30 Nisan 2021 tarihinde, İran ve 4+1 grubu üyesi ülkeler, nükleer müzakerelerin dördünü turunu bitirerek, alınan kararları merkezi hükümetleriyle görüşmek için başkentlerine döndüler. Haberlere bakıldığında, müzakerelerden netice alınacak olumlu bir hava yansıması tam olarak sezilmiyor; fakat bir yandan da önümüzdeki hafta tekrardan tarafların bir araya gelmesi ve -uluslarararası kamuoyundan gizli-kapalı tutulmuş olsa da- müzakerelerde önemli yol katedilmesi söz konusudur. Buna karşın, ABD’nin 2015 JCPOA anlaşmasına dönüşü halen bile kolay bir mesele olarak algılanmıyor. Bu konuda pek çok husus rol oynamaktadır. Bu yazıda, bu hususları analiz ederek, nükleer müzakerelerin sonuca ulaşıp ulaşmayacağını değerlendireceğim.
Dediğimiz gibi, nükleer müzakerelerin başarıya ulaşması hususunda bazı zorluklar var. İlk olarak, ABD’nin 2018 yılı Mayıs ayında tek taraflı Kapsamlı Ortak Eylem Planı yani JCPOA antlaşmasından çekilmesi, başta İran olmak üzere diğer JCPOA ortaklarının güvenini ciddi şekilde zedelemiştir. Taraflar, Donald Trump döneminde antlaşmadan çekilen, ama Joe Biden döneminde yeniden antlaşmaya dönmek isteyen ABD’nin güvenilirliğini haliyle sorguluyorlar. Öyle ki, Biden’ın ekibi yeni bir antlaşmaya varsa bile, ileri yaştaki ABD Başkanı’nın ardından gelebilecek İsrail etkisindeki bir Demokrat ya da Cumhuriyetçi Başkan’ın bu antlaşmaya bir kez daha uymaması gayet olası gözüküyor. Dolayısıyla, müzakereler için en temel sorun, ABD’nin uluslararası hukuka ve antlaşmalara aykırı hareket edebilen ve müttefiklerine bile güven vermeyen bir devlet olması.
İkinci olarak, İran’a karşı ABD tarafından son üç yılda eşi benzeri görülmemiş çok sert yaptırımlar uygulandı ve bu da Tahran’daki rejimin ekonomik ve siyasi başarını yerle bir etti. Fakat Trump’ın rejim değişikliği amacıyla uyguladığı bu politikalar, İran’daki rejimi daha da sertleştirdi ve muhafazakârların elini güçlendirdi. Bu durum, müzakereler konusunda Biden yönetiminin işini teknik ve politik olarak çok zor hale getirmektedir. Zira Biden, bugünkü zor şartlara Trump siyasetinin mirasçısı olarak katlanıyor. İlk adımda, bize göre, Biden hükümeti, taraflar arasında yeniden güven tesis edebilmek için, bu yaptırımların düğümlerini çözmelidir. Örneğin, Trump döneminde, İran’ın petrol endüstrisi, nükleer çalışmalar, terörizme destek iddiaları vb. sebepler nedeniyle çeşitli nedenlerle defalarca yaptırıma tâbi tutuldu. Bankacılık sistemi ve özellikle de İran Merkez Bankası oldukça kötü durumda. İran ise bu zor dönemi atlatmışken, ABD’ye güvenerek antlaşmaya dönmek için bazı şartları masaya sürecektir/sürmektedir. Bu da, şüphesiz, yaptırımların azaltılmasıdır.
Üçüncü olarak, İran’ın nükleer programındaki ilerlemeler de ciddi şekilde takip edilmektedir. İran, geçtiğimiz günlerde % 20 oranında uranyum zenginleştirmeye başladığını açıklamasına rağmen, halen bile dört aşamalı sürecin üçüncü aşamasında bulunuyor. İran’da parlamento tasarısının kabul edilmesine ve yaptırımların kaldırılmasına yol açan seçimler öncesinde yaşanan iç anlaşmazlıklar nedeniyle hükümete sorumluluk yüklemdi. Bunlar arasında, uranyum zenginleştirmesi ve UAEA (Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı) ile işbirliği konusu da vardır. Çünkü meclis, Ruhani yönetiminin geliştirdiği İran ile UAEA arasındaki işbirliğinin sona ermesini istiyor. Ayrıca, 21 Mayıs 2021’de meclis talebi ve onayı gereği, Ruhani yönetimi, NPT anlaşmasından çıkmak zorundadır.
Dördüncü olarak, İsrail’in antlaşma olmaması için gösterdiği yıkıcı rol de unutulmamalıdır. İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, geçmişten çok şey öğrendi ve 2015 öncesi ve sonrası BM Genel Kurul oturumunu ve ABD Kongresi konuşmasını propagandaya dönüştürerek, Washington’daki iç çekişmeleri körükleme stratejisini ustalıkla kullandı. Trump’ın JCPOA antlaşmasından çekilmesinde en etkili faktör kuşkusuz İsrail lobisinin baskıları oldu. Dolayısıyla, Netanyahu ve İsrail Devleti, bu kez de müzakere sürecini kesintiye uğratmak için 3 Nisan’da doğrudan Tahran’ı hedef aldı ve Natanz nükleer faaliyet merkezindeki patlamayı organize etti. İsrail’in bu eylemi üstlenmesi, bir nevi Viyana müzakere sürecini vurmak için yapılan bir sabotaj olarak kabul ediliyor. Zaten bundan önce de, İsrail, İranlı nükleer enerji uzmanı bilim insanı Prof. Dr. Muhsin Fahrizade’nin suikastını da üstlenmişti. Tel Aviv’e Washington tarafından gerekli uyarılar yapılmasına rağmen, bu uyarıya İsrail’in riayet edip etmeyeceği açık değildir. Netanyahu, iç politikada henüz pes etmedi ve sürekli olarak elçilerini ve temsilcilerini Washington’a gönderiyor. Bu nedenle, 2015’te Obama yönetimi için İran bir muamma haline gelmişse de, bu defa da İsrail Biden’ın dış politikasında bu şaşırtıcı rolü oynuyor ve bir muamma gibi duruyor.
Peki, bu zorluklar karşısında 46. ABD Başkanı Joe Biden ve yönetimi ne yapacak? Biden’ın çok farklı ve devrimci bir Başkan olduğu ve hiçbir şeyden korkmadığı, -Türkiye baskısına rağmen- 1915 Olayları’nı “soykırım” olarak nitelendirmesi ve ABD tarihinin en büyük sosyal yardım ve altyapı kalkınması planını açıklamasından da kolaylıkla anlaşılabiliyor. Biden, İran’la olan bu temel sorunu çözmek için aşamalı bir strateji tercih etmiyor, ancak eşzamanlı bir strateji Tahran tarafından beklenmekte ve istenilmektedir. ABD, tüm yaptırımları kaldırma konusunda daha temkinli davranmak istemektedir. İran ise, eşzamanlı ve eylemin doğruluğunu ispatlama sürecini dikkate almaktadır. Taraflar arasındaki temel meselelerden biri de budur.
JCPOA’yı canlandırmak için müzakereler Nisan ayı başından beri Viyana’da yapılıyor. Siyasi uçurum o kadar belirgindi ki, 7 Nisan’da görüşmeler durma noktasına bile geldi. Ancak, daha sonra, İran ve Avrupa ülkeleri tarafından birden bire yeniden umut verici haberler dünyaya yayılmaya başladı. Kritik soru bizce şudur; Viyana’da neler oluyor? İran, tek adımda tüm yaptırımların kaldırılması, doğrulanması ve yeniden canlandırılması da dahil olmak üzere tüm koşullarından mi geri çekildi, yoksa Washington Tahran’a bazı tavizler vermeyi mi düşündü?
Öncelikle şunu belirtmek gerekir; İran ve ABD, Viyana’ya farklı nedenlerle girmişlerdir. İran, aşındırıcı ve yıkıcı yaptırımların kaldırılmasını istemek ve ekonomisini canlandırmak istemektedir. ABD’deki Biden yönetimi ise, seçim vaadini yerine getirmek, JCPOA bağlamında Avrupalı müttefikleriyle bağlarını güçlendirmek ve Asya’ya ve Çin’den gelen artan jeopolitik tehdide daha fazla odaklanmak için bölgeyi istikrara kavuşturmak istemektedir. Bu güdüler o kadar güçlü ki, iki ülkeyi düzeni sağlamak için müzakerelere devam etmeye yönlendirdi. Bununla birlikte, aynı zamanda gerçekçi bir analizde engellere de işaret edilmelidir. İran, baskı aracını kullanmakta ve % 20 oranında uranyum zenginleştirmeyi hedeflerken, ardından % 60’ı müzakere şartlarında takas oyunu olarak dikkate almaktadır. Öte yandan, ABD ise, BM Güvenlik Konseyi ile tamamen uyumsuz olan yaptırımların kaldırılması veya askıya alınması konusunda ısrar ediyor ve Tahran ile daha sonraki süreçler için bu kaldıraç gücünü kaybetmek istemiyor. Fakat tüm yaptırımların kaldırılması, Başkan Biden için ağır bir siyasi maliyete yol açacaktır. Hatta öyle ki, bu durum, ABD’deki iç reform planlarını kabul etmek için Senato’daki bazı kilit Demokratların kaybına bile yol açabilir. Yani bazı zorluklar yaşamaya devam ediyor. Fakat İran, JCPOA çerçevesinde 2015’teki taahhütlerin gerçekleştirilmesini, 2018’de anlaşmaya aykırı olarak yeniden uygulanan yaptırımların kaldırılmasını ve bunların yanı sıra, Trump tarafından uygulanan JCPOA dışı yaptırılımların kaldırılmasını da talep etmektedir. Örneğin, İran Devrim Muhafızları’nın terörist grup listesinden çıkarılması, bazı İranlı askeri yetkililer hakkında Washington tarafından uygulanan ambargoların kaldırılması ve hatta İran Dini Lideri Ali Hamaney ile ilgili olan yaptırımların iptal edilmesini topyekün olarak istemektedir. İşte bu bağlamda müzakerelerin hızı ve başarı şansı da düşüyor.
Görünüşe göre, arabulucuların, özellikle de Rusya ve Çin’in baskısı, İran’ın müzakere masasından çekilmesine engel oldu. Bu ülkeler, anlaşmazlık noktalarından bahsetmek yerine, müzakere denklemini tersine çevirmeye ve ortak zeminde tartışmaya girmeye çalıştılar. Bu nedenle, hem Rusya temsilcisi, hem de Almanya Dışişleri Bakanlığı sözcüsü, görüşmelerin genel görüşme aşamasından itibaren somut ve objektif adımlara girdiğini vurguladılar. Diğer ülkelerin yapıcı tavırları, kuşkusuz müzakerelerin başarı şansını yükseltmektedir. Peki, müzakerelerin devamını sağlamak için bundan sonra hangi adımlar atılabilir?
Mart ayında, ABD, -bir Avrupa kanalı aracılığıyla- İran’a uranyum zenginleşmesini % 20’de durdurma karşılığında, İran’ın bloke edilmiş 1 milyar dolarlık varlığını serbest bırakmaya istekli olduğunu teklif etti. İran’ın böyle bir teklifi hoş karşılamaması doğaldı. İran’ı Viyana müzakere masasına getiren şey, ABD’nin BM ile bağdaşmayan yaptırımları kaldırmaya hazır olmasıydı. İki kaynak bize bu konuda daha fazla bilgi veriyor: Reuters haber ajansı ve Time haftalık dergisi. Bu iki kaynağın haberlerine dayanarak, ABD’nin İran’ın bloke edilen tüm parasını yabancı bankalara yatırmaya istekli olduğu sonucuna varılabilir (yaklaşık 20 milyar dolarlık bir rakam). Nitekim Tahran, parayı saygın bir uluslararası bankaya aktararak, bu sermayeye erişebilir. İkinci avantaj ise, bazı petrol muafiyetlerinin kaldırılması; yani petrol satış parasının Hazine Bakanlığı tarafından onaylanan bir bankaya geri aktarılması ve İran petrolü satıldığı taktirde satış bedellerinin kullanılmasıdır. Hindistan, Japonya, Güney Kore ve hatta Çin petrol alama kısıtlamasından çıkarılarak, yeniden İran’dan petrol alabilecek ve bugüne dek adı geçen ülkelerin bankalarında bloke olan sıcak paralar da İran’a iade edilecektir. ABD, bu teklifi zaten masaya koydu, fakat İran’ın yaklaşımı tam olarak net değildir. Muhtemelen % 20 ve % 60 zenginleştirme ile askıya alma politikası Tahran tarafından masaya yatırılacaktır. İran, % 60 zenginleştirmeyi durdurup ve ABD’yi % 20 zenginleştirmeye ikna edecektir. Çünkü 21 Mayıs, hem ABD, hem de AB tarafıları için önemli bir tarihtir. Zira bu tarihte, İran, NPT’den çıkmış ve uranyum zenginleştirmeyi devam ederek, UAEA’nın müfettişlerinin İran’a girmesini yasaklamış olacaktır. Bu bağlamda, AB üyeleri, 21 Mayıs’tan önce anlaşma varılması için yoğun çaba gösteriyorlar.
30 Nisan’daki Viyana’daki müzakereleri ve teknik çalıştay sonuçları taraflarca hazırlanmış durumda ve taraflar başkente dönerek gerekli istişareleri sürdürüp tekrardan müzakere masasına gelecekler. Müzakerelerin sonucu henüz netlik kazanmış değil; ama çözüme doğru ilerlemekte gibi görünüyor. Nitekim Ned Price, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü, bu konuya değinerek gerekli çalışmaların ciddiyetle devam ettiğini ifade etmektedir. ABD için Tahran’ı sıkıştırma politikası fikrinde olduğunu kabul etmek olası değildir; ama tabii ki ABD de kendi müttefikleri, özellikle de Orta Doğu’daki müttefiklerini düşünerek adım atmak istiyor. Fakat geçen hafta Irak arabuluculuğuyla İran-Suudi Arabistan arasında normalleşme süreci doğrultusunda ikili görüşmelerin başlaması, hatta sefirler arası müzakerelerin devam etmesi, ayrıca, Suudi Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın İran ile yakın komşu politikası çerçevesinde istekli olduğu yönündeki beyanatı dikkat çekicidir. Fakat bu arada İran’da yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri de tabloyu daha karmaşık hale getirmektedir.
İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, siyasi kariyerinin son aylarını yaşarken, nükleer müzakerelerin sonuca ulaşması için çaba göstermektedir. Ama İran içerisindeki muhafazakar kanat ile radikller bundan pek hoşnut değillerdir. Nitekim General Hüseyin Dehgan, Cumhurbaşkanlığı seçimlerine adaylığını bildirdiğinde, “Viyana müzakerlerinin sonuca varıp varılmaması pek önem arz etmiyor. Çünkü şu andaki devletin süresi bitmek üzeredir ve prosedür gereği bazı kurumsal ve parlamento onayı bunu aksatacaktır.” diye müzakere sonucunun çıkmasını istemiyor. Halbuki bu müzakereler zaten 2015 anlaşmasının yeniden hayata geçirilmesi için yapılmaktadır ve herhangi bir kurulun -gerek İran’da, gerekse ABD’de- onayını gerektirmemektedir. Radikal kanadın korkusu, seçim öncesinde antlaşmanın açıklanması ve yaptırımların kalkması halinde, ekonomik rahatlamanın sonucunda seçimlerde kaybetme ihtimalleridir.
Bu noktada şunu da hatırlatmak gerekir, İran, bu müzakerelerde sadece tek bir konuda asla taviz vermeyebilir. O da, balistik füze geliştirme konusunun müzakere masasına yatırılmasıdır. Çünkü bu konu, Tahran için ve antlaşma gereği, JCPOA dışı bir konudur. Bloomberg’in 1 Mayıs tarihli yayınının içeriğine dayalı olarak, David Albright, Sarah Burkhardt, Anthony Cordesman ve Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü tarafından yapılan tahminler şunu göstermektedir: “İran, nükleer anlaşmadan kopuştan bu yana yaklaşık üç ay geçmişti, ama aynı zamanda silahlara doğru ilerlemiyordu; ABD Ulusal İstihbarat Teşkilatı Direktörü’nün yakın zamanda yaptığı bir tahmin de İran’ın son iki yılda büyük nükleer silah faaliyetleri gerçekleştirmediğini gösteriyor. Bu, İran’ın nükleer programını geliştirmedeki temel amacının Batı’dan daha fazla taviz almak olduğunu gösteriyor. Üstelik bu nedenle bu alanda her zaman pazarlık imkanı olacaktır; aslında İran’ın savunma caydırıcılık stratejisinin merkezinde yer alan bölgesel savunma caydırma ağı ve füze programı ve dolayısıyla bu alanlarda ulusal güvenliğin kırmızı çizgilerinden kaynaklanan esnekliktir. Dolayısıyla, füze konusu nükleer alana aktarılamaz.”
Bütün bunlara ragmen, JCPOA anlaşmasının yeniden canlandırma süreci önemli bir zorlukla karşı karşıyadır: bölgesel sabotajcılar, özellikle de İsrail, bu süreçte taş atmazlarsa ve öngörülemeyen başka bir olay olmazsa, önümüzde hafta belki başka bir yorumla pozitif yorumu sizlerle paylaşabiliriz. İsrail’in bu tavrı ise barış ve demokrasi isteyen bir ülkeye yakışmamaktadır; her zaman çatışma ve kaostan beslenmek, ne ABD, ne İran, ne de İsrail’in lehinedir.
Prof. Dr. Ghadir GOLKARIAN