç, “İmparatorluktan Ulus Devlete Vatandaşlık Halleri: Osmanlı ve Türkiye’de Vatandaşlık Poltikaları”, Toplum Bilimleri Dergisi, Cilt 6, Sayı: 12, Temmuz- Aralık 2012, s. 15.

[3] Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005, s. 84.

[4] Ercan Çağlayan, Cumhuriyetin Diyarbakır’da Kimlik İnşası (1923-1950), İstanbul: İletişim Yayınları, 2014, s. 14.

[5] Mehmet Bayrak, Kürtlere Vurulan Kelepçe: Şark Islahat Planı, Ankara: Öz-Ge Yayınları, 2013, s. 11.

[6] Tanıl Bora, Türk Sağının Üç Hali: Milliyetçilik, Muhafazakarlık, İslamcılık, İstanbul: Birikim Yayınları, 2014, s. 35.

[7] Mehmet Özdoğan, “Türkiye’de Ulus İnşası ve Dil Devrimi ( 1839-1936)”, Akademik Hassasiyetler Dergisi, Cilt 2, Sayı:  3, 2015, s. 229.

[8] Güven, op.cit, s. 89.

[9] İbrahim İnci, “İkinci Dünya Savaşı Yıllarında Türkiye’de Varlık Vergisi Uygulaması”, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 10, Sayı: 2, 2012, s. 287.

[10] Eric Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, Çev. Yasemin Sanar, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s. 333.

[11] Aziz Nesin, Salkım Salkım Asılacak Adamlar, İstanbul: Nesin Yayınevi, 2013, s. 36.

[12] Güven, op.cit, s. 7.

[13] Ulvi Keser, “Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olaylarına Kesitsel Bir Bakış”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Sayı: 25, 2012 Güz, s. 189.

[14] Güven, op.cit, s. 306.

[15] Resul Babaoğlu, “6/7 Eylül 1955 Olaylarının Muhtemel Failleri Üzerine Bir Değerlendirme”, The  Journal of Academic Social Science Studies, Cilt 6, Sayı: 2, 2013, s. 1361.

[16] Serdar Sakin, “ 6-7 Eylül 1955 Olayları Sonrasında Türk Kamuoyunun Tutumu”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt 3, Sayı: 12, 2010, s. 382.

[17] Umut Gürses, “Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti ve Faaliyetleri”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, Ankara Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, 2014, s. 126.

[18] Nesin, op.cit, s. 68.

[19] Güven, op.cit, s. 72.

[20] Tanıl Bora, Türkiye’nin Linç Rejimi, Birikim Yayınları, 2015, s. 21.

[21] Vasilis Kiratzopulos, Kayıt Olunmamış Soykırım İstanbul Eylül 1955, Çev. Sonya Özzakar,  İstanbul: Pencere Yayınları, 2009, s. 84.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.