KİTAP DEĞERLENDİRME: “BİLDİĞİMİZ DÜNYANIN SONU”

upa-admin 20 Ocak 2013 8.103 Okunma 0
KİTAP DEĞERLENDİRME: “BİLDİĞİMİZ DÜNYANIN SONU”

Metis Yayınları tarafından Ekim 2009’da üçüncü baskısı yapılan ve Tuncay Birkan tarafından Türkçeye çevrilen ve de iki bölümden meydana gelen 280 sayfalık bu kitabında Wallerstein, 1450’lerden beri oluşumunu sürdüren kapitalist dünya ekonomisinin ortaya çıkışını, kaydettiği gelişmeleri ve yaşamakta olduğu sorunlardan detaylı bir biçimde bahsetmektedir. Ayrıca mevcut durumda kriz içinde olduğu öne sürdüğü ve tarihsel bir sistem olarak nitelendirdiği kapitalist sisteminin yarattığı belirsizlikten ve bunun aşılması için 21. yüzyılda sosyal bilimlere hangi görevler düştüğü hakkında önerilerini de bu kitapta okuyucularla paylaşmaktadır.

Yazara göre 2. Dünya Savaşı’nı izleyen 25 yıllık dönemde, ABD hegemonyası ve dünyanın ekonomisindeki inanılmaz gelişmelere ilaveten Asya, Afrika ve Latin Amerika’da tarihsel sistem karşıtı ulusal kurtuluş hareketlerinin Batı yanlısı rejimleri devirerek iktidara gelmesi çok önemliydi. Bu ulusal kurtuluş hareketleri iktidarda kalabilmek için gerçek anlamdaki temel değişiklikleri erteleyerek, onun yerine dünya sistemi içinde gelişmiş ülkeleri yakalama girişimini ikame etmek zorunda kalmışlardır.

Kitapta 1970 sonrası dönemden beri Doğu Asya ülkelerindeki yaşanan gelişmelerin ve bu ülkelerin yükselişlerinin ele alınması kanımca günümüz gerçeklerini anlama bakımından hayatidir. ABD önderliğindeki Batı dünyasının uzun yıllardır hâkimiyetinde bulunan dünya ekonomik sisteminde yükselen güçler ortaya çıkmaktadır ki bu güçlerin büyük bir çoğunluğu Doğu Asya’dadır. Güneydoğu Asya ülkelerinde ve özellikle Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki ekonomik gelişmeler, bütün dünyanın dikkatini bu bölgeye çevirmektedir. Bu gelişmeler temelinde bazı yeni ittifakların kurulabileceğini düşünen yazarın bu değerlendirmesi, günümüzdeki gidişat göz önünde bulundurulduğunda dikkate değerdir. Yükselen ekonomik güçlerin (BRIC) de dâhil olduğu ülkeler kendi kıtalarında nüfuzlarını arttırmak ve bunu dünya siyasetine yansıtmak için ellerinden gelen her türlü çabayı göstermektedirler. Doğal olarak, bu gelişmenin ne kadar süreceği ayrıca tartışılmalıdır.

Yazar, kitabın genelinde mevcut dünya ekonomik sisteminin temeli olan kapitalist sistemin 20.yüzyılda büyük krizler yaşadığını ve bu krizlerin günümüzde de sürdüğünü savunmaktadır. 1970’lerde yaşanan petrol şoklarının yanı sıra Asya’da yaşanan ekonomik buhranların ciddi etkileri olmuştur. Wallerstein, 1970 ve 1980’lerde dünya sanayisinde yaşanan kaymadan Doğu Asya ülkelerinin çok iyi faydalandığı fakat bunları yapmanın bile dünya sistemi içindeki bir bölgenin nispi iktisadi durumunda uzun vadeli temel bir iyileşmeyi sürdüremediğini vurgulamaktadır. Geçiş döneminde devletler mi egemenlik mi sorusunu soran yazara göre minimal düzeyde devlet müdahalesini savunanlar bile piyasanın başıboş bırakılmaması için devletlerin rollerinin arttırılmasını zorunlu görmektedirler. Güvenliği kamusal makamlara bırakmanın sağladığı ekonomik avantajlar konusu bu aşamada ön plana çıkmaktadır.

Kapitalist bir dünya sistemi, devletlerarası bir sistem içerisinde birbirlerine bağlanan egemen devletlerden oluşan bir sistemi gerektirmektedir. Bu tür devletlerin girişimcileri ayakta tutmakta çok mühim roller oynadıkları savunan yazara göre bu roller, üretim maliyetlerinin kısmen üstlenilmesi, yarı-tekellere kar oranlarını artırma güvencesi verilmesi ve hem işçi sınıflarının kendi çıkarlarını savunma kabiliyetlerini kısıtlamaya hem de artık değeri kısmen paylaştırarak huzursuzlukları yumuşatmaya yönelik çabalar harcamasıdır.

Devletlerin güçlerinin beş yüzyıldan bu yana ilk kez bu kadar düşmesinin nedeni ulusaşırı firmaların güçlerini artırmasından ziyade halklarının tedrici iyileştirme olasılığına duydukları inancı yitirmelerinin neticesinde devletlere tanıdığı meşruiyetin azalmasıdır. 2008’den itibaren ABD ve Avrupa ülkelerinde yaşanan ekonomik krizler çerçevesinde o ülkelerde yaşayan halkların hükümetlerinin kemer sıkma önlemlerine karşı gösterdikleri tepkiler ve bunun sonucu olarak özellikle Avrupa’daki birçok hükümetin düşmesi bu tespite çok iyi bir örnektir.

Kapitalist üretim maliyetlerinin ve tekniklerinin yarattığı çevresel felaketler diğer önemli bir konudur. Çevrenin daha fazla zarar görmesine karşın koruma ve durumu olabildiğince tersine çevirme amacı etrafında örgütlenmiş son derece önemli politik hareketler bulunmaktadır. Ozon tabakasındaki delikler, sera etkisi, nükleer sızıntılar ve bunlara yönelik olası çözümler giderek artan bir oranda tartışılmaya başlanmıştır. Bunlar vahşi kapitalist bir dünya ekonomisi içinde yaşamamızın esas sonuçları olup, bunlara çözüm bulunamadığı için sistem gerçekten alarm vermektedir. Mevcut tarihsel sistem içinde hiçbir çıkış bulunamadığını savunan yazar bu sistemden çıkış süreci içinde olduğumuzu ve önümüzdeki gerçek meselenin sonuçta nereye gideceğimiz olduğudur. Günümüz dünyasında yaşanan çevresel sorunlar çok elzem bir yer kaplamaktadır. Yaşanan tanker kazaları sonrasındaki petrol sızıntıları, denizde petrol ve gaz aramaları sırasında gerçekleşen kazalar ve Japonya’da Fukuşima nükleer santralinde deprem sonrasında yaşanan sızıntılar, insanların bu konudaki duyarlılıklarını artırarak tepkilere yol açmaktadır.

Wallerstein’in modern dünya sisteminin kapitalist bir dünya ekonomisi olduğu, kesintisiz sermaye birikiminin önceliğine dayandığı ve böyle bir sistemin zorunlu olarak hem ekonomik hem de toplumsal açıdan eşitliksizçi, hatta kutuplaştırıcı olduğu savı yerinde bir gözlemdir. Bu durum kapitalist ekonomik sistemi uygulayan çoğu ülkede görülebilmektedir. Liberalizm ile demokrasi arasında ikircikli bir münasebet bulunduğu düşüncesi gerçekten de önemlidir. Liberalizm, rasyonel bireyi savunmaktadır. Demokratik katılım koşullarına gerekli uzmanlar tarafından karar verilmesi ve bu koşulların bu kişiler tarafından belirlenmesi tartışmaların ana eksenini oluşturmaktadır. Medeni ve ehliyet sahibi olmak da bu çerçevede elzemdir.

Demokrasinin en hayati prensiplerinden birisi çokkültürcülüğe hayat sahası tanıyarak dışlanmayı engellemesidir. Dâhil etme sistemi, herkesin katılımına eşit ağırlık vermeyi öngörmektedir. Yazara göre yeni bir sistem kurulacaksa bunun yolu dâhil etmeden geçmektedir. Liberaller artık demokratlara uymak şartıyla yeni kurulacak sistemde kendilerine yer bulabilirler. Demokratik sistemlerle yönetilen ülkelerde toplumsal dışlama ve ırkçılık sorunlarının üzerinde ciddiyetle düşünülmelidir. Göçmenlere yönelik asimilasyon yanlısı politikalar olumsuz sonuçlara sebebiyet vermektedir.

Modern dünya sistemi, Wallerstein’e göre neye toplumumuz diyebileceğimiz ve toplumlarla bütünleşme ve toplumlardan marjinalleşme hususunda neyi kastedebileceğimiz hususunda epeyce kafa karışıklığı yaratmıştır. Bir ülkeden başka bir ülkeye göç eden ve orada yaşamaya başlayan insanlar konusunda yapılan tartışmaların temellerini bütünleşme ve marjinalleşme kavramları oluşturmaktadır. Entegrasyonunun kültürel bir kavram olduğunu savunan yazara göre bu kavram, kişinin benimseyerek bütünleşmesi gereken bir kültürel norm olduğunu varsaymaktadır. Irkçılıkla cinsiyetçilik, bir dönemde kurumsal hale gelmiştir. Wallerstein’e göre hayati bir kavram olan yurttaşlık, kaçınılmaz olarak paylaşılması mensuplarının işine gelmeyen bir ayrıcalık olarak tanımlanmaktadır. Tehlikeli sınıflar, kimini sisteme dâhil etmek kimini de sistemden dışlamak amacıyla kontrol altında tutulmaktadır.

Günümüzde Avrupa ülkeleri ve ABD’de göçle gelen insanların topluma uyum sağlamasına yönelik politikalar geliştirilmesi bu ülkelerdeki yöneticilerin önemli gündem maddeleri arasındadır. Avrupa ülkelerinde, özellikle Türk göçmenlerin ve Kuzey Afrikalı göçmenlerin yaşadığı sorunlar bütünleşme mi yoksa asimilasyon mu tartışmalarını alevlendirmektedir. Ayrıca son zamanlarda, ekonomik kriz yaşayan Avrupa ülkelerinde artış gösteren aşırı sağcı hareketler bu çerçevede irdelenmelidir. Yazarın burada yaptığı inşa etmek istediğimiz tarihsel sistemin biçimi hakkında ve yurttaş kavramından kurtulmanın mümkün olup olmadığı, mümkünse de yerine ne konulabileceğinin düşünülmesi gerektiği değerlendirmesi çok ilgi çekicidir.

Yazar burada toplumsal değişimlerin olup olmadığını anlamak için kendisinin geliştirdiği “tarihsel sistemler” tezinden faydalanmaktadır. Bu noktadaki en önemli tespitlerden birisi sistemsel dönüşüm yaşayan dünyamızda bunun esas bir toplumsal gelişmeye yol açıp açmayacağıdır. Diğer bir mühim tespit ise eğer mevcut tarihsel sistemin yerine ancak değişik bir toplumsal sistem geçtiği takdirde bir toplumsal değişmeden bahsedilebileceği gerçeğidir. Wallerstein’in bu noktada kendisinin de aralarında bulunduğu sosyal bilimcilere yapılacak tercih hakkında esaslı roller düştüğü yolundaki tespitinin üzerinde ciddiyetle durulmalıdır. Wallerstein, bunun yerini kapitalist sistemin almasının beklenmedik bir gelişme olmasının yanı sıra bu sistemin bir kere dizginlerinden boşaldı mı, gerçekten de çok dinamik bir sistem olduğu için hızla yayıldığını ve en nihayetinde bütün dünyayı kendi yörüngesine oturttuğunu vurgulamaktadır. Bu sistemin ayırt edici farklılığı sermaye birikimine verilen önceliktir.

Yazara göre sistem aynı kurallarla işlediği müddetçe nitel bir değişiklikten bahsedilemez. Fakat kuşkusuz eninde sonunda bu doğru olmaktan çıkar ve bu esnada bu tip çağcıl eğilimlerin üçüncü safha olarak nitelendirilen ölüm safhasını hazırladıkları söylenebilir. Sistem denge durumundan ne kadar uzaklaşırsa, dalgalanmalar da o kadar şiddetli olur ve en nihayetinde bir çatallanma meydana gelir. Dünyanın kırsallıktan çıkması, girişimlere dışsallaştırma izni vermenin toplumsal maliyetlerinin artması ve dünya sisteminin demokratikleşmesinin sonucu olarak demokratikleşmenin kendisi de bu baskıyı siyasi istikrarın temel bir unsuru olarak meşrulaştırmış olan jeokültürün ürünü olması, kapitalist dünya ekonomisinin temel yapılarını bozan ve bundan ötürü de bir kriz yaratan bir dizi gelişmedir.

Wallerstein’e göre, eğer mevcut tarihsel sistem kategorisinin yerine farklı bir tarihsel sistem kategorisi geçiyorsa bu toplumsal değişim olarak adlandırılabilir. Batı Avrupa’da feodalizmin yerine kapitalizm geçtiğinde durumun tam olarak da bu olduğunu vurgulayan yazar, ama yerini aynı türden bir tarihsel sistem alıyorsa bunun bir toplumsal değişme olarak adlandırılamayacağını savunmaktadır. Yazar, çağdaş dünya sisteminde bu tür bir sistemsel dönüşümden geçildiğini ve bunun temel bir sosyal değişmeye yol açıp açmayacağını henüz bilmediklerini ifade etmektedir.

Yazar, ilerlemenin olası olduğu, ama kaçınılmaz olmadığı şeklinde bir düşünsel ve ahlaki tavır takınmanın kendisine daha güvenli geldiğini söylemektedir. Tarihsel bir seçim yapmayla karşı karşıya olduğumuzu düşünen Wallerstein’e göre bu seçim, içinde yaşadığımız tarihsel sistem bütün yeryüzünü kaplayan ilk sistem olduğundan tüm gezegeni ilgilendiren bir seçim olacaktır. Tarihsel seçimler ahlaki seçimlerdir, fakat sosyal bilimcilerin akılcı analizleriyle yol gösterebilmesinin kendilerinin düşünsel ve ahlaki sorumluluğunu tanımladığını söyleyen Wallerstein, bu meydan okumaya karşılık verebilecekleri konusunda ılımlı bir iyimserlik taşıdığını vurgulamaktadır.

Günümüzde değişim konusunda sıklıkla kullanılan bir slogan vardır; “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir”. Dünya tarihinde değişimlerin olmadığından söz edilemez. Dünyanın bugün ulaşmış olduğu seviye, yüzyıllardan beri süregelen değişimlerin sonucudur. Değişim süreci, dünya var olduğu sürece de durmayacaktır. Kanımca yazarın bu bağlamda ileri sürdüğü tarihsel sistemleri açıklama yoluyla toplumsal değişimin gerçekleşip gerçekleşmediği düşüncesi, bu bölümde çatışan tezler olarak ortaya konan “değişim sonsuzdur” ve “hiçbir şey değişmez” açıklamakta faydalı olmaktadır.

Mevcut kapitalist dünya ekonomisi sistemi, selefi olan feodal sistemin çöküşü neticesinde ortaya çıkmıştır. Feodal sistem, dogmatik prensiplere bağlı kaldığı için yani bir noktada dünyanın gidişatı ve değişimini anlamadığı için burjuva sınıfının önderliğinde yeni ortaya çıkmaya başlayan sınıfların başkaldırısı sonucu tarih sahnesinden silinmiştir. Yazarın bu çerçevede yaptığı analiz ilginçtir. Tarihsel sistemleri incelemede bu sistemlerin doğuşu, yapıları ve ölüm sorunlarını incelemek elzemdir. Kapitalist girişimci sınıflar, yüzyıllar boyunca kendilerini esaret altında tutan feodal sistemden kurtuldukları andan itibaren kendi kurmak istedikleri sistemi dünyanın egemen sistemi haline getirmeye girişmişlerdir.

Sistemler kendilerini yenileyemedikleri takdirde çöküşe veyahut ölüme doğru gittikleri tarihsel bir gerçekliktir. Dünya üzerinde bilinen bütün büyük imparatorluklar, donmuş sistemlerinde ısrar ettikleri için tarihin tozlu sayfaları arasında yerlerini almışlardır. Osmanlı İmparatorluğu ve SSCB buna verilebilecek en güzel örneklerdir. Bu olgu, devletler ve özelde de toplumlar için geçerlidir. Modern dünya sistemi olan kapitalist dünya ekonomisi sistemi temel düşüncesi liberalizmdir. Modern dünya sisteminin 1450lerden beri var olan bir sistem olduğunu kabul edersek, bu sistemde hiçbir şey güllük gülistanlık olmamıştır. İlerlemelerin, toplumsal değişmelerin yanı sıra birçok savaş ve felaket bu sistemin içinde yer alan ülkelerin içinde ve arasında cereyan etmiştir.

Yirminci yüzyılda yaşanan iki dünya savaşı ve hemen ardından gerçekleşen Soğuk Savaş dönemleri bu noktada ciddiyetle irdelenmelidir. Kapitalist sistemin tüm sorunlara çare olabileceği savı her geçen gün etkisini kaybetmektedir. Asgari devlet müdahalesini öngören kapitalist sistem giderek devlete daha muhtaç bir hale gelmektedir. Bu bile bir değişimdir. 2008’den bu yana yaşanan ve kapitalist sistemin en büyük krizlerinden biri olarak değerlendirilen ekonomik kriz, toplumlar üzerinde onarılması ve ortadan kaldırılması uzun yıllar alacak zararlara yol açmaya devam etmektedir. Devletler bu krizin etkileriyle başa çıkabilmek için giderek daha fazla korumacı önlemlere başvurmaktadırlar. Artan toplumsal eşitsizlikler ve hoşnutsuzluklar, sistemi çöküşe doğru sürüklemektedir.

Yazarın bu noktada yaptığı sistemde bir çatallanma içinde olduğumuz yani grupların şurada burada yaptıkları çok küçük eylemler, vektörleri ve kurumsal biçimleri tamamen farklı yönlere götürebilir düşüncesi ehemmiyete sahiptir. Mevcut durumda gerçekleşmekte olan sistemsel dönüşümün nasıl sonuçlanabileceği belirsizdir.

Wallerstein’in çağdaş dünya sisteminin tözel ahlaki ilerlemenin bir örneği olduğu konusundaki şüphesi ve bir ahlaki gerilemenin daha muhtemel olması inancı günümüz gerçekleriyle örtüşmektedir. Batı sistemindeki ahlaki çöküntü, günümüzün en çok tartışılan konularından biridir. Gelecek konusunda temkinli yaklaşmak hakikaten üzerinde durulması gereken bir husustur. Yapılacak tarihsel sistem seçimine sosyal bilimcilerin yapacağı katkılar çok elzemdir. Yapılacak bu seçimin, dünyanın kaderini yakından ilgilendirdiğini ve gelecekte nasıl bir dünyada yaşayacağımızın bilinmesi bakımından çok elzem olduğu düşünüyorum.

2011 yılından beri Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgesinde devam eden kimine göre Arap Baharı kimine göre Arap Uyanışı olarak nitelendirilebilecek süreç bu bağlamda değerlendirilebilir. Yarım asra yakın diktatörlük sistemleri altında yaşayan halklar birden bire ayaklanarak bazı ülkelerde bu sistemleri alaşağı etmişlerdir. Suriye ise bu çerçevede ayaklanmacılar ve iktidar arasında şiddetli çatışmaların halen sürdüğü bir yerdir. Demokrasi taleplerinde bulunan halkların hemen demokratik sisteme geçmeleri mantıklı bir durum değildir. Çünkü bu ülkelerde toplumsal değişimlerin uzun zaman alacağı öngörülmektedir. Batı dünyasının istediği sistemlerin bu ülkelerde kurulması çok kolay değildir. Kimi yerlerde Batı sistemine tamamen karşıt sistemler kurulmasıyla sonuçlanabilir. Mısır’da radikal İslamcı ve Batı karşıtı olarak bilinen Müslüman Kardeşler hareketinin iktidara gelmesi bu duruma çok iyi bir örnektir.

Bütün bunlardan şöyle bir sonuç çıkarılabilir; ilerleme mümkündür ama kaçınılmaz değildir. Çünkü değişmeden yaşamı sürdürmek insan doğasına aykırıdır. Eğer değişim olmasaydı, insanlık bugünkü seviyesine ulaşamazdı. Değişimin nasıl olacağı üzerinde dikkatle düşünülmelidir.  Buna ilaveten değişimin zor bir süreç olduğu gerçeği de unutulmamalıdır

Wallerstein’e göre, Fransız Devrimi’nin kurduğu jeokültürün neticelerinden biri de sosyal bilimlerin kurumsallaşmasıdır. Liberalizm ile sosyal bilim, aynı öncül – toplumsal münasebetleri, doğal olarak bilimsel (yani rasyonel) bir şekilde manipüle etme kabiliyeti sayesinde insanlığın kusursuzluğa ulaşmasının kesin olduğu öncülü – üzerine kurulmuşlardır.

Yazarın burada yaptığı bir önerinin 21.yüzyıldaki sosyal bilim açısından ele alınması gereklidir. Wallerstein’e göre eğer bizim dışımızdaki herkesin dünyayı değiştirme gibi bir umudunun olmasını istiyorsak önce kendimizi değiştirmekle işe başlamalıyız. Ukalalık desibellerimizi düşürmeliyiz çünkü sosyal bilimin gerçekten de dünyaya sunacak bir şeyleri bulunmaktadır. İnsan sorunlarına insan zekâsını uygulama ve böylelikle insanın potansiyelini gerçekleştirme imkânı sunulabilir. Bu yüzyılda yaşadığımız sorunların çözümünde insan aklının elzem bir yere sahip olması ve bu aklın kullanılma olanaklarının konusunda sosyal bilimlere düşen rol hususunda yazarın değerlendirmeleri dikkat çekicidir. Sistemsel dönüşüm esnasında insanların yanı sıra sosyal bilimciler de ellerini taşın altına koymalıdır. Sorunların çözümüne yardımcı olmaktan kaçınmamalı ve aklın kullanılması konusunda yardımlarını esirgememelidirler.

İşbölümüne neden olan farklılaşma ne kadar artarsa aktörlerin oynadığı roller o kadar uzmanlaşır ve dolayısıyla bireyselleşmeye de o kadar yer açılır ve bu son kertede dünya çapında heterojenliğin artmasıdır. Bunun tam tersi de her şeyin birbiriyle daha çok bağlantılı olduğu ve bunun son aşamada dünya çapında homojenliğin artması hakkındaki görüştür. Yazar, yaşamakta olduğumuz anı çok özel bir yanı olduğunu belirtmektedir. Bu meydan okumanın önümüzdeki elli yıl içinde gerçekten de kurumsal yapıda mühim değişiklikler yapılmasına sebep olacaktır.

Yaşanan kriz, Newtoncu dönemin bitişine hazırlıksız olduğumuz için inşa ettiğimiz dış çemberlerin ağırlığı altında eski yapıların çökmesinin göstergesidir. Kendimizi açmak, tek tek ve kolektif olarak açmak, düşünsel bakımdan hayatta kalmayı ve bir anlam taşımayı sürdürecek asgari stratejidir. Çünkü artık eski sistemin parametreleriyle olaylara yaklaşmak mevcut sorunları çözememektedir. Yazarın bu çerçevede yaptığı öneriler gerçekten dikkate değerdir.

Tarih yazımı, evrenselciliğin dar görüşlülüğü, Batı medeniyeti hakkındaki varsayımlar, Şarkiyatçılık ve ilerleme teorisini dayatma girişimleri temelinde Avrupamerkezciliğe suçlamalar yöneltilmiştir. Sosyal bilim, modern dünya sistemin ürünüdür. Avrupamerkezcilik, modern dünyanın jeokültürünün kurucu unsurlarından biridir. Wallerstein’in sosyal bilimin Avrupa’nın tarihsel rolünü, özellikle de modern dünyadaki tarihsel rolünü yanlış yorumlayarak, büyük oranda abartarak ve/veya çarpıtarak sosyal gerçeklik hakkında yanlış bir resim yaratmakla suçlanması düşüncesi önemlidir. Yazarın burada yaptığı en ilginç tespitlerden birisi ise Avrupa’nın yaptığı her şeyin yanlış analiz edilmesi suretiyle yetersiz çıkarımlara maruz bırakıldığı ve bunun da hem bilim hem de siyasi dünya için tehlikeli neticeler yaratmasıdır. Avrupa’nın yaptığı her şeyin doğru olduğu tezi sorgulanmalıdır.

Yazarın kapitalist uygarlığın tarihsel yaşamı boyunca gerçekleştirdikleriyle ilgili kendi bilançosunun genel toplamının olumsuz ve dolayısıyla kapitalist sistemin insanın ilerlemesinin kanıtı olmadığı savı konunun üzerinde düşünmeyi gerektirmektedir. Kapitalizmin, sömürücü bir sistemin bu tikel versiyonuna karşı dikilmiş tarihsel engellerin yıkılması neticesinde ortaya çıktığının tespitinin de üzerinde durulmalıdır. Kapitalizmin önce Avrupa’da gelişmesi ve daha sonra bütün dünyaya yayılması, onun kaçınılmaz, arzulanır veya herhangi bir manada ilerici bir şey olduğu anlamında olmadığı hatta yazara göre bunların hiçbiri olmadığı savı gerçekten de konuyu dikkat çekici kılmaktadır.

 Yazara göre günümüzde ciddi bir kriz içinde bulunan sisteme alternatif bir dünya sistemi kurulmak isteniyorsa, doğru olanla ve iyi olanla ilgili konuları aynı anda ve birbirlerinden ayırmadan ele alınmalıdır. Avrupa’nın dünyayı yeniden inşa edişinin tikelliğinin tam olarak benimsenmesi yoluyla onu aşmak ve insanlığın olanaklarıyla ilgili daha kapsayıcı bir evrenselci bakış açısına varılabilir. Kanımca burada Bertrand Russell’ın “Bütün işlerimizde verili kabul ettiğimiz şeyleri zaman zaman sorguya tabi tutmak oldukça sağlıklı bir tavırdır” sözü, konunun daha iyi anlaşılması bakımından önem taşımaktadır.

Örgütlü bilimin üçe bölünmüş olması, dünyanın tam olarak kavranmasını engellemektedir. Yazara göre görevimiz, kurumlarımızı, kolektif bilgiyi artırma şansımızı azamiye çıkarabilecek biçimde yeniden inşa etmektir. Bilgi yapılarında kaotik bir çatallanmanın içinde olduğumuzu savunan yazar, buradan yeni bir düzenle çıkabileceğimize inanmaktadır. Bu düzen belirlendiği takdirde şans ancak ona sahip çıkanların yüzüne gülebilecektir. Bu değerlendirmeler temelinde, kriz döneminde olduğumuz düşünüldüğünde bilim kendi arasındaki ayrılıkları bir kenara bırakıp kolektif bilgiyi artıracak yeni bir düzenin tesis edilmesi konusunda elinden gelen her şeyi yapmalıdır.

Wallerstein, dünya sistemi analizinin başlangıçtaki amacının modernleşme teorisini protesto etmek için geliştirildiğini vurgulamaktadır. Küresellik, tarihsellik, tekdisiplinlilik ve bütüncülük bunun temel itkileriydi. Bu noktada vurgulanan hususlardan birisi dünya sistemleri analizinin bir perspektif ve diğer perspektiflerin çok güçlü bir eleştirisi olmasıdır. Yazara göre Danton’un şu önerisini takip etmek, içinde yaşadığımız dönemi anlamamıza yardımcı olmaktadır: “cesaret, yine cesaret, daima cesaret.” Sosyal bilimcilerin dünya çapındaki toplumsal dönüşüme cevap verecek bir sosyal bilim kurup kuramayacaklarını gösterecekleri zaman olduğu değerlendirmesi, sosyal bilimin mevcut durumda ne tür bir kriz yaşadığının ve burada çıkış yolu olarak nasıl bir yol izleyeceğinin idrak edilmesi bakımından mühimdir.

Sosyal bilimlerdeki makro ve mikro karşıtlığı, küresel yerel karşıtlığı ve yapı/faillik bu bağlamda ele alınması gereken konulardır. Bu kitaptaki en dikkat çekici değerlendirmelerden birisi bilimcinin, bilimsel yöntemlerin normlarını takip etmeyerek yani rasyonel olmaktan çıktığı zaman, siyasete, gazeteciliğe, şiire veya bu çeşit başka kötü faaliyetlere meyil etmesidir. Bu gerçekten de ciddi bir sorundur. Bir bilimcinin bu tür işlerle uğraşması nesnelliğine zarar verir. Çünkü bu işlerde sübjektif düşünceler daha çok ön plandadır. Dikkat çekici başka bir değerlendirme ise sosyal bilimin kurulduğu 19. yüzyıldan bu yana iyilik ve doğruluk arayışını birleştirme çabasıdır. Fakat bu iki arayış arasındaki uyumsuzluktan dolayı parçalandığından bu girişim pek başarılı olamamıştır.

Ütopyabilgisi, günümüzdeki gerçek tarihsel alternatiflerin analitik incelemesidir. Doğruluk arayışı ile iyilik arayışının uzlaştırılmasıdır. Bilim ve felsefe arasındaki kopukluğun kesin bir biçimde sona erme olasılığından bahseden Wallerstein, sosyal bilimi yeniden birleşmiş bir bilgi dünyasının kaçınılmaz zemini olarak görmektedir. Yazar, bilimin ve beşeri bilimlerin epistemolojik olarak yeniden birleştirilmesi, sosyal bilimlerin örgütsel olarak birleştirilmesi ve yeniden bölümlere ayrılması ve de sosyal bilimin bilgi dünyası içinde merkezi yerini almasını sosyal bilimin vaadi bazında ele almaktadır. Bunlardan en dikkat çekici olanlarından birisi, sosyolojinin ve aslında diğer bilimlerin yaşadığı aşırı uzmanlaşmanın hem kaçınılmaz hem de kendisine zarar veren bir şey olduğu tespitidir.

Sosyal bilimlerin hepsi birbiriyle bağlantılıdır ve birbirlerinden faydalanmak zorundadır. Wallerstein, dünyayı daha adil, daha güzel kılmak için idrakimizi artırabileceğimizi savunarak bunu yapmak için birlikte akıl yürütme ve birbirimizden her birimizin erişebildiği özel bilgiye erişmeye çalışmamızın gerekli olduğunun altını çizmektedir.

2012 yılında yayınlanan “Stratejik Vizyon: Amerika ve Küresel Güç Buhranı” adlı kitabının ilk bölümünde de Zbigniew Brzezinski, modern dünyanın ortaya çıkışından beri egemen durumunda bulunan Batı dünyasının hâkimiyetini kaybetmeye başladığını vurgulamaktadır. Japonya, Çin ve Hindistan gibi üç Asyalı gücün küresel egemenliğe yükselişi, küresel iktidar skalasını kayda değer ölçüde değiştirmekle kalmamış, aynı esnada jeopolitik güç dağılımının da ehemmiyetini arttırmıştır. Zaten bu bölümün başlığının “Gerileyen Batı” olması konuyu çok iyi bir biçimde özetlemektedir. Brzezinski’ye göre Washington halen teknolojik, iktisadi, mali ve askeri bakımlardan hala rakipsizdir.

2011 yılının ilk aylarında Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da gerçekleşen halk ayaklanmaları muhalif genç nüfus şişkinliğinin iletişim teknolojisi araçlarına daha fazla erişebilmesiyle gerçekleşebilen hızlı politik uyanışın canlı birer örneğidir. Küresel siyasi uyanış olgusunun dolaylı sonuçlarından birisi politik olarak pasif, silah donanımı zayıf ve nadiren birlikte hareket eden yerli halklara karşı Batı’nın teknolojik bakımdan üstün ve nispeten ucuz tek taraflı askeri seferlerin sona ermesidir. İkincisi ise; politik uyanışın hızla yayılması rekabetçi dünya siyasetine küresel sistemik rekabet kavramını kazandırmıştır. Karşılaştırmalı toplumsal performansın milli etkinin elzem bir unsuru olduğunu savunan Brzezinski’ye göre değişken toplumsal koşulların ayırt edici farkındalığı artık normal bir durumdur.

Wallerstein’in bu kitabı, bu bağlamda ele alındığında, mevcut dünya sistemin nasıl bir kriz içinde olduğunu ve 21. yüzyılda sosyal bilimlerin gerçekleşmekte olan sosyal dönüşüm kapsamında neler yaparak ayakta kalabileceğini detaylarıyla anlatarak konuya ışık tutmaktadır. Günümüz dünyasının hangi sorunlarla yüz yüze olduğu ve buna yönelik olarak sosyal bilimlerin hangi yolları takip etmesinin gerekli olduğu anlatan bu kitap, dünyanın gelecekte nereye gitmekte olduğunu anlamak isteyenler tarafından dikkatlice okunmalıdır. Bu kitabı konuya ilgi duyan herkese tavsiye ediyorum.

Sina KISACIK

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.