DOÇ. DR. MORTAZA OJAGHLOU İLE MÜLAKAT

upa-admin 29 Nisan 2024 852 Okunma 0
DOÇ. DR. MORTAZA OJAGHLOU İLE MÜLAKAT

Doç. Dr. Mortaza Ojaghlou (Murteza Ocaklı), İstanbul Aydın Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi’nde Ekonomi ve Finans Bölümü öğretim üyesidir. Ojaghlou, eğitimini Ekonomi ve Finans ile Maden Mühendisliği alanlarında almış olup, 2024 yılında Makroekonomi alanında Doçentlik unvanını kazanmıştır. Ojaghlou, Türk asıllı olup, 1985 İran doğumludur. Dr. Ojaghlou, Payamenoor Üniversitesi-İran, Karadeniz Teknik Üniversitesi-Türkiye, Università Degli Studi di Napoli Parthenope-İtalya, Berlin School of Economics and Law-Almanya ve Warsaw School of Economics-Polonya gibi farklı yükseköğretim kurumlarında eğitim almıştır. Ojaghlou’nun bilimsel çalışmaları genellikle matematiksel makroekonomi, sayısal finans, uluslararası ticaret ve parasal politikalar üzerine odaklanmıştır. Ojaghlou’nun bilimsel çalışmaları ulusal ve uluslararası çeşitli saygın dergilerde yayımlanmaktadır.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Mortaza hocam, bize vakit ayırdığınız için teşekkürler. Mülakatımıza daha güncel konularla başlamak isterim. Yıllardır Türkiye’de yaşayan ve çalışan İranlı Türk asıllı bir akademisyen olarak, Türkiye’de halkın İran-İsrail gerginliği, Filistin Sorunu ve Gazze’de büyük trajedi gibi konulardaki genel eğilimleri hakkında gözlem ve görüşleriniz nelerdir? Sizce halkımız İran ve Filistin’e daha mı yakın duruyorlar, yoksa ABD’nin etkisiyle İsrail yanlısı tutum mu ağır basıyor?

Doç. Dr. Mortaza Ojaghlou: Bu fırsatı bana tanıdığınız için ben teşekkür ederim. Türk halkının İran-İsrail-Filistin ilişkilerine bakışı oldukça çeşitlidir ve büyük farklılıklar gösterebilir. Aslında İsrail konusu, İran-Türkiye ilişkilerine de sürekli gölge düşürmüş ve olumsuz etkilemiştir. Bu tutumlar, değişik siyasi liderlerin farklı yaklaşımları, güncel jeopolitik durumlar, zaman faktörü ve bölgesel dengeler gibi etkenlere bağlılık göstermektedir. Türk halkının İran’a bakışını özellikle İran-İsrail konusunda düşüncesini etkileyen bazı önemli dönemleri kısaca ele alarak açıklayabiliriz:

1. İran İslam Devrimi’nden Önceki Dönem (1924-1979): Reza Şah Pehlevi ve oğlu Muhammed Rıza Pehlevi dönemlerinde İran-Türkiye ilişkileri genellikle dostane ve iş birliği temelinde ilerledi. Her iki ülke de, bölgedeki siyasi ve ekonomik istikrarı korumak amacıyla birbirleriyle ilişkilerini güçlendirmeye çalıştı. Özellikle Reza Şah döneminde modernleşme ve Batılılaşma çabaları çerçevesinde Türkiye ile İran arasındaki iş birliği arttı. Hatta iki ülke arasında ekonomik, askeri ve kültürel alanlarda somut iş birliği anlaşmaları imzalandı.

Muhammed Rıza Şah döneminde de bu iş birliği devam etti. Bu yıllarda İran ile Türkiye arasındaki ilişkiler, bölgedeki stratejik ortaklığı güçlendirmeye yönelikti. Bu dönemde diplomatik temaslar arttı, ticaret hacmi genişledi ve ortak çıkarlara dayalı iş birliği alanları geliştirildi. Bu dönemde iki ülkenin İsrail politikası hemen hemen aynı idi ve paralellik içermekteydi. Öyle ki, 29 Kasım 1947’de yapılan oylamada Türkiye, İran, Pakistan, Afganistan ve 5 Arap ülkesiyle birlikte “Taksim” olarak bilinen 181. karara karşı oy kullanarak karşı çıktı. Ancak yapılan oylama sonucunda Filistin’in bölünmesi BM tarafından kabul edildi.

18 Aralık 1965 tarihi, Türkiye’nin hem Batı dünyasıyla, hem de Ortadoğu ülkeleriyle olan ilişkilerinde adeta bir dönüm noktasını teşkil etti. Çünkü belirtilen tarihte, Kıbrıs ile ilgili olarak BM Genel Kurulu’nda bir oylama yapılmıştı. Bu oylamada 4 devletin (ABD, Arnavutluk, İran ve Pakistan) ret oyuna karşılık, 47 devlet kabul, 54 devlet ise çekimser oy kullandı. O dönemde sayıları 40’ı aşan İslam ülkesinden sadece İran ve Pakistan’ın Türkiye’ye destek olması dikkat çekmiştir.

2. 1979-1990 Dönemi: 1979-1990 döneminde İran-Türkiye ilişkileri dalgalanmalar ve zorluklarla karşı karşıyaydı. 1979’da gerçekleşen İran Devrimi, bir İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlanarak İran’ın iç ve dış politikasında önemli değişikliklere neden oldu. Bu dönem, aynı zamanda İran-Irak Savaşı’nın (1980-1988) yaşandığı bir zamana denk geldi; bu da İran’ın komşuları ve uluslararası toplumla olan ilişkilerini daha da zorlaştırdı.

Türkiye ise, bu dönemde İran’a karşı dikkatli bir yaklaşım sergiledi. Türkiye, bölgedeki ekonomik ve diplomatik çıkarlarını korumaya çalışırken, aynı zamanda İran ile Batılı müttefikleri arasındaki ilişkilerini dengeleme zorluğuyla karşı karşıya kaldı. Arada yaşanan gerilim ve farklılıklara rağmen, her iki ülke de diplomatik ilişkileri ve ticari faaliyetleri sürdürdü. Ancak, bölgedeki genel dinamikler, özellikle İran-Irak Savaşı ve İran’ın devrimci hırsları, 1979-1990 döneminde İran ve Türkiye arasındaki ilişkileri karmaşık ve zaman zaman gergin hale getirdi.

3. Türkiye ile İsrail Arasında 1990’lardaki Stratejik Ortaklık Dönemi: 1990’lı yılların ortalarında Türkiye’nin İsrail ile stratejik iş birliğine yönelmesi, İran ile Türkiye arasındaki ilişkilerde gerilimlere neden olmuştur. İran, İslam Devrimi’nden sonra ABD ve Batı’yı düşman olarak görürken, İsrail’i de “Siyonist rejim” olarak tanımlayarak İslam ve devrim düşmanı olarak nitelendirmiştir. Türkiye’nin Batı ve ABD ile ilişkilerinden zaten rahatsız olan İran, Türkiye’nin İsrail ile stratejik iş birliğinden de endişe duymuştur. Türk yetkilileri, bu iş birliğinin üçüncü bir ülkeye karşı olmadığını belirtmiş olsalar da, İran, bu iş birliğinin kendisine karşı olduğunu düşünmüştür. İran’ın bu düşüncesinde o dönemde yaşanan bazı gelişmeler de etkili olmuştur. Nitekim 1996’da, Türkiye, İran ile enerji konusunda özelikle doğalgaz anlaşmaları yaparken, aynı zamanda İsrail ile de çeşitli güvenlik anlaşmaları imzalamıştır. Bu anlaşmalar, İsrail’in teknolojik ve endüstriyel bilgilerinden yararlanmayı, askeri istihbarat ve tecrübe paylaşımını içermekteydi. Hatta bu dönemde Türkiye, İsrail ve ABD, Doğu Akdeniz’de ortak deniz tatbikatları düzenlemişlerdir. Bu gelişmeleri tehdit olarak gören İran ise, dönemin İslam Konferansı Örgütü (şimdinin İslam İşbirliği Teşkilatı) Tahran Zirvesi’nde Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkilerini kınayan bir karar tasarısına destek vermiştir. Bu karar tasarısının kabul edilmesiyle, zirveye katılan dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel zirveyi terk etmek zorunda kalmıştır. Bazı İranlı yetkililer, Türkiye-İran ilişkilerinde yaşanan krizlerde “Siyonist rejim”in etkili olduğunu iddia etmişlerdir.

Bunlara ek olarak, 1980-1990’lı yıllarda Türkiye’deki İslamcı hareketler, büyük ölçüde İran İslam Devrimi’nin etkisi altında kalmış ve hatta Türkiye’de sosyal demokrat-laik bireylere yönelik İran destekli olduğu düşünülen bazı suikastlar gerçekleştirilmiştir. Ayrıca, İran’ın, Kudüs Gecesi, Büyükelçiler krizi ve Merve Kavakçı krizi gibi durumlarda ön planda olması, iki devlet arasındaki ideolojik çatışmanın bir yansıması olarak yorumlanmıştır. İran’ın Türkiye’nin İsrail ile yakınlaşmasını Siyonist rejime karşı bir tehdit olarak görmesi ve buna karşı tepkiler vermesi, Türk halkının İran’a bakışını etkilemiştir.

4. Mahmud Ahmedinejad Dönemi (2005-2013): Mahmud Ahmedinejad’ın ilk Cumhurbaşkanlığı döneminde, Türkiye ile ilişkiler, ideolojik etkenlerden uzaklaşarak karşılıklı çıkarları temel alan bir döneme evrildi. Bu süreçte, iki ülke arasında birçok üst düzey ziyaret gerçekleştirildi ve bu ziyaretler önemli adımların atılmasını sağladı. Özellikle, PKK/PJAK gibi ortak sorunlar üzerinde iş birliği, istihbarat paylaşımı ve enerji konusunda iş birliği gibi konular dikkat çekti. Ancak ikinci dönemde İsrail konusu bu ilişkilere Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile gölge düşürdü.

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Ortadoğu’da demokratik reformları teşvik etmeyi ve istikrarı sağlamayı hedefleyen bir girişim olarak tanımlanıyor. İsrail, bu projede önemli bir rol oynamış ve bölgedeki güvenlik ve istikrarın kendi lehine sağlanmasında aktif bir şekilde yer almıştır. İsrail için BOP, kendi güvenliği açısından da önemlidir. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, İsrail, Ortadoğu’daki genişleyen coğrafyaya ilgi göstermeye başlamıştır. Orta Asya ve Kafkasya’da yeni Cumhuriyetlerin ortaya çıkması, İsrail’e dar coğrafyasından kurtulma ve geniş bir ekonomik hinterlanda sahip olma fırsatları sunmuştur. İsrail, ayrıca Arap olmayan Müslüman ülkelerle ilişkilerini de daima geliştirmeyi hedeflemiştir. İsrail, bu dönemden başlayarak Türkiye ile askeri iş birliği ve Azerbaycan ile siyasi ve ekonomik ilişkilerini geliştirmiştir. Bu dönemde İsrail-Türkiye-Azerbaycan ekseninden dahi söz edilmiştir. İsrail, Orta Asya ve Kafkasya Cumhuriyetleri ile diplomatik ilişkiler kurmuş ve ekonomik yatırımların önünü açmıştır. Bu bölgede yaşayan Yahudi toplulukları da İsrail’in ilgi alanına girmiştir. Bu politika, İran Devleti ve halkını da etkilemiştir.

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Irak Savaşı sonrası gündeme gelen Amerikan güdümlü bir girişimdir. BOP, İsrail için aynı anda hem fırsatlar, hem de meydan okumalar yaratabiliyordu. Teröre karşı savaşın öne çıkacağı yeni güvenlik anlayışında Filistin Sorunu merkezi sorun olarak algılanmaktan uzaklaşabiliyor ve demokrasi ve insan hakları konusunda duyarlı inisiyatif İsrail’i potansiyel ortak olarak görebiliyordu. İsrail ile ilgili negatif algılamaları daha az olan ülkelerin değerlendirilmesi, İsrail’in bölgesel politikalarda elini güçlendirebilir. Bu konuda yıllar önce okuduğum Hüseyin Bağcı ve Bayram Sinkaya’nın “Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye: AK Parti’nin Perspektifi” çalışması önemli bir makaledir ve okunmasını tavsiye ederim.

Bu dönemde İsrail’in İran-Türkiye ilişkisine gölge düşüren bir diğer konu ise Kürecik Radar Üssü’dür. Kasım 2010’da NATO Lizbon Zirvesi’nde, tüm ittifak üyelerini kapsayan bir balistik füze savunma sistemi kurulması için bir stratejik plan yapıldı. NATO üyesi bir devlet olarak, Türkiye, topraklarında erken uyarı radar sistemi kurulmasını onayladı. Ancak Türkiye, radar istasyonunda toplanan tüm bilgilerin sadece NATO üye devletlerinin kullanımı için olacağını ısrar etti. Radar istasyonu, NATO’nun balistik füze saldırılarına karşı erken uyarı radarı olarak kullanılması için 2012’de kuruldu. Kürecik ve çevresindeki diğer insanlar, radar alanının duyurulmasından sonra karşıtlıklarını dile getirdiler ve protestolar düzenlediler.

Eylül 2011’de, İran, Türkiye’yi erken uyarı radarı kurması nedeniyle eleştirdi ve bu durumun savaş halinde İran füzelerinden İsrail’i koruyacağından endişe etti. Hatta bu son olaylarda (İran’ın 13 Nisan’daki misillemesi) bu radarların İran füzelerini tespitinde devreye girdiğini iddia edenler de oldu, ancak Türkiye bunu yalanladı. Unutmamak gerekir ki, Türkiye, NATO üyesi bir devlettir. NATO üyesi olmanın bazı zorluklarının olduğu bilinmelidir. NATO üyeliği, anlaşma gereği dolaylı olarak ABD’nin savunma doktrini çerçevesinde yer almayı gerektirir. Çünkü eski Fransız reis-i cumhuru De Gaulle’ün de ifade ettiği gibi, “NATO, Amerika’nın Avrupa ile ilişkisini yönetmek için var, Avrupa’nın Amerika ile ilişkisini değil”. De Gaulle, NATO’nun ABD’nin Avrupa’yı kontrol etme aracı olduğuna inanıyordu. O, ABD’nin Avrupa üzerindeki egemenliğine karşı çıkıyordu. De Gaulle, NATO hakkında şunları söylemiştir: “NATO, boş laflar akademisidir. Savunmanın, onun olmadan düşünülemez olduğu fikrini yerleştirerek, ulusal bağımsızlık duygumuzu uyuşturur. NATO, aslında bir aldatmacadır, Amerika’nın Avrupa’yı ele geçirmesi için bir kılıftır.

Öte yandan, ABD Milli Güvenlik Stratejisi belgesinde İran’ın öne çıktığına sık sık rastlanır. İran, ABD’nin ulusal güvenlik stratejisinin bir parçası olarak ele alınan önemli bir aktördür. Bu belgede, İran’ın bölgesel istikrarsızlık, terörizm, nükleer programı ve bölgesel politikaları gibi konularda potansiyel tehditler olarak vurgulandığı görülmektedir. NATO üyeleri, karar alma süreçlerine aktif olarak katılsalar da, bireysel ülkelerin bağımsız hareketleri ittifak çerçevesinde sınırlıdır. NATO’nun oluşu, birliğinde ve kolektif savunma ve güvenliğe olan ortak taahhüdünde yatar. Özetle, Türkiye, özellikle ABD tarafından milli güvenlik tehdidi unsuru olarak gördüğü İran’la ilişkilerinde kolektif güvenlik ve aldığı kararlarda ABD ve NATO’yu göz önünde bulundurmak zorunda kalmaktadır. Nitekim, ABD’nin İran ve İranlılara karşı yaptığı ambargolarda Türk firmaları özelikle finansal kuruluşları sert bir şekilde uyduğu görülmektedir. Bu sebepten dolayı, NATO üyesi olan bir ülkenin dünyaya ve İran gibi NATO dışı ülkelere bakışı bazı zorluklar ve karmaşıklıkları içermektedir.

Bu faktörleri göz önünde bulundurduğumuzda, Ahmedinejad döneminde Türk halkının İran’a bakışı karmaşık bir hâl aldı. Bazı Türkler, İran’ı komşu ve tarihi bağlarla bağlı bir ülke olarak görmeye devam etti ve Ahmedinejad yönetimini eleştirmek yerine, iki ülke arasındaki ilişkileri güçlendirmek için çaba harcadı. Ancak bazıları, Ahmedinejad’ın dış politikası ve nükleer programı gibi konularda endişelerini dile getirdi ve İran’ı bölgedeki istikrarsızlığın bir kaynağı olarak gördü. Bu sebepten dolayı, bu dönemde Türk halkı arasında İran’a yönelik genel bir algı oluşturmak zordu; çünkü aynı anda çok farklı görüşler ve duygular mevcuttu. Bu tutum, İran tarafından da geçerli idi. Bu karmaşıklık 2010 yılında başlayan ve önceleri “Arap Baharı” olarak adlandırılan Arap ülkelerindeki ayaklanmalarla daha da karmaşık hale geldi.

2010’da başlayan Arap isyanları, her iki ülke için de başlangıçta bölgedeki etkilerini genişletme fırsatı olarak görüldü. Türkiye, demokrasi ve ekonomik kalkınma modelinin olumlu bir şekilde algılanmasını umdu. İran ise kendi İslam Devrimi tarafından ilham alınan devrimlerin potansiyelini gördü. Türkiye, Arap ülkelerinde demokratik geçişleri destekledi, hatta İslamcı olmayan gruplara da destek sundu.  Ancak İran, bu isyanlara “Büyük Ortadoğu Projesi“nin devamı ve ABD-İsrail politikasının uzantısı olarak bakarak, müttefikler ve ABD etkisine karşı bir araç olarak gördüğü İslamcı grupları destekledi. Bu dönemde İran’ın mezhepçi politikalar izlediği izlenimi Türk halkına yansıdı. Bu ayrılık, özellikle Suriye üzerinde sürtüşmeye neden oldu. Türkiye, İran destekli Suriye rejimine karşı isyancıları destekledi. Bu, iki ülke arasında önemli bir anlaşmazlık noktası yarattı.

Sonuçta, Arap ayaklanmaları, İran ve Türkiye arasındaki bölgesel rekabetin daha derin bir sorununu ortaya çıkardı. Her iki ülke de bölgeye tarihi ve kültürel bağlara sahip olup, farklı motivasyonlardan dolayı etki alanı için rekabet ediyordu. Politik gerilimlere rağmen, ekonomik bağlar nispeten istikrarlı kaldı. Her iki ülke de özellikle İran’dan Türkiye’ye enerji ithalatından faydalandı. Arap ayaklanmalarının uzun vadeli etkileri hala gelişiyor. Bazı Arap ülkelerinde mezhepçi şiddetin ve istikrarsızlığın artması durumu karmaşık hale getirdi. Gerilimlere rağmen, İran ve Türkiye’nin ABD’nin geri çekilmesinden önce İran nükleer anlaşması gibi konularda iş birliği yapma yolları bulmuşlardır.  İran, Arap isyanlarını bir fırsat olarak görerek kendi nüfuzunu Suriye, Irak ve Lübnan’da artırarak İsrail’i Lübnan ve Suriye’den karadan kuşatmayı başardı. İran’ın bu anti-İsrail ve anti-Amerikan politikaları ile nüfuzunu artırması, mezhepçilik yaptığı algısını güçlendirdi.

5. Hasan Ruhani ve İbrahim Reisi Dönemleri (2013-2024): Hasan Ruhani’nin Cumhurbaşkanlığı döneminde (2013-2021), İran-Türkiye ilişkileri geçmişte olduğu gibi iş birliği ve zaman zaman gerginliklerle dolu bir dönem yaşadı. İki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler önemini korurken, ikili ticaret sürekli olarak arttı. Her iki ülke de, enerji, ticaret ve ulaşım gibi çeşitli alanlarda ortak girişimlerde bulundu. Türkiye’deki başarısız darbe girişimi Ruhani dönemine denk gelmiş idi. İran, Türkiye’deki darbe girişimi sırasında net bir tutum sergileyerek önemli ve pozitif bir rol oynadı. Üst düzey siyasi ve askeri yetkililer tarafından ilk saatlerde peşpeşe darbe karşıtı açıklamalar yapılmıştı. İran’ın o dönemki Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, Türkiye’deki bu olayların başlangıç saatlerinde, darbe girişiminden hemen sonra ve ardından darbenin başarısızlığından sonra iki ayrı tweet atarak Türkiye’deki krizde seçilmiş iktidarın yanında olduğuna vurgu yapmıştır. Darbenin arkasında ABD’nin olduğunu iddia eden güçlerden birisi de İran’dı. Hatta İran askeri güçleri, Türkiye sınırında, darbecilerin İran’a kaçması veya darbecilerin kullandığı uçakların İran sınırlarına girmesine karşı da tedbirler almıştı. Konuyla ilgili bilgiyi eski İran Genelkurmay Başkanı Hasan Firuzabadi kamuoyuyla paylaşmıştı. İran, ayrıca FETÖ’nün ülkede okul açmasına izin vermeyen nadir ülkelerden biriydi. Fethullah Gülen’in “Ahirette Cennet’e giden yol İran’ın içinden geçse ben sorarım kenarından bir yol var mı?” şeklindeki beyanını da bu noktada hatırlamakta yarar var.

Ancak bunlara rağmen, bölgesel konularda farklılıklar halen mevcuttu, özellikle de Suriye konusunda. Her iki ülke de Suriye çatışmasına çözüm bulmayı amaçlarken, genellikle farklı tarafları desteklediler. İran, Beşar Esad rejimini desteklerken, Türkiye ise belirli Sünni muhalif grupları destekledi. Bu durum, zaman zaman sürtüşmelere ve anlaşmazlıklara neden oldu, özellikle de Suriye’nin geleceği konusunda. Ancak bu farklılıklara rağmen, her iki ülke de işlevsel bir ilişkiyi sürdürmenin önemini kabul ettiler ve Astana Zirvesi gibi iş birliklerine devam ettiler. Çünkü iki ülkenin ortak sınırları ve tarihi bağları bulunuyordu. Nitekim herhangi bir anlaşmazlığı ele almak ve bölgesel konularda ortak bir zemin bulmak için diplomatik diyaloglarını sürdürdüler.

Bu bilgiler ışığında tekrar soruya dönersek, Türkiye’de İran-İsrail gerginliği, Filistin Sorunu ve Gazze trajedisi gibi konularda halkın genel eğilimleri oldukça karmaşık ve çeşitlidir. Bu konulardaki görüşler, bireyler arasında farklılık gösterebilir, ancak bazı genel gözlemler ve görüşler şunlar olabilir:

  • Türkiye halkının büyük bir kısmı, Filistin halkının haklarını savunur ve İsrail’in Filistin topraklarındaki işgalini eleştirir. Bu, tarihsel dayanışma ve insan haklarına duyarlılıkla ilişkilendirilebilir. Filistin meselesi, Türkiye’de genellikle duygusal ve insani bir konudur ve halkın büyük bir bölümü Filistin’e destek verir. Türkiye ve İran arasındaki ilişkiler ise daha karmaşıktır. İki ülke arasında hem iş birliği hem de rekabet vardır. İran’ın İslam Cumhuriyeti olarak benzer bir dini ve kültürel geçmişi paylaştığı Türkiye ile ilişkiler, zaman zaman gerginliklerle de karşılaşabilir. Türkiye’nin ABD ve İsrail ile ilişkileri değişkendir. Bazı kesimler, ABD ve İsrail’in bölgedeki politikalarını eleştirirken, diğerleri daha işbirlikçi bir tutum sergileyebilir.
  • Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri, Filistin meselesi ve Gazze trajedisi gibi konularda hassas bir denge gerektirir. Sonuç olarak, Türkiye halkının bu konulardaki görüşleri çeşitlilik gösterir. İran ve Filistin’e duyarlılık, tarihsel bağlar ve bölgesel dinamikler, bu görüşleri şekillendirir. Ancak kesin bir genelleme yapmak zordur, çünkü her birey kendi düşüncelerine sahiptir.
  • İranlılar genellikle kültürel ve dini benzerlikler nedeniyle Türkiye’yi sever ve turistik açıdan tercih ederler. Ayrıca, Türkiye’nin tarihi yerleri, doğal güzellikleri ve alışveriş olanakları da İranlı turistler için çekicidir. Hamas’ın 7 Ekim saldırısı sonrasına gelince, Türkiye ve İran, Gazze’deki duruma ilişkin, çoğunlukla kendi jeopolitik çıkarlarını ve ideolojik duruşlarını yansıtan güçlü görüşlerini dile getirdiler. Türkiye, İsrail’in Gazze’deki eylemlerini açıkça kınadı ve derhal ateşkes çağrısında bulundu. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Hamas da dahil olmak üzere Filistinlilerin sadık bir destekçisi olmuş ve İsrail’in politikalarını soykırıma benzeterek açıkça eleştirmiştir.
  • Lakin sert söylemlerine rağmen, Türkiye, İsrail ile ticari ilişkilerini sürdürüyor ve İsrail, Türkiye’nin kendisi de dahil olmak üzere çeşitli çevrelerden eleştiri alıyor. İran ise, İsrail’i Gazze’ye yönelik saldırıların devam etmesinin bölgenin kontrolden çıkmasına neden olabileceği konusunda uyardı. İran, Hamas’ın açıktan destekçisi olmuş ve ABD’yi de İsrail’e askeri destek sağladığı için kınamıştır. İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emirabdullahiyan (Hossein Amir-Abdollahian), Gazze’deki durum düzelmezse bunun ciddi sonuçlara ve potansiyel olarak daha geniş bir bölgesel çatışmaya yol açabileceğini belirtti.

Sonuç olarak, her iki ülke de Gazze’deki duruma kendi geniş bölgesel politikalarının merceğinden bakıyor ve konuyu uluslararası sahnede kendi konumlarını göz önüne alarak yaklaşıyor. Türkiye’nin yaklaşımı güçlü siyasi açıklamaları devam eden ekonomik ilişkilerle birleştirirken, İran’ın tutumu olası askeri gerilime ilişkin uyarıları ve Filistinli gruplara desteği içeriyor. Bu konumlar, Ortadoğu’yu karakterize eden diplomasi, ideoloji ve bölgesel güç dinamiklerinin karmaşık etkileşimini yansıtıyor. Sert retoriğe rağmen, Türkiye, İsrail ile ticari ilişkilerini sürdürmektedir. Bu hem Türkiye içinde, hem de İran’da çeşitli eleştirilere yol açmıştır. Türk halkı, her zaman Filistin meselesine hassas olmuştur; ancak bir yandan da genellikle Ortadoğu’daki çatışmalardan uzak durmayı tercih etmiştir.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: İran İslam Cumhuriyeti, yıllardır Batı dünyasından dışlanmasına, çok ağır yaptırımlara maruz kalmasına ve içeride birçok karışıklık ve zorluk yaşamasına rağmen giderek bölgesel etkisini arttırıyor. Öyle ki, İran etkisi artık bölgedeki birçok ülkede hissediliyor ve dahası, İran’ın nükleer silahlara erişmesi ve ciddi bir nükleer cephanelik oluşturması durumunda bölgesel bir süper güç olması bekleniyor. Sizce İran, İslami rejim döneminde başarılı oldu mu ve İran halkının rejime genel yaklaşımı nedir?

Doç. Dr. Mortaza Ojaghlou: İran İslam Cumhuriyeti’nin 1979’daki devrimden beri karşı karşıya olduğu zorluklara rağmen bölgesel etkisini artırdığı doğrudur. Batı yaptırımları, iç siyasi çekişmeler ve sosyoekonomik zorluklar gibi engellere rağmen, İran, Ortadoğu’da önemli bir siyasi ve askeri güç olarak konumunu sağlamlaştırdı. Bu durum, Lübnan’daki Hizbullah, Yemen’deki Husiler ve Irak’taki milis gruplar gibi bölgedeki çeşitli aktörlere verdiği destekle açıkça görülüyor.

Ancak İran’ın “başarısı”nın nasıl değerlendirileceği karmaşık bir sorudur. Rejimin savunucuları, eğitim, sağlık ve altyapı gibi alanlarda önemli ilerleme kaydedildiğini ve ulusal bağımsızlığı koruduğunu vurgulamaktadırlar. Buna karşın, ülkedeki ve ülke dışındaki muhalifler, siyasi baskı, insan hakları ihlalleri ve ekonomik eşitsizlik gibi konularda rejimin eleştirisini yapmaktadırlar.

İran halkının rejime genel yaklaşımı da karmaşıktır. Rejime desteğin zamanla dalgalandığı ve farklı demografik gruplar arasında önemli farklılıklar olduğu görülmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine İran halkı yüzde 49 katılım göstermiştir ki, bu bizim için önemli bir göstergedir. Zira uzmanlara göre, İran’daki seçimler diğer ülkelerinkiyle farklı konsepte sahiptir. Bu seçimler, adeta İran İslam Devrimi’ni sevenler ile sevmeyenler arasında gerçekleşir. İbrahim Reisi, Mohsen Rezaei (Mohsen Rezaee), Ghazizadeh (Amir-Hossein Ghazizadeh Hashemi) gibi aşırı muhafazakâr adayların bulunduğu bir seçimde yüzde 49 katılım, İran halkının en az yarısının Devrim Muhafızları’nı desteklediği anlamına gelmektedir. Uluslararası medyada yansımasa da, bu oran azımsanmayacak bir desteği göstermektedir. Ourworldindata.org’un verilerine göre,  yılında ulusal hükümetlerine güvenen kişilerin oranlarına bakıldığında; İran’da bu oran  ve Türkiye’de  civarındadır (OECD raporuna göre  yılında Türkiye’de bu oran  olarak kaydedilmiştir[1]). Ancak, unutulmamalıdır ki,  yılı, İranlılar için en zor yıllardan birisidir. Zira ABD tarafından İran’a uygulanan “maksimum baskı” politikasının zirveye ulaştığı bir yıldır.

Sonuç olarak, İran İslam Cumhuriyeti’nin son 40 yılı karmaşık bir başarı ve başarısızlık hikâyesi olmuştur. Rejim, bölgesel bir güç olarak önemli bir konum elde etmeyi başarmıştır; ancak bu başarıların ışığında ambargo gibi faktörlerle siyasi baskı, insan hakları ihlalleri ve ekonomik sıkıntılar ve eşitsizliği fırsat maliyetine yapmıştır. İran halkının rejime bakış açısı da karmaşıktır ve zamanla ve farklı demografik gruplar arasında değişmektedir. Bu bağlamda diğer önemli konu İran’nın nükleer başarısı ve hırsıdır. İran’ın nükleer programı, bölgedeki en önemli güvenlik endişelerinden biri olmaya devam etmektedir. Rejim, nükleer programının barışçıl amaçlı olduğunu savunurken, ABD ve diğer Batılı ülkeler, İran’ın nükleer silah geliştirmeye çalıştığına inanmaktadır. Eğer İran nükleer silah elde ederse, bu bölgesel güç dengesini önemli ölçüde değiştirebilir ve Ortadoğu’da bir nükleer silahlanma yarışına yol açabilir. Bu durum, ABD Merkez Komutanı General Michael Kurilla’nın 2023’te kongreye sunduğu raporunda, İran’ın nükleer silahlara sahip olması durumunda Ortadoğu’yu bir gecede sonsuza dek değiştireceğini ifade etmiştir. Bu durum, İran’ın bölgesel nüfuzunu artırmasına ve rakiplerini caydırma yeteneğini geliştirmesine olanak verebilir. Nitekim Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi, 24 Nisan’da, “İran’ın bir nükleer bomba geliştirmesi için haftalar kaldı, aylar değil” demiştir.

Bir ekonomist olarak bana sorarsanız, hidrokarbon zengini bir ülke için nükleer teknolojiye yatırım yapmak ve bu sebepten dolayı yıllarca sert ambargoya maruz kalmak ekonomik açıdan mantıklı değil. Ancak, İran gibi bir ülke için nükleer teknolojinin stratejik önemi de göz ardı edilmemelidir. Nükleer teknoloji, İran’ın bölgedeki etkisini artırabilir ve caydırıcı bir güç olarak kullanılabilir, özellikle İsrail ve ABD gibi potansiyel rakipler karşısında. Nükleer teknolojinin kazanılması, İran’ı bölgedeki diğer aktörlerle müzakere masasında daha güçlü bir konuma getirebilir. Ayrıca, nükleer silah sahibi olmak istememelerine rağmen, nükleer programları sadece savunma amaçlarıyla sınırlı olmayabilir; aynı zamanda ulusal güvenliklerini sağlamak ve dış müdahalelere karşı bir kalkan oluşturmak için de kullanılabilir. Lakin bu tür bir nükleer programın geliştirilmesi ve sürdürülmesi uluslararası alanda sert tepkilere neden olabilir. Dolayısıyla, nükleer teknolojiye yatırım yapmanın ekonomik zorlukları olduğu kadar, uluslararası ilişkilerde de belirli riskler taşıdığı unutulmamalıdır. Bölgesel bir nükleer savaş riski artabilir ve İran, daha da fazla uluslararası izolasyona maruz kalabilir. Ayrıca, İran’ın olası sahip olacağı nükleer silahları, bölgedeki diğer aktörleri de kendi nükleer programlarını geliştirmeye teşvik edebilir.

Son tahlilde, İran’ın başarısı veya başarısızlığı, bakış açısına bağlı olarak değişebilir. Bölgesel güç olarak etkisini artırması ve bölgede güç göstermesi, İran halkının gururunu okşayan bir durum olarak gözlemleniyor. Bu, İranlıların tarihsel güçleri ve imparatorlukları ile Batı’nın son 150 yılda İran’a karşı baskıcı ve küçümseyici bakış açısından kaynaklanıyor. İran İslam Cumhuriyeti, bu aşağılayıcı bakış açısına son verdi ve İran’ı geçen 250 yılda sürekli toprak kaybeden konumdan Ortadoğu’da genişleyen ve özellikle son zamanlarda İranlılara tarihlerindeki “Büyük İran” veya “İran Platosu Kültürü” mirasını hatırlattı; bu da onların gururunu okşadı ve bunlar başarı olarak değerlendirilebilirken, içerideki az da olsa bazı etnik ve dini çatışmalar ve halkın rejime karşı tutumu, başka bir açıdan başarısızlık olarak yorumlanabilir. Yıllarca ambargo altında kalması, özellikle Donald Trump döneminde İranlılar için zorlu günler yaşattı. Ancak, İranlılar, bu zorlukların ana nedeninin ambargo ve Batı’nın çifte standartları olduğunu biliyorlar. Zira İran, hem bölgesel faaliyetlerini, hem de nükleer faaliyetlerini uluslararası yasalara uygun olarak yürütmektedir. İran’ın Suriye’deki faaliyetleri Esad rejiminin resmi daveti üzerine gerçekleşmiş ve nükleer faaliyetler de NPT anlaşmasına taraf olan İran’a tanıdığı haklar çerçevesinde gerçekleşmektedir.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Biraz kendi alanımız olan yükseköğretime dönersek, Türkiye ve İran’daki eğitim sistemleri ve bunların başarı düzeyi hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Sizce iki ülkenin birbirlerinden öğrenebilecekleri konular ve iş birliği yapabilecekleri alanlar mevcut mu?

Doç. Dr. Mortaza Ojaghlou: İran ve Türkiye, tarihleri, kültürel yapıları ve siyasi bağlamları tarafından şekillendirilmiş farklı eğitim sistemlerine sahiptir. İran’daki eğitim sistemi merkeziyetçi bir yapıya sahiptir ve (3+3)+(3+3) şeklinde düzenlenmiştir. Okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise seviyelerini içerir ve eğitim ilkokul düzeyine kadar zorunludur. Müfredatında İslam dersleri, Farsça, matematik, fen bilimleri, yabancı dilleri (genellikle İngilizce ve Arapça) ve sosyal bilimler önemli yer tutar. Ayrıca, din eğitimi de müfredatın önemli bir bileşenidir. Üniversiteler, lisans ve lisansüstü programlar sunar ve yüksek öğrenim kurumları genellikle uzmanlaşmıştır.

Türkiye’deki eğitim sistemi ise 4+4+4 yapıya sahiptir ve okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise seviyelerini içerir. Eğitim 12 yıl boyunca zorunludur ve müfredatı Türkçe, matematik, fen bilimleri, sosyal bilimler ve yabancı dilleri kapsar. Lâik eğitim anlayışı baskındır. Türk üniversiteleri çeşitli programlar sunar ve yüksek öğrenim kurumları daha çeşitlidir.

İran’da öğretim dilinin ana dili Farsça’dır ve cinsiyet ayrımı okullarda yaygındır; üniversite öncesi kızlar ve erkekler genellikle ayrı sınıflarda eğitim alır. Türkiye’de ise öğretim dili Türkçe’dir ve karma eğitim yaygındır; kızlar ve erkekler birlikte okurlar. Ayrıca, İran’da İslami değerler eğitimde önemli bir rol oynar ve din dersleri zorunludur. Türkiye’de ise zorunlu din derslerine karşın daha ziyade lâik prensipler eğitimi yönlendirir. Ancak ilginç olan, din baskısı çıktısı açısından ters durum söz konusudur.  Ourworldindata.org verilerine göre, İranlıların yüzde 84,2’si bilime güveniyor, ancak Türklerdü bilime güven söz konusudur. CEOWORLD dergisi tarafından 2024 yılında gerçekleştirilen “Dünyanın En (ve En Az) Dindar Ülkeleri” başlıklı araştırmaya göre, Türk nüfusunun  ve İranlıların ‘ü dindar olarak sınıflandırılmaktadır.

Öğretmen eğitimi açısından, İran’da öğretmenler pedagoji, alan bilgisi ve din eğitimi alanında eğitim alırlar. Türkiye’de ise öğretmen eğitim programları pedagoji ve alan bilgisi üzerine odaklanır. Özel eğitim alanında ise, İran’da da özel okullar mevcuttur, ancak daha az yaygındır. Türkiye’de ise özel okullar çok yaygındır ve alternatif eğitim sunarlar. Her iki ülkenin eğitim sistemi, kendi benzersiz kültürel ve tarihsel bağlamını yansıtmaktadır.

Her iki ülkenin eğitim sisteminin de kendine özgü güçlü ve zayıf yönleri vardır. Her iki eğitim sisteminde de merkeziyetçi bir yapı söz konusudur. Merkezî sınavların önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Türkiye’nin eğitim sistemi daha esnek ve yeniliklere açıkken, İran’ın eğitim sistemi daha disiplinli ve temele dayalıdır. Her iki ülkenin de eğitimde karşı karşıya olduğu zorluklar vardır. Bu zorlukların üstesinden gelmek için iki ülkenin de birbirinden öğrenebileceği şeyler vardır.

İş birliği olanakları ise bence şu konular etrafında geliştirilebilir:

Müfredat Geliştirme: İki ülke, ortak müfredat geliştirilmesi ve eğitim materyalleri paylaşımı konusunda iş birliği yapabilir.

Öğretmen Değişimi: İki ülke, öğretmenlerin birbirlerinin okullarında misafir öğretmen olarak görev almalarını sağlayabilir.

Ortak Araştırma Projeleri: İki ülke, eğitimdeki ortak sorunlara çözüm bulmak için ortak araştırma projeleri yürütebilir.

Eğitimde Teknoloji Kullanımı: İki ülke, eğitimde teknoloji kullanımını geliştirmek için iş birliği yapabilirler. Üniversite eğitimine gelince, iki ülkede hemen hemen aynı vaziyette kategorize edilebilir. Aşağıdaki tablo, İran ve Türkiye’nin çeşitli akademik alanlardaki dünya sıralamalarını karşılaştırarak önemli bir bilgi sunuyor. Mühendislik alanında İran’ın Türkiye’den biraz daha iyi bir konumda olduğu görülüyor.

Scimago Journal & Country Rank verilerine göre, Türkiye ve İran’ın bilimde dünyadaki konumu:

Alan İran’ın Dünya Sıralaması Türkiye’nin Dünya Sıralaması
Bilgisayar Bilimi 22 20
Biyokimya, Genetik ve Moleküler Biyoloji 16 20
Fizik ve Astronomi 18 21
İşletme ve Yönetim 23 16
Matematik 14 15
Malzeme Bilimi 13 16
Mühendislik 13 16
Tıp 16 15

Bu tabloya göre, her iki ülkenin de belirli akademik alanlarda güçlü yönlerinin olduğunu ve farklı disiplinlerde farklı dereceler elde ettiklerini gösteriyor. Bu bilgi, her iki ülkenin de akademik araştırma ve gelişimde aktif olduğunu ve uluslararası alanda rekabet edebildiğini göstermektedir.

Aşağıdaki tablo ise, QS sıralamasına göre dünya çapında ilk 500 üniversite arasına giren üniversiteleri görmekteyiz. İran’ın 4 ve Türkiye’nin 3 üniversitesi dünya çapında ilk 500 üniversite içine yer almayı başarmışlar.

QS sıralamasına göre dünya çapında ilk 500 üniversite arasına giren üniversiteleri:

Dünya çapında ilk 500 üniversite arasına giren İran üniversiteleri Dünyada sıralama Dünya çapında ilk 500 üniversite arasına giren Türkiye üniversiteleri Dünyada sıralama
Sharif University of Technology 334 Middle East Technical University (ODTÜ) 336
University of Tehran 360 Istanbul Technical University (İTÜ) 404
Amirkabir University of Technology 375 Koç University 431
Iran University of Science and Technology 441

İran ve Türkiye, dünya çapında üniversite kalitesi açısından benzer sıralamalara sahip. Her iki ülkenin üst sıralara yerleşmiş teknik üniversiteleri bulunuyor. Ancak her iki ülkenin üniversiteleri de dünya çapında üst sıralarda yer almak için rekabet içindeler. Bu değerlendirme, her iki ülkenin de yükseköğretim kurumlarının uluslararası alanda tanınmış ve saygın olduğunu göstermektedir.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: İran ile Batılı ülkeler arasında süregelen bir gerilim ve anlaşmazlık söz konusu. Bu gerginlik, Hamas’ın İsrail’e saldırmasıyla farklı bir boyuta geçmiş görünmektedir. Acaba İran-İsrail ve İran-ABD arasındaki tutumlar ve ilişkiler, Ortadoğu’da ve uluslararası alanda ne gibi sonuçlar doğurabilir? Bu durumun bölgesel istikrar ve güvenlik üzerindeki etkileri nasıl değerlendirilmelidir?

Doç. Dr. Mortaza Ojaghlou: İran’ın 1979 İslam Devrimi sonrasında ABD’nin Tahran’daki elçiliğinin basılmasıyla birlikte İran ile ABD arasında doğrudan diplomatik ilişkiler kesilmiştir. Aynı şekilde, devrim sonrasında İran, İsrail’i işgalci bir rejim olarak tanımlayarak, onu bir devlet olarak tanımayı kabul etmemiştir. Nükleer programına kadar İran, bu durumu yönetmeyi öyle veya böyle başarmıştır. Ancak 2002’de İran’ın gizli nükleer faaliyetlerinin ifşasıyla birlikte durum farklı bir boyuta evrilmiş ve İran, bu konuyu Batı ile anlaşmazlığının merkezine yerleştirmiştir. İran’a göre, ABD, baskı ve ambargo uygulamak için bahaneler bulacaktır. İnsan hakları retoriği yerine nükleer mesele daha uygun bir konu olarak görünmüştür; çünkü nükleer teknoloji, İran’ın sağladığı caydırıcı ve teknolojik güçle paralel olarak, İran’ın NPT’den sağlanan meşru hakkı idi ve bu konuda İran’a yapılan baskılar, İran halkına Batı politikalarının meşru bir baskı olmadığını göstermiş ve rejime olan halk desteğini arttırmıştır.

Ancak 2015’te bir dönüm noktası yaşandı. İran ve ABD, 36 yıl sonra doğrudan nükleer konuda görüşmeye başladılar. Sonunda Ortak Kapsamlı Eylem Planı (JCPOA) anlaşması imzalandı ve bu anlaşma uyarınca, İran, nükleer faaliyetlerini minimum seviyeye indirdi (yalnızca yüzde 3,67 düzeyinde uranyum zenginleştirebiliyordu) ve büyük ölçüde ambargoların kaldırılması gerekiyordu. Bu başarılı süreç, Trump’ın 2018’de nükleer anlaşmadan tek taraflı ve hukuksuz bir şekilde çekilmesiyle farklı bir boyuta taşındı ve bir dönüm noktası olarak görüldü. Çünkü İran Nükleer Anlaşması, sadece İran ile 5+1 ülkeleri arasında yapılan bir anlaşma değildi. Bu anlaşma, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı olarak tüm ülkeler ve özellikle de anlaşmanın tarafı olan ülkeler tarafından bağlayıcı hukuk taşımaktaydı. Trump’ın tek taraflı çıkışı, diğer taraf ülkelerin farklı gerekçelerle anlaşmaya uymamaları ve dünyanın ve Birleşmiş Milletler’in bu konuya kayıtsız kalması, İran’ı bu konuda ciddi şekilde düşündürmeye itmiştir.

İran’ın tepkisi, nükleer faaliyetlerini kademeli olarak arttırmasının yanı sıra, her fırsatta tepki göstermeye başlamasıydı. Bu tepkinin en önemli ve belki de gözden kaçanı, İran’ın Rusya-Ukrayna Savaşı’nda dolaylı taraf olmasıydı. İran, Sasani İmparatorluğu döneminin İran-Roma İmparatorluğu savaşlarından sonra ilk kez Avrupa topraklarında yaşanan bir savaşta silah satarak dolaylı olarak taraf oldu. Bu savaş, İran için büyük fırsatlar sundu:

  1. İran, ABD’nin baskılarından ve komşuluk kaygılarından dolayı İran’a silah satmaya sıcak bakmayan Rusya’dan ilk kez SU35 uçakları alma fırsatını elde etti.
  2. İran, Batı’dan özellikle AB ülkelerinden nükleer anlaşmaya uymayan Avrupa ülkelerine tepki gösterdi ve bu, İran’ın Batı’ya açık şekilde meydan okumasının ilk örneğiydi.

Ancak, bu süreç Hamas saldırısı ve sonrasında İsrail ile yaşanan gerilimle farklı bir boyuta evrildi. İsrail’in Suriye’deki İran konsolosluğuna saldırısı ve sonrasında İran’ın yaklaşık 300 füze ve insansız hava aracı saldırısı, gölgede yaşanan ve daha çok istihbarat savaşının sahaya yansımasına neden oldu ve bazı uzmanlara göre 13 Nisan günü sonrası artık “Ortadoğu” tarihi bitti ve “Batı Asya” tarihi başladı. İran’ın İkinci Dünya Savaşı galipleri ülkelerin tehdit ve ikazına bakmaksızın İsrail’e saldırması ve İran Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün tabiriyle 20 ülkenin özelikle ABD, İngiltere, Fransa vs. gibi ülkeleri savunma pozisyonuna düşürerek İbrahim anlaşmasına taraf olan ülkelere net ve anlaşılır bir mesaj göndermiş oldu. İran ve İran’a bağlı milislerin son aylarda nükleer bombaya sahip olan ülkelere (Irak’ta ABD üstleri, İsrail ve Pakistan) füze saldırı yapması, İran’ın kararlılık, diş gösterme ve keskin çizgisinin bir göstergesidir. İran, yıllarca halkına ve çıkarlarına yapılan ambargo ve baskılardan dolayı intikam peşinde olduğu izlenimi ve güce sahip olduğunu göstermektedir ve kanımca İran’ın bu tepkileri gelecekte daha sert bir şekilde devam edecektir.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Bu mülakat için teşekkür eder, başarılarınızın devamını dileriz.

Tarih: 29/04/2024

[1] İran OECD üyesi olmadığı için, bu raporda İran’daki oranlar mevcut değildir.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.