“Siz devrimcileri çizmelerimizin altında ezeceğiz ve suratlarınızda yürüyeceğiz. Bu dünya bizim, biz onun efendileriyiz ve o sonsuza kadar bize ait kalacak”. Jack London, The Iron Heel [Demir Ökçe] (1908).
Jack London, 1908 yılında basılan ve Türkçeye “Demir Ökçe” olarak çevrilen distopik eserinde, kendisini tüm dünyada ünlü eden macera romanlarının dışına çıkmış ve ilk defa doğrudan siyasi bir konuyu işlemiştir. Döneminin sağcı popülist söylemlerinden rahatsız olan London, 1920’li yıllardan itibaren İtalya, Almanya ve Macaristan başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesini etkisi altına alacak olan faşist rejimlerin ayak seslerini duymuş ve çağdaşı olan herkesten önce Demir Ökçe’de işlemiştir.
London’a göre; Amerika’nın Avrupa kökenli beyaz çoğunluğu, devletlerini tarihin en dehşetli soykırımlarından biri üzerine kurmuştur ve her zaman ırkçılığa meyleden bir kültüre sahiptir. İtinayla yerleştirdikleri beyaz egemen sosyoekonomik-siyasi sistem, 20. yüzyılın başında Afrikalı Amerikalıların başını çektiği yükselen toplumsal hareketlerle tehdit edilmektedir ve London, bu ırksal çatışmanın er ya da geç faşizan bir beyaz rejiminin kurulmasıyla sonuçlanacağını öne sürmüştür.
London’ın öngörüleri, ülkesi ABD’de doğru çıkmamış ve Amerikan liberal demokratik rejimi yıllar içerisinde çoğulcu bir yapıya evrilerek, karşıtlarını da kendi içinde eritmeyi başaran bir yapıya bürünmüştür (sistem literatürde sıklıkla “melting pot” şeklinde tabir edilir ve “çok-kültürlü bir maden ergitme kabına” benzetilir). Fakat Donald Trump’ın beyaz ırk üstünlüğünü savunan görüşleri çağrıştıran bir seçim kampanyası ile rakibi Hillary Clinton’ı yenerek Başkan seçilmesi, birçoklarına göre Amerikan liberal demokrasisini yıkıma götürecek bir sürecin başlangıcını teşkil etmektedir. Bir yüzyıl gecikmiş olabilir, ama London’ın “Demir Ökçe”si sonunda galiba ufukta belirmektedir!
Karşıtlarının da haklı olarak belirttiği gibi, Demokrat Parti adayı Hillary Clinton, gerçekten de kusurlu bir adaydı. Ona dair en yaygın kanaat, Clinton’ın kasabalı ve orta sınıf seçmenlerin ihtiyaçlarıyla ilgilenmeyen, Washington’ı nüfuzu altına alarak [ki Clinton başkentte oyların yüzde 94’ünü alarak rekor kırmıştır!] ülkeyi adeta görünmez bir el ile yönetmekte olan lobi gruplarının ve kapalı Amerikan sisteminin elit bir temsilcisi olduğudur. Başkan Obama dönemindeki Dış İşleri Bakanlığında da, özellikle Ortadoğu’da, başarılı bir performans ortaya koyamadığı öne sürüldü. Ölümcül bir hastalığı olduğuna dair komplo teorileri ve resmi görevdeyken yapmış olduğu yazışmaların güvenli olmayan bir kişisel e-mail hesabı kullanması nedeniyle kolayca sızdırılması, seçim kampanyasını zayıflatan diğer faktörlerdi.
Tüm bunlara rağmen, Hillary’nin seçimi beklenmedik bir şekilde kaybetmesi, hem Amerikan basını, hem de ülkeyi takip eden benim gibi gözlemcilerde ciddi bir şok etkisi yarattı. Bunun temel sebebi; Hillary’nin rakibi Trump’ın uçuk söylemleri ve tutarsız tavırları karşısında çok daha aklıselim bir lider görüntüsü vermesiydi. Trump, tüm seçim kampanyası boyunca Amerika’nın kamusal alanda konuşulması ayıplanan tüm hassas konularına (ırk, göçmenlik vb.) adeta kırmızı renk görmüş öfkeli bir boğa gibi saldırmıştı. Hatta kampanyasının akılda en çok yer eden öğesi, ülkedeki neredeyse tüm ırksal ve dinsel azınlıklara karşı kullandığı ağır hakaretlerdi. Örneğin, Meksikalı göçmenleri “tecavüzcüler”, Müslüman Amerikalıları “El-Kaide’yi ve 11 Eylül saldırılarını destekleyen teröristler”, Afrikalı Amerikalıları ise “suça meyilli parazitler” olarak nitelendirmişti.
Dürüstçe belirtmem gerekir ki; Hillary’nin kendi kusurlarının bu tür söylemler kullanan bir aday karşısında herhangi bir öneminin olmadığını ve hatta Trump’ı yenmek için Demokrat Parti’nin Hillary değil “içi boş bir ceketi” dahi aday gösterse kazanacağını düşünmüştüm! Bunun yerine şahit olduğumuz ise Trump’ın sevinçli taraftarlarının “o kadını [Hillary] tutuklat!” bağırışları eşliğinde zafer konuşması yapması oldu…
Trump, bu seçime kadar çoğunlukla hakkında açılan yolsuzluk davalarıyla tanınan, vergi kaçırmakla övünen ve etik değerleri açısından tartışmalı bir işadamıydı. Amerika’yı “tekrar muhteşem günlerine döndüreceğini” iddia eden Trump’ın medya imparatorluğu, yıllar içinde dört kez iflas etmişti. Seçim kampanyası boyunca defalarca kez kadınları aşağıladı ve tecavüz kültürünü meşrulaştıran cinsiyetçi (seksist) açıklamalarda bulundu. Irkçı ve İslam düşmanı öğelerle süslediği kampanyasının en büyük destekçilerinden bazıları, çılgın Neo-Nazi dazlaklar ile geçmişte yüzlerce Afrika kökenli Amerikalıyı çarmıha gerip ateşe verdikleri cinayetlerle tanınan Ku Klux Klan (KKK) mensuplarıydı.
Trump, her yönüyle çizgi romanlardan fırlamış bir “kötü adam” karakterini andırıyor; adeta Superman’in ezeli düşmanı Lex Luthor’un veya Batman’in kötücül Belediye Başkanı Penguen Adam’ın gerçek dünyamızdaki bir karşılığı… Üstelik bu çizgi roman karakterlerinin aksine, uzun vadeli bir stratejik vizyona veya tutarlı bir taktiksel zekâya da sahip görünmüyor. Hatta seçimi kazanmasının ardından yaptığı zafer konuşmasında suratından ciddi bir şaşkınlık ifadesi okunuyordu; yani sonuçlar onu da şoke etmiş gibiydi!
Tüm bu faktörler, Amerika gibi çok-kültürlü bir açık toplumda Trump’ın Başkan seçilmesini imkânsız kılmış olmalıydı, fakat yine de bir şekilde kazanmayı başardı. Aleni bir şekilde vergi kaçıran, dünyanın en zengin 156. insanı olduğu söylenen ırkçı bir zengin elit kendisini egemen liberal sisteme karşı “halkın hakiki sesi” olarak nasıl başarıyla sunabildi ve 50 milyondan fazla seçmen de bu retoriği sahiplendi? Bu bağlamda tartışmalar devam ediyor ve birçok alternatif açıklama önümüzdeki dönemde zihinlerimizi meşgul edeceğe benziyor. Öncelikle, Trump’ın seçilmesi olgusunu rasyonalizmle -yani insanların esas olarak kendi çıkarları açısından en doğru olanı tespit edebildikleri ve bu doğrultuda başarılı seçimler yaptıkları varsayımına dayanan yaklaşımlarla- açıklamaya çalışmayı bir kenara bırakarak başlayabiliriz. Bana en makul gelen yaklaşım, Trump olgusunu bayağı bir popülizmin iç mantığıyla (yani “büyü”süyle) açıklamak!
Buna göre, Amerika’nın çoğulculuğa dayanan ve azınlıklara yönelik pozitif ayrımcılık gibi uygulamalar benimsemiş siyasal-sosyoekonomik sistemi, büyük şehirlerde yaşamayan beyaz Amerikalı çoğunluğun önemli bir kısmının gözünde meşruiyetini yitirmiştir. Demokrat Parti, sistemden şu ana kadar elde ettiklerine ek olarak, daha da çok hak isteyen azınlık gruplarının “muhafızları” görünümündedir. Buna karşın, sisteme yabancılaşmış, geçmişte sahip oldukları “üst sınıf” statülerini özleyen beyazlar karşıt bir reaksiyon göstermiş ve sisteme karşıt söylemlerde bulunan (fakat ironik olarak kendisi de aslında zengin bir elit yani sistemin kazananlarından olan) Trump’ı desteklemiştir. Öfkeleri öyle bir boyuta ulaşmıştır ki; kendileri Trump iktidarından şahsen kazançlı çıkmasalar bile, yalnızca yükselen azınlık güçlerin ezilmesi onlara kendi tatminsizliklerini unutturmaya yetecektir! Trump’ın Başkan seçilmesinden beri geçen ilk hafta boyunca ülkenin birçok şehrinde yaşanan azınlıklara saldırıların önümüzdeki dönemde şiddetlenerek devam etmesi sürpriz olmayacaktır. Trump’ın Başkanlık dönemi, büyük bir ihtimalle dış politika kararlarıyla değil, azınlık ayaklanmaları, onlara yönelik nefret suçları, sokak çatışmaları ve bunlarla bağlantılı iç siyasi krizlerle hatırlanacaktır…
Amerikan seçim sonuçlarının benim üzerimde yarattığı temel etki, bir Siyaset Bilimci olarak mesleğimin amacını sorgulatmak oldu. Toplumun, siyasi kurumların ve ekonomik kurumların işleyişini anlamak için hep beraber trilyonlarca sayfa ürettik; fakat bazen tüm bu çabanın aslında vatandaşların davranış biçimlerini anlamamızı daha zor kılmış olabileceğini ve araştırmacılarla halklar arasında büyük bir uçurum açtığını düşünüyorum.
Son olarak, Amerika’da halen yaşamakta olan azınlıklara tüm kalbimle kolaylıklar, sabır ve iyi şanslar dilerim. Yükselmekte olan beyaz ırk üstünlükçüsü “Demir Ökçe” tehlikesi karşısında hazırlıklı olmaları faydalı olacaktır. Bu da, çeşitli azınlıkları bünyesinde toplayan geniş katılımlı örgütlü toplumsal hareketler oluşturmak, iletişim kurmaya açık beyaz vatandaşlarla güçlü diyalog mekanizmaları kurmak ve sosyal medya unsurları aracılığıyla yaşanabilecek saldırılar karşısında seslerini duyurmak gibi yöntemlerle mümkün olabilir. Jack London’ın kâbusunun önümüzdeki yıllar içinde gerçek olmaması dileğiyle Amerikalı dostlarımıza sevgiler ve selamlar…
Yrd. Doç. Dr. Oğuzhan GÖKSEL
“London’a göre; Amerika’nın Avrupa kökenli beyaz çoğunluğu, devletlerini tarihin en dehşetli soykırımlarından biri üzerine kurmuştur”
Aslinda burda okumaltan vazgecsen, bisey kacirmazsin.