İSRAİL DEVLETİ’NİN KURULUŞ SÜRECİ VE FİLİSTİNLİ MÜLTECİLER SORUNU

upa-admin 23 Ocak 2017 14.640 Okunma 1
İSRAİL DEVLETİ’NİN KURULUŞ SÜRECİ VE FİLİSTİNLİ MÜLTECİLER SORUNU

Giriş

Bu çalışmanın amacı, İsrail Devleti’nin kuruluş aşamasını tarihsel gelişime bağlı kalarak anlatmak ve akabinde İsrail’in kuruluşuyla bölgede uzun yıllar sürmüş olan Arap-İsrail savaşlarının en önemli sonucu olan Filistinli mültecilere odaklanmaktır. Bu doğrultuda, ilk olarak İsrail Devleti’nin kurucu ideoloji olan Siyonizm’in ortaya çıkış nedenleri, yarattığı etkiler ve İsrail Devleti’nin kurulmasında oynadığı rol ele alınacaktır. Çalışmanın ikinci başlığında, İsrail Devleti’nin kuruluşunun ilk sinyali olarak algılanabilecek ve Birinci Dünya Savaşı sırasında yayınlanan Balfour Deklarasyonu’nun oynadığı rol tartışılacaktır. Bu iki duruma ek olarak, o dönemde Filistin topraklarında kurulan İngiliz mandasının önemine değinilecektir. Ayrıca mandanın Siyonist politikaların uygulanmasındaki işlevsel rolüne de çalışmada odaklanılacaktır. Bu doğrultuda, manda döneminde özellikle hız kazanan ve Siyonizm’in örgütlediği Yahudi göçü de bu bağlamda ele alınacaktır. Filistin topraklarına 5 dalga halinde gerçekleştirilen bu göçlerin, Filistin üzerindeki demografik etkileri ve bunun getirmiş olduğu siyasi sonuçlar da çalışmada değerlendirilecektir. Yine Yahudi göçünün yarattığı bir siyasi gerilim olarak Filistin topraklarında ortaya çıkan Arap Ayaklanmalarının nedenleri ve sonuçları tartışılacaktır. Ek olarak, bu ayaklanmalarda anti-semitizmin bir rol oynayıp oynamadığı sorusuna da cevap aranacaktır. Çalışmanın bir sonraki başlığında, İsrail Devleti’nin resmi anlamda kuruluş süreci ele alınacaktır. Bu süreçte Siyonist politikalarına İngiltere’den Amerika’ya nasıl yaklaşıldığı ve bunun nedenleri incelenecektir. Bu doğrultuda, İsrail’in kuruluş sürecinin Birleşmiş Milletler’de nasıl ele alındığı ve tanınma sürecinde Amerika’nın oynadığı rol de çalışmada aktarılacaktır. Çalışmanın ilk aşaması olan kuruluş süreci ele alındıktan sonra, temel sorunsal olan Filistinli mülteciler sorunun savaşlara dayalı tarihsel gelişimi ele alınmaya çalışılacaktır. İsrail’in 1948 yılında kurulmasıyla bu durumun bölgede yarattığı etkiler ve Arap devletlerinin İsrail’i tanımayarak ona karşı açtığı savaş incelenecektir. Bu savaşın yarattığı ve günümüze kadar gelen Filistinli mülteciler sorununun savaşlara göre nasıl ilerlediği de aktarılacaktır. Bu doğrultuda, 1956 Süveyş Krizi de ele alınacaktır. Akabinde, Arap-İsrail Savaşlarında bir kırılma yaratan ve Filistinli mülteciler sorununun daha da büyümesine sebebiyet veren 1967 Altı Gün Savaşı incelenecektir. Bundan sonraki başlıkta, 1973 Arap-İsrail Savaşı’na ve bu savaşa kadar geçen süreçte Filistinli mültecilerin uluslararası haklarına, diğer ülkelerde ne şekilde yaşadıklarına ve mültecilerin kendi kimliklerini kaybetmeden siyasi ve kültürel olarak var olma mücadeleleri ele alınacaktır. Çalışmanın son başlığında ise, Filistinli mülteciler sorunu Birleşmiş Milletler çerçevesinde farklı bir boyutta değerlendirilecektir. Birleşmiş Milletler’in Filistinli mülteciler sorununa hangi çerçeveden baktığı, bu doğrultuda aldığı kararlar ve mültecilerin sorunlarını iyileştirmek ve daha iyi bir konuma gelmelerini sağlamak için ne tür faaliyetlerde bulunduklarına bakılmaya çalışılacaktır.

İsrail Devleti’nin Kurucu İdeolojisi olarak: Siyonizm

İsrail Devleti’nin kurucu ideolojisi olan Siyonizm, Fransız Devrimi’nin yarattığı milliyetçilikten etkilenen, aynı zamanda Doğu Avrupa ile Rusya’da Yahudilere karşı artan pogrom ve benzeri olaylara yönelik Yahudi halkının devlet kurma sürecinin altyapısını hazırlayan ideolojidir. Siyonizm konusunda dini, politik ve kültürel temelli birçok açıklama mevcuttur. Bunların her biri Siyonizm’le az veya çok bağlantılı olsa da, Siyonizm, esas itibariyle milliyetçilikten esinlenen ve tarihsel olarak devlet kuramamış bir halkın mevcut sorunlarına rasyonel bir çözüm üretmek için bir “Yahudi Devleti” kurmayı amaçlayan siyasi bir ideolojidir. Siyonizm’in tarihsel gelişiminde, Doğu Avrupa ve Rusya’da artan Yahudi düşmanlığı ve Yahudi halkına uygulanan mezalimin etkileri büyüktür. Bu bakımdan, özellikle liberal kimliğiyle ön plana çıkan Fransa’da bile Dreyfus Olayı’nın yaşanması, Yahudilerin devlet gereksinimini arttıran en önemli olaydır.

Siyonizm, dünyada kendi ideolojisine dahil olmayan Yahudileri de çekmek ve devlet kurma sürecine destek olmalarını sağlamak için kültürel ve dini argümanları kullanmış olsa da, en güçlü yönü siyasi Siyonizm’dir. Siyonizm’in nihai hedefi, Filistin topraklarında bir devlet kurmaktır. İlk çıkış aşamasında yurt/vatan kavramları kullanılsa da, nihai amacın devlet kurmak olduğu açıktır. Siyonizm konusunda ön plana çıkan en önemli kişi, bu ideolojinin örgütlenmesinde de başat rol oynayan Theodor Herzl’dir. Fransa’daki Dreyfus Olayı’nın kendisinde yarattığı etkiyle Yahudilerin bir devlet kurmasının gereklilik olduğuna inanan Herzl, bu bakımdan dünyadaki ilk Siyonist Kongresi’nin toplanmasını sağlar. İlki 1897’de Basel’de gerçekleştirilen Dünya Siyonist Örgütü’nün toplantılarında, öncelikli başlık yurt arayışlarının nerede olacağı yönündedir. Bu doğrultuda, Doğu Afrika ülkesi olan Uganda ve Arjantin gündeme gelse de, daha sonra bu öneriler kabul edilmez ve Filistin ön plana çıkar. Üzerinde Müslüman Arapların demografik olarak baskın olduğu bu toprakların Siyonizm tarafından seçilmesinde dini görüşlerin de payı yadsınamaz. Herzl, Siyonizm’in amacını şu sözlerle özetlemektedir: “(…) Topraksız bir halkın halksız bir toprağa yerleşmesi ve burayı kendi ulusal vatanı ve egemen devleti haline getirmesi.”[1] Bu durum düşünüldüğünde, Siyonizm, Filistin bölgesini halksız olarak görür. Orada Yahudi kimlikli bir egemen devletin kurulmasının mücadelesini verir.

Siyonizm, Yahudilerin Filistin’de bir devlet kurmasını sağlamak için öncelikli olarak bölgeye bir Yahudi göçü organize etmek ve en önemlisi de bunu yaparken dönemin büyük devletlerinden birinin desteğini sağlamak ister. Ayrıca kendi ideolojisine destek vermeyen Yahudileri de, Doğu Avrupa’daki pogromları örnek göstererek, Yahudi kimlikli bir devletin varlığına ihtiyaç olduğuna inandırır. Siyonizm’in bu düşüncelerine karşı çıkan bazı Yahudi gruplar da vardır. Bunlar, özellikle Batı Avrupa Yahudileridir. Belirli kazanımlar elde etmiş olan Batı Avrupa Yahudileri, Siyonist politikaların kendi kazanımlarını tehlikeye atacağını düşündüğünden Siyonizm’e destek olmazlar. Siyonizm’e karşı çıkan gruplar içerisinde asimilasyoncular ağırlıktadır. Herzl, bir büyük devletin desteğini almak için ilk olarak Filistin topraklarında egemenlik hakkı bulunan Osmanlı’nın o dönemdeki Sultanı olan II. Abdülhamid ile görüşür. Bu görüşmelerden müspet bir sonuç alamayan Herzl, zamanla politikasını İngiltere’ye yaklaştırır. Herzl’in vefatından sonra Siyonist örgütün başına geçecek olan ve ileride de İsrail Devleti’nin ilk Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyacak olan Haim Weizmann da aynı yönde bir politika sergileyerek, Yahudilerin bir yurt arayışını büyük devlet desteğiyle gerçekleştirmeye çalışır. Bu bakımdan, politik Siyonizm, “Yahudi meselesini uluslararası bir sorun haline getirmeyi ifade eder.’’[2] Sorunu uluslararası bir mesele haline getirme çabası, ileride bunun çözümlenmesi beklentisini de arttırır.

Siyonizm, tarihsel olarak mezalime uğrayan bir halkın sorunlarını çözmeyi devletleşmede görür. Bunu da, güçlü bir devletin desteğiyle gerçekleştirmeyi hedefler. Stratejik ve teknik olarak iyi bir örgütlenme becerisiyle hayata geçirilen bu ideolojinin en temel gerekçesi, Yahudilerin bir ulus olarak hem Avrupa’da, hem de Rusya’da kabul edilmemesi ve sürekli olarak pogromlara maruz kalmasıdır. Herzl, “Yahudi Devleti” (Der Judenstaat) kitabında bu durumu ele alır: “Biz vatansız bir ulus olduğumuz sürece, bizim varlığımız nerede kabul edilir ki?”[3]… Herzl’in de vurgu yaptığı gibi, Siyonizm, Yahudilerin uğradığı mezalime çözüm üretmek isteyen dünyevi yönü kuvvetli siyasi bir ideolojidir.

Siyonizm de her ideoloji gibi bir sınıfsal temele yaslanır. Siyonizm, Filistin topraklarında kibutzlarla kolektif tarım yapan halkın ideolojisidir. Kendi kendine yeterliliği esas alan bu yaşam şeklinin finansal desteğini Siyonizm oluşturur. Yahudiler, geleneksel olarak kapitalizm ile uyumludur ve servet edinmeye negatif bir içerik/anlam yüklemezler. Büyük Yahudi aileleri, Batı Avrupa’da kapitalizmin en gelişmiş haline sahip olması nedeniyle özellikle Siyonizm’in Avrupa’da anti-semitizmi arttıracağından ve kendi çıkarlarına engel olacağını düşündüğünden bu akıma yeteri destek vermezler. Bu bakımdan, Siyonizm, gelişmiş kapitalizm yerine Yahudi küçük burjuvazisinin bir ürünü/unsurudur. Ayrıca Siyonizm, Filistin topraklarına göç konusunda Doğu Avrupa Yahudilerine büyük önem verir. Bu bölgeden gelen Yahudi emeğini boş topraklarda kolektif tarım yapmaya sevk eder. Siyonizm, bu bakımdan Filistin’e göç konusunda bütün Yahudileri değil, kendi ideolojisine yakın olanları Filistin’e göç ettirmeyi bir öncelik olarak görür.

Balfour Deklarasyonu

Birinci Dünya Savaşı’nda imparatorlukların yıkılması ve Osmanlı’nın Arap coğrafyasındaki egemenliğinin son bulmasıyla, bu bölgede nüfuzu kuvvetlenen iki devletten biri İngiltere’dir. Siyonistler de, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Orta Doğu’da güç dengelerinin el değiştirmeye başlamasıyla Filistin’de nihai bir devlet kurulması amacını gerçekleştirmek için İngiltere’ye yaklaşırlar.

Filistin bölgesi, tarihsel olarak birçok medeniyete ev sahipliği yapan ve büyük semavi dinler tarafından önem atfedilen bir yerdir. Demografik yapısında çoğunluk Müslüman Araplardan oluşur. İngiltere, 1917 yılında yayınladığı Balfour Deklarasyonuyla nüfusun ezici çoğunluğunun Araplardan oluştuğu bir toprakta Yahudi devletinin kurulması için en açık tavrını ortaya koyar. Deklarasyon İngiltere’nin Dış işleri bakanı olan Arthur James Balfour tarafından kaleme alınır. İngiliz Devleti, metinde geçen ifadelerle, ileride bir Yahudi devletinin kurulmasının ilk sinyalini verir: “Majestelerinin hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir ulusal yurt kurulmasına olumlu bakmaktadır (…)”[4] Deklarasyon, bir paragraftan oluşur. Devamında da bu ulusal yurdun kurulma gerekçesini orada yaşayan halkların haklarına saygı gösterilmesine bağlar. Barış içinde birlikte yaşamaya vurgu yapılır. Deklarasyonda muğlak ifadelerin göze çarpması, asla ve asla İngilizlerin acemiliği değildir. Aksine, dış politikalarını oluştururken, diğer devletlerin de tavrını ölçmek konusunda gösterdikleri siyasi bir kabiliyettir. O bölgede yaşayan halklar ifadesi son derece muğlak ve çarpıtıcıdır; zira orada yaşayan halkın büyük çoğunluğu Müslüman Araplardır. İkinci olarak da, metinde “devlet” kelimesini geçirmek yerine “yurt/vatan” kelimesi tercih edilmiştir. Bu bakımdan, erken dönemde “devlet” kelimesini kullanmanın hem Arap halklarında yaratacağı tedirginlik, hem de diğer devletlerin vereceği tepkilerden çekinilerek daha ucu açık bir ifadeye yer verilmiştir.

Uluslararası anlamda tanınan bu Deklarasyon, bir büyük devletin desteğini alarak Filistin topraklarında devlet kurmayı amaçlayan Siyonizm’in o dönem için somut değer taşıyan en büyük başarısıdır. Bu metin, Siyonizm tarafından açıkça ileride bir Yahudi Devleti’nin burada kurulmasının işareti olarak görülür. Balfour Deklarasyonu’nu en iyi özetleyen cümlelerden birini, kendisi de Yahudi olan yazar Arthur Koestler ifade eder: “Bir devletin başka birine üçüncü bir ulusun toprağını vermesi”[5]. Bu doğrultuda ele alındığında, Müslüman Arapların nüfusta çoğunluk olduğu Filistin toprakları, İngilizler tarafından Yahudi kimlikli bir devletin kurulması için adeta vaat edilir.

İngiliz Mandası Döneminde Filistin

Birinci Dünya Savaşı’nın İtilaf devletleri lehine sonuçlanmasıyla, Osmanlı’nın Orta Doğu coğrafyasındaki egemenliği biter. Kurulan yeni dünya düzeninde, bu bölgelerde İngiliz ve Fransız mandaları yer alır. Siyonizm, savaş sonrası kurulan bu yeni düzende, kendi politikalarını hayata geçirmek için İngiltere merkezli bir siyaset yürütür.

Filistin’de kurulan İngiliz mandası, Siyonizm’in Yahudi kimlikli bir devlet kurma sürecini hızlandırması ve Filistin topraklarına Yahudi göçünü artırması bakımından son derece işlevsel bir role sahiptir. İlk başta Siyonizm’in politikalarına uyumlu gözüken bir yapısı olsa da, mandater yönetim, Arapları dışlamaz. Bu bölgede yaşayan Yahudi ve Arap halklarına ortak haklar vermeye çalışsa da, Araplar bölgede demografik olarak üstün oldukları için, Yahudilerle uzlaşma siyaseti izlemez. Bu durumun doğal bir sonucu olarak da Yahudiler manda yönetiminde etkin olur. Bu bakımdan, İngiliz mandasındaki Filistin, Siyonizm’in nihai hedefini gerçekleştirmek için gerekli olan süreyi en emniyetli şekilde doldurmalarına ve manda yönetimi aracılığıyla toprak satın alma, bankacılık ve diğer devlet vasfı gösteren hizmetlerde örgütlenmelerini sağlar. Bu durum göz önüne alındığında, “1922 yılında Yahudi Ajansı kurularak, Yahudilerin İngiliz manda yönetimi ve hatta uluslararası arenada diğer devletler ile bir aktör olarak temas kurması sağlanmıştır.[6] Aynı zamanda İngiliz mandası Siyonizm’in Filistin topraklarına Yahudi göçünü organize etmesini ve arazi satın almasını sağlayarak hem nüfus, hem de toprak konusunda kazanımlar elde etmesinin de yolunu hazırlar. Bölgede Arap çoğunluğun baskın olması nedeniyle göç dalgası kısa süreli olmaz. Bu bakımdan, mandater yönetimin devamlılığı Siyonizm için önem taşır. Manda yönetimi, Siyonistlere kendilerini yönetmelerini sağlayacak her türlü kurumsallaşmanın önünü açar. Bu dönemde gerçekleştirilenler, gelecekte kurulacak olan İsrail’in bir bakıma altyapısını hazırlar. Bu dönemde kurulan Yahudi Bürosu, özellikle ekonomik ve sosyal faaliyetleri organize eder. Bu duruma ek olarak, Büro’nun başka görevleri de bulunur: “1. Filistin’e sürekli artan bir Yahudi göçünün gerçekleştirilmesi, 2. Kamu mülkiyeti şeklinde Filistin’de toprak alınması (…)”[7]

Manda yönetimi, bu topraklarda nüfus olarak çoğunluk olan ve tarihte daha önce devleti olan Filistin halkının kendi kendini yönetmesine izin vermez. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren Wilson İlkeleri’nin de aslında ihlalidir. İngiliz mandası, bu bakımdan o bölgede yaşayan halkın taleplerini görmezden gelir. Siyonist politikaların manda döneminde iyice kök salmasına olanak tanır. Yine de İngiliz mandasının her iki halk arasında bir uzlaşma kültürü yaratma çabaları da mevcuttur. Bu çabalar, Arap halkının isteksizliği karşısında tıkanır. Arap halkının Yahudi varlığını reddetmesi, İngiliz mandasında yer almamalarına neden olur. İngiliz mandası döneminde, Yahudi göçü, mülk edinme, toprak satın alma gibi faaliyetler icra edilirken yerel halk olan Filistinli Arapların yönetimde yer almaması Siyonizm’in daha serbest hareket etmesinin önünü açar. Bu dönemde İngilizlerin vergi politikası da Arap halkının topraksız kalmasında etkendir. Nakit para üzerinden vergi toplayan İngilizlere Arap halkının ekonomik gücü yetmez. Bu durumda Yahudilere toprak satma yoluna gidilir. Yahudiler ekonomik olarak güçlü oldukları ve Yahudi Ulusal Fonu ile bu bölgeye para aktarıldığı için, İngiliz vergi politikasından olumsuz etkilenmezler. Aksine, bu durum toprak satın almalarını kolaylaştırır.

Filistin Topraklarına Yahudi Göçü

Filistin topraklarına Yahudi göçü bu bölgede devlet kurmak isteyen Siyonizm’in en temel hedefidir. Yahudilerin göç etmesi, “Aliyah” olarak isimlendirilir. Toplamda 5 büyük dalga halinde gerçekleşen göçler, Osmanlı döneminin sonlarında başlar. İsrail’in kuruluş sürecine kadar da artarak devam eder. Siyonizm ise, özellikle manda yönetiminde kurmuş olduğu kurumlarla bu göçü organize etmekte göç edenlerin ekonomik faaliyetleri için bir fon ayırmaktadır. Bu göç, aynı zamanda Siyonizm’in ideolojik yönüyle de doğrudan bağlantılıdır. Doğu Avrupa Yahudilerinin daha çok göç ettirilmesi tesadüfi değildir. Yahudi emeğinin buraya gelmesi ve burada kolektif tarım yapması, Siyonizm için son derece kritiktir.

Yahudilerin Filistin topraklarına yoğun göçü aynı zamanda Yahudilerin bölgede siyasal, sosyal, ekonomik ve hatta askeri olarak örgütlenmelerinin de yolunu açar. Kibutzlarla kolektif tarım yapan Yahudiler, Haganah gibi örgütlerle de savaşçı bir kimlik yaratmaya çalışırlar. Bu döneme kadar savaşma kabiliyeti gösteremeyen bir halkın askeri olarak örgütlenmesi, sembolik olarak çok önemlidir. Kendi silahlı güçlerinin olması, milli şuuru da güçlendirir. Filistin topraklarına göç konusu, ilk olarak Rusya ve Doğu Avrupa’daki pogromlar ile başlar. Bu dönemdeki göçlerin çoğunluğu Batı’ya olurken, Siyonizm’in örgütlü bir mücadele olarak var olması ile göçler artık Filistin topraklarına yönlendirilmeye başlanır. Özellikle de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da gerçekleşen Yahudi Soykırımı (Holokost), büyük göç dalgaları oluşturur. Bu durum düşünüldüğünde, “(…) Nazilerin anti-semitik politikaları sebebiyle 5. Aliyah ile gelenlerin sayısı 170.000 aşıyordu.[8]

İngiliz manda yönetimi, bölgeye artan Yahudi göçünün Arap halkını tedirgin ettiğini görür. Bu tedirginliğin bölgede sıcak bir Arap-Yahudi çatışmasına dönüşmemesi için bu göç dalgasına kısıtlama getirir. Bu kısıtlama kararı, bölgeye olabildiğince göçü organize etmek isteyen Siyonizm tarafından kabul edilemez bulunur. İngiltere’nin bu tavrı, ileride Siyonizm’in İngiltere’den uzaklaşmasına ve Amerika’ya yakınlaşmasına da neden olacaktır. Manda yönetiminin karşı çıkmasına rağmen, Siyonizm, yasadışı göçleri organize etmeye devam etse de, Yahudiler bölgede nüfusta çoğunluğu oluşturamazlar. Bu duruma bakıldığında, “Bütün bu göçler sonucunda Filistin’deki Yahudi nüfusu 1940 yılı itibariyle 450.000’e ulaştı.”[9] Bu bakımdan, İsrail Devleti’nin kuruluşuna yakın bir süreçte de bölgede hem nüfus, hem de toprak mülkiyeti olarak Arap halkının üstünlüğü göze çarpar.

Arap Ayaklanmaları ve Anti-Semitizm

Anti-semitizm, kelime anlamı olarak Sami ırkından gelenlere karşı düşmanlığı içerir. Günümüzde daha çok Yahudi düşmanlığı veya Yahudi karşıtlığı olarak da adlandırılır. Yahudi karşıtlığının tarihi ilkçağlara ve Roma tarihine kadar gider. Aynı zamanda, Orta Çağ’da Hıristiyan Avrupa’da yaygın olan Yahudi karşıtlığı, 19 yüzyılda Doğu Avrupa ve Rusya’da Yahudilere yönelik pogromlarla artar. 20. yüzyılın başlarında ise, Nazilerin büyük soykırımıyla Yahudi düşmanlığı zirveyi görür. Birinci Dünya Savaş’ında İngilizlerin Araplara bağımsız bir Arap devleti sözünü tutmaması ve akabinde Siyonizm’in mandater yönetimde etkin olmasıyla, Arapların İngilizlerle arası açılır. Bunun yanı sıra, Filistin bölgesine artan Yahudi göçü ve buna paralel olarak gelişen toprak satın alımları, Arap halkında gerilime neden olur.

Arap ayaklanmalarının tarihi 1920’lere kadar uzansa da, Yahudilerin 1930’lara doğru artan göçü ve İngilizlerin bu konuda engelleyici bir tavır takınmaması, Arapları büyük çaplı bir ayaklanma sürecine götürür. Bu doğrultuda, “1936-39 arasında özellikle Yahudi göçlerinin hızlanması üzerine bütün Filistin’de genel grev ve ayaklanmalar yaşandı.”[10] Filistinli Arapların en temel talepleri, demografik olarak üstün oldukları bölgeye Yahudi göçünün durdurulması ve self-determinasyon hakkıyla bir Arap devletinin kurulmasıdır. Arap halkının talepleri ve Siyonizm’in bölgeye yönelik organize ettiği Yahudi göçü, şiddetli çatışmaların da zeminini hazırlar. Arap halkı 30’ların sonuna doğru mandater yönetime göçün durdurulması yönünde baskı uygulamaya çalışır. Arap halkının en büyük sorunu, kendi içlerinde birlik olamamaları ve sürekli çatışmalarıdır. Siyonizm örgütlü bir şekilde organize olurken, Araplarda dağınıklık ve iç çatışma gözlenir. Arap ayaklanmalarına Yahudiler Haganah ve İrgun gibi silahlı gruplarla karşılık verir. Bu silahlı çatışma ortamından en çok rahatsız olansa İngilizlerdir. İngilizler, iki halk arasında yaşanan bu sıcak çatışmaya yönelik çözümler üretmeye çalışır. Bu çözüm önerilerinden en önemlisi, Yahudi göçüne sınırlama getiren “beyaz belge”dir. Bu belge, tarihte “(…) Mac Donald Beyaz Kitabı” olarak da bilinen belgedir.[11]

Birleşmiş Milletler Taksim Planı ve İsrail Devleti’nin Kuruluşu (1947-1948)

İsrail Devleti’nin kuruluş sürecinde en önemli kırılma anlarından birisi, 1939 yılında yayımlanan Mac Donald Beyaz Belgesi’dir. Bu belgenin Yahudi göçüne sınırlama getirmesi, Siyonizm’in nihai hedeflerine aykırılık taşır. Bu belgeden sonra, Siyonizm, politikasında değişikliğe gitmeye başlar. İngiliz mandası ilk kurulduğu yıllarda Siyonizm’in bölgeye yönelik Yahudi göçünü kolaylaştırıcı bir işleve sahipken, artan Arap ayaklanmaları ve çatışmalar İngilizleri çözüm üretmeye zorlar. Bu dönemde Yahudi silahlı grupların mandater yönetimi de hedef almaya başlaması, Siyonizm ile İngiliz mandasının artık aynı çizgide yürüyemeyeceğinin en açık kanıtıdır.

İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte Batı adına en güçlü devlet artık ABD olmaya başlar. Siyonizm, zaten kuruluş aşamasından beri Filistin’de devlet kurma amacını bir büyük devletin desteğini alarak gerçekleştirme hedefindedir. Bu devlet, İngiltere yerine artık ABD olur. Siyonizm, Amerikan siyasetini etkilemek için aktif bir politika yürütür. Siyonizm’in İngiliz mandasıyla ters düşmesi ve yörüngesini ABD’ye yakınlaştırması artık devletleşme sürecinin yaklaştığına işarettir. Yahudi silahlı güçlerin mandater yönetimi çalışamaz ve işlevsiz hale getirmek için düzenlediği terör saldırıları, İngilizlerin sorunu Birleşmiş Milletler’e taşımasına zemin hazırlar. Bu dönem, devletleşme sürecinde terör saldırılarının ve yasa dışı göçün artarak devam ettiği yıllar olur. Sorunun Birleşmiş Milletler’de gündeme alınması, Siyonizm’in sorunu uluslararası hale getirmek ve büyük devlet desteğiyle çözümlenmesini sağlamak stratejisiyle tam uyumludur. Sorunun çözümüne yönelik görüşmelerde Filistin’i iki halk arasında bölen ve Kudüs’e de özel bir statü vermeyi amaçlayan çoğunluk planı ile, bölgede federal yapıda bir Filistin’in kurulmasını isteyen azınlık planı ön plana çıkar.

Bu taksim planına Araplar muhalefet ederler; zira çoğunlukta oldukları bir bölgenin paylaştırılmasını egemenlik haklarının ihlali ve self-determinasyona aykırılık olarak görürler. Siyonizm de, taksim planından yüzde yüz memnun olmasa da bu aşamada bölgede bir Yahudi kimlikli devletin kurulmasını başarı olarak görürler. Uzlaşmacı bir çizgiden yanadırlar. Burada özellikle ABD’nin taksim planını desteklemesi ve Yahudi devletinin kurulmasına yönelik bir siyaset izlemesi, İsrail’in kuruluşu için önem arz eder. Tüm bu gelişmeler ışığında, “25 Kasım 1947 tarihinde Birleşmiş Milletler nezdinde kurulan ad hoc (geçici) komite Çoğunluk Planı’nı kabul etti.”[12] Bu taksim planı, Arap halklarının tüm çabalarına rağmen kabul edilir. Siyonizm ise, Kudüs gibi kutsal bir yeri alamasa da, uzun uğraşlar ve örgütlü mücadeleden sonra bağımsız bir devlet kurma hedefine ulaşır. Çoğunluk planın kabulünden sonra, İngilizler manda yönetimini sonlandırıp bölgeyi terk eder. Bu gelişmeden sonra, “14 Mayıs günü mandanın sona ermesinden birkaç saat önce Tel Aviv’de toplanan Yahudi Ulusal Konseyi İsrail Devleti’nin kurulduğunu açıkladı.”[13] İsrail, bağımsızlık ilanını sadece Batı dünyasına duyurur. Bu durumun en temel sebeplerinden biri, Arap halkının bundan haberdar olup kendilerine saldırmasından duyduğu çekincedir.

Filistinli Mülteciler Sorununun Tarihsel Gelişimi

Bu çalışmada ilk olarak İsrail Devleti’nin kuruluş sürecini tanımlandıktan sonra çalışmanın en önemli sorunsalı olarak Filistinli mülteciler başlığına odaklanılır. Bu bakımdan, İsrail Devleti’nin kuruluşuyla birlikte 1948 yılında gerçekleşen ilk Arap-İsrail Savaşı, Filistinli mülteciler sorununu başlangıcı olarak kabul edilir. Tarihsel gelişim olarak diğer Arap-İsrail Savaşlarıyla artarak büyüyen bu sorun günümüzün de çözülemeyen en temel konularından biridir. Filistinli mülteciler sorunu bu çalışmada savaşlarla birlikte ayrıntılı olarak ele alınır. Buna ek olarak, Birleşmiş Milletler’in günümüze kadar Arap-İsrail uyuşmazlığında çözülemeyen bir konu olarak Filistinli mülteciler için aldıkları kararlara ve yaptıkları faaliyetlere odaklanılır.

1948 Savaşı

İsrail’in 1948 yılında bağımsızlığını ilan etmesinin ardından bu devleti tanımayan 5 Arap ülkesi İsrail’e karşı savaş açar. Mısır, Ürdün, Irak, Suriye ve Lübnan devletleri, İsrail’e karşı verilen ilk savaşta yer alan Arap devletleridir. Buna ek olarak, “Suudi Arabistan ise savaşa para ve silahla iştirak etmiştir.”[14] Bu durum göz önüne alındığında, Arap ülkelerinin İsrail Devleti’ne karşı ittifak içerisinde olduğu ortadadır. Arap devletlerinin tamamının oluşturduğu askeri birlik, İsrail kuvvetlerinden daha az sayıda olduğu gibi aynı zamanda orduları eğitimsiz ve düzensiz birliklerden oluşur. Arap ülkeleri, savaş sırasında kendi içlerinde bir iletişim problemi de yaşarlar. Savaş sırasında İsrail’e karşı en caydırıcı güç olarak Ürdün devletinin askeri varlığı gösterilir. İsrail ise, savaş öncesinde verilen eğitimlerin faydasını savaş esnasında fazlasıyla görür. Aynı zamanda İsrail Devleti’nin kurulmasından önce varlık gösteren Haganah ve İrgun gibi örgütlerin oynadığı rol de yadsınamaz.

Savaş sırasında birlik olamayan Arap devletlerinin savaşa bakışlarında farklı çıkar ilişkileri de söz konusudur. Özellikle Ürdün’ün siyasi amaçları diğer Arap devletlerinden ayrılır. Bu durum, savaş sonrası gelişmelere de doğrudan yansır. İsrail düzenli kuvvetleri ve stratejisiyle savaşın hem askeri, hem de siyasi olarak mutlak galibi konumundadır. Bu savaş, İsrail için aynı zamanda bağımsızlık savaşıdır. Arap devletleri için ise savaş tam bir hayal kırıklığı ve gerçek bir hezimet anlamına gelir. İsrail’in mutlak zaferiyle sonuçlanan 1948 Arap-İsrail Savaşı, aynı zamanda Filistinli mülteciler sorununun da başlangıcı olarak kabul edilir. Savaş sonrası birçok Filistinli başka Arap devletlerine göç etmek zorunda kalır. Kendi topraklarında önce mülksüz kalan Filistinli Araplar, şimdi de savaşın bir sonucu olarak yurtlarını terk ederek mülteci statüsüne düşerler. Bu durum düşünüldüğünde, “1948-1949 Arap İsrail Savaşı, günümüze kadar devam edecek olan bir ‘mülteciler’ veya ‘Filistin mültecileri’ meselesini ortaya çıkarmıştır.”[15]

Savaş sonucunda İsrail topraklarını genişleterek Birleşmiş Milletler’in taksim planına uymaz. Taksim planına göre, uluslararası bir statüsü olan Kudüs’ün savaş sonrası İsrail ve Ürdün arasında paylaşılması aynı zamanda uluslararası hukukun bir ihlalidir. Ürdün, savaş sırasında diğer Arap devletlerinin çekincelerini haksız çıkarmayarak savaş sonrası Filistin topraklarının belli bir kısmını ilhak eder. Bütün bu gelişmeler ışığında, “Bu savaşın sonunda 150.000 Filistinli Arap, İsrail Devleti içinde yaşamaya devam ederken yaklaşık 700.000 Filistinli ise mülteci durumuna geldi.”[16] İsrail Devleti’nin şiddet kullanarak göçe zorlaması ve savaş alanlarının yarattığı yıkım sonucunda binlerce Filistinli yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalır. Filistinlilerin kendi yurtlarını terk edip mülteci olmaları konusunda İsrail ile Arap devletleri farklı sayısal veriler kullansa da, nüfusun yoğun bir kısmının mülteci durumuna düşmüş olması gerçeğin ta kendisidir.

İsrail’in bağımsızlık savaşı diye isimlendirdiği 1948 Savaşı, Filistinliler için felaket ya da yıkım anlamına gelen Nakba ile adlandırılır. Savaşın sonunda, uluslararası toplum Birleşmiş Milletler çerçevesinde Filistinli mülteciler sorununa çözüm bulmak için toplanır. Bu toplantılarda sorunun insani mi, yoksa siyasi bir mesele olarak mı ele alınacağı konusunda farklı görüşler olur. Özellikle Batı, sorunu insani çerçevede ele alır. Filistinli mültecilere daha çok maddi destekte bulunmak ve en temel insani ihtiyaçlarını karşılamak için fon ayırırken, Arap devletleri sorunun siyasi olduğunu ve çözümünde Filistinlilerin kendi ana yurtlarına dönmesiyle hallolabileceğini belirtir.

Birleşmiş Milletler’de Filistinli mültecilerin sorunlarına çözüm bulmak adına bir dizi kararlar alma yoluna gider. Bu duruma bakılarak, “Mülteciler için yapılan uluslararası girişimler ilk başta uzun vadeli bir siyasal çözüm bulmaya yönelikti.”[17] Bu doğrultuda çabaları sürdüren kişi İsveçli Kont Folk Bernadotte, radikal terör örgütleri tarafından suikasta uğrayarak hayatını kaybeder. Birleşmiş Milletler’in Filistinli mülteciler için aldığı en önemli karar, evinden ve yurdundan olan insanların geri dönmesine olanak tanımasıdır. Filistinli mültecilerin istedikleri takdirde evlerine dönmesine fırsat tanıyan karar aynı zamanda dönmek istemeyen Filistinlilerin uğradıkları maddi zararların bir şekilde karşılanmasını da kapsar. Bu gelişmeler ışığında “(…) Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Komisyonu Filistinli mültecilere yardım etmeye çalışmaktadır.”[18] Bu komisyon, daha sonra UNRWA adını alarak dünya genelinde Filistinli mültecilerin kamplarda barınmasından sağlık hizmetlerine kadar en temel insani gereksinimlerini karşılayacak ve Birleşmiş Milletler’e üye devletlerden Filistinli mültecilere yardım için para toplayacak çok fonksiyonlu bir yapıya dönüşür.

İsrail, Birleşmiş Milletler kararına rağmen Filistinli mültecilerin geri dönüşüne izin vermeyerek uluslararası hukuka aykırı davranır. İsrail’in mülteciler konusuna bakışı, daha çok Arap devletleriyle imzalanacak bir barış antlaşmasıyla çözüme kavuşturulması yönündedir. İsrail, kendi sınırlarının tanınması ve güvenliğinin sağlanması sonrasında bir çözüme yanaşırken, Arap devletleri Filistinlilerin bir an önce kendi yurtlarına dönmelerinin sağlanmasında ısrarcıdır. Bu bakımdan, “mülteciler krizi ile ilgili ilk uluslararası belge 11 Aralık 1948’de kabul edilen ve Filistin Birleşmiş Milletler Gözlemcisi Raporu başlığını taşıyan 194 sayılı BM kararının 11. parağrafı olmuştur.”[19] İsrail, Birleşmiş Milletler’in aldığı ve Filistinli mültecilere geri dönüş olanağı tanıyan 194 sayılı karara uymaz.

Savaş sonrası gelişmeler göz önüne alındığında, İsrail Devleti, Yahudi göçünü de hızlandırır. Dünyanın farklı coğrafyalarından Yahudilerin Filistin’e olan göçü artarken, buna paralel olarak Filistinli mültecilerin sayısı da milyonlarla ifade edilecek boyutlara ulaşır. 1948 yılında İsrail’in kuruluşu Filistinlilerin self-determinasyon hakkının ihlali olurken, akabinde gelişen Arap-İsrail Savaşı kendi yurtlarında ezici bir demografik üstünlüğü bulunan Filistinlilerin göç etmesine ve mülteci durumuna düşmesine neden olur. İsrail’in yayılmacı siyaseti, Ürdün gibi Arap devletlerinin kendi siyasi menfaatlerini ön plana çıkarması, İsrail’in uluslararası hukukun gerektirdiği kararları uygulamaması, uluslararası toplumun konuya duyarsızlığı ve Birleşmiş Milletler’in soruna çözüm üretememesi, Filistinlilerin 1948 Savaşı ile başlayan mülteci statülerinin en önemli parametrelerini oluşturur.

1956 Süveyş Krizi

1948 Savaşı bir barış anlaşmasıyla sonuçlanmaz; zira böyle bir anlaşmanın varlığı Arap devletlerinin İsrail’i tanıması anlamına gelir. Stratejilerini İsrail’i tanımama hatta varlığına son verme olarak belirleyen Arap devletleri için, böyle bir anlaşma kabul edilebilir olmaktan uzaktır. Aynı zamanda 1948 Savaşı’nın Arap devletlerince bir hezimetle sonuçlanması, bu devletlerin kendi iç siyasi dinamiklerinde de bir hareketlenmenin yaşanmasına zemin hazırlar. Suriye’de askeri darbeler görülürken, en önemli değişiklik ise Mısır’da yaşanır.

Mısır’da Osmanlıdan bu yana Kavalalı Hanedanlığı bir şekilde varlığını sürdürür. 1948 Savaşı’nın yarattığı yıkım, Arap halklarında İsrail’e karşı olan intikam hissini ve milliyetçiliği körükleyen en önemli etmendir. Böyle bir ortamda, zamanında Kavalalı’nın bizzat açtığı okullardan yetişen yeni Arap elit askeri bir darbe ile Mısır’daki monarşinin yıkılmasını sağlar. Bu darbeden sonra iktidara gelen ve uzun yıllar Arap coğrafyasında popüler olacak olan Arap milliyetçiliğinin sembol ismi Nasır’dır. Mısır’da rejim değişikliğine yol açan bu gelişme sonrası, Nasır, Mısır toprakları içerisinde bulunan Süveyş Kanalı’nı millileştirdiğini açıklar. Hukuken kendi sınırları içerisinde olduğu için tasarruf hakkı olsa da, Süveyş bölgesinde hisseleri olan İngiltere ve Fransa için bu durum kabul edilemez bulunur.

Bu dönem, aynı zamanda dünyada ve bölgede Soğuk Savaş’ın derinden hissedildiği yıllardır. 1948 Savaşı’ndan sonra bölgedeki çatışma ortamının yeniden başlamasına engel olmak maksadıyla uygulanmak istenen silah ambargosunun başarısız olması ve hem İsrail’in, hem de Arap devletlerinin silahlanması yeni bir savaşın çıkmasını hazırlar. Bu duruma ek olarak, 1948 Savaşı’nda ortaya çıkan Filistinli mültecilerin çözülemeyen sorunları da Arap devletleri ile İsrail arasında 1950’li yılların gergin geçmesinin nedenidir. Bu bakımdan, “1949’da yaklaşık 750.000 olduğu ifade edilen mülteciler, 1950’li yılların sonuna gelindiğinde 1.000.000’u geçmiştir.”[20]

İngiltere ve Fransa’nın kanalın millileştirilmesine tepkisi, İsrail ile anlaşarak Mısır’a savaş açmalarına yol açar. Dünyanın iki kutuplu olduğu bir dönemde Batılı devletlerin açıkça İsrail’in yanında yer alıp Mısır’a savaş açması, dönemin doğu bloku lideri olan Sovyetler Birliği’nin yoğun tepkisine neden olur. ABD’nin bölgede Sovyetlerin etkin olmasına fırsat verecek gelişmelerin yaşanmasına engel olmak istemesi nedeniyle, İngiltere ve Fransa bölgeden uzaklaşır. Bu savaştan sonra Batı anlamına bölgede söz sahibi olan devlet eski sömürgeci İngiltere yerine ABD olur. 1956 Süveyş krizi sonuçları bakımından anlamlıdır. “Bu savaşta Mısır askeri açıdan yenilgiye uğrasa da, ABD ile SSCB’nin müdahalesiyle siyasi bir zafer elde etmiştir.”[21] Bu durum, Arap coğrafyasında Nasır’ın inanılmaz derecede popülerliğini arttırır. İsrail Devleti savaşı kazanacak güçte olmasına rağmen, ABD’nin müdahalesiyle Nasır’ın imajının yükselmesine seyirci kalır. Savaşın bir sonucu olarak, Süveyş Kanalı uluslararası ticaret gemilerine açık olmaya devam eder. Bu savaşın yaşandığı 1950’li yıllar, aynı zamanda İsrail’in Filistinli Arapların köylerini boşalttığı, göçe zorladığı ve şiddet ile baskılamaya çalıştığı yıllardır. Bu savaş, Nasır’ın Filistin meselesinde ön plana çıktığı ve Filistinlileri İsrail’e karşı eğittiği yıllardır. Popülist bir söylem geliştiren Nasır, belli bir zaman diliminde Filistin davasında Arap dünyasının lideri konumunda gözükür.

1967 Altı Gün Savaşı

Süveyş Krizi’nden popülerliğini artırarak çıkan Nasır, aynı zamanda Arap milliyetçiliğinin de sembol ismi olarak Arap devletlerinin birliği düşüncesini savunur. Orta Doğu’da 1960’lı yıllar, hem Soğuk Savaş’ın hissedildiği, hem de Baas rejimlerinin yaygınlaştığı yıllardır. Bu doğrultuda “(…) 1 Şubat 1958’de, Suriye ve Mısır, Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleştiler.”[22]Arap devletlerinde meydana gelen bu birleşme, İsrail açısından yeni bir tehlikenin de işareti olarak kabul görür. Bu durumun yanı sıra, 1967 Savaşı’nı hazırlayan ana etmenler; daha önceki iki savaşta tarafların barış anlaşması imzalamaması, Filistinli mültecilerin çözülemeyen sorunları ve bölgede önemli bir unsur olan su kaynaklarıdır. Bu duruma ek olarak, Nasır’ın İsrail’i yok etmeye yönelik söylemleriyle devletler arasındaki sınır çatışmaları da savaşın çıkmasında rol oynar.

1967 Savaşı, İsrail Devleti tarafından başlatılır. Bunda İsrail’in Arap devletleri tarafından kendisine yönelik kurulan ittifaka karşı önleyici bir strateji geliştirmesinin payı da yüksektir. Arap devletlerinin İsrail karşısında askeri açıdan güçlü olduğunu söylemek zordur. Bu durum göz önüne alındığında “İsrail karşısında askeri bir zafer kazanacak güç, ancak Arapların birleşmesiyle mümkün olabilirdi.”[23] Mısır ve Suriye’nin birleşmesi ile oluşturulan askeri gücün yeterli olmadığı, savaşın altı gün gibi çok kısa bir zamanda Arap devletlerinin hezimetiyle sonuçlanmasıyla ortaya çıkar. Bu, aynı zamanda Orta Doğu’da İsrail’in askeri açıdan ne kadar güçlü bir devlet olduğunun da kanıtıdır.

Altı Gün Savaşı, Orta Doğu’da dengeleri tamamen değiştiren bir kırılma anıdır. Arap coğrafyasında askeri açıdan en güçlü devlet olan Mısır’ın yenilmesi, Nasır’ın imajını yerle yeksan eder. Bu durumun doğal bir sonucu da, Nasır’ın başını çektiği Arap milliyetçiliğinin zayıflamasıdır. Savaşın Arap devletleri bakımından ikinci bir kırılma anı ise, 1948 yılında başlayan Arap-İsrail Savaşlarında İsrail’in varlığını reddetme ve onu yok etme üzerine kurulan stratejinin artık kaybedilen toprakları geri kazanmak üzerine kurulmasına yol açar. Bu bakımdan, Altı Gün Savaşı İsrail’in topraklarını genişlettiği bir savaştır. Bu duruma bakıldığında “(…) İsrail, savaş sonunda Ürdün’ün elindeki Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü, Suriye’ye ait Golan Tepelerini ve Mısır’a ait olan Gazze bölgesi ve Sina yarımadasını işgal etmişti.”[24] Bu bakımdan, savaşın Arap devletleri için tam bir yenilgi olduğu açıktır. İsrail, topraklarını genişleterek aynı zamanda kuruluşuna vesile olan taksim kararını da hiçe sayar. İsrail, taksim planına göre Filistin Devleti’nin kurulması gereken bölgeyi ve diğer Arap devletlerinin topraklarını işgal ederek uluslararası hukuku da ihlal eden bir yaklaşım sergiler. Bu bakımdan, Altı Gün Savaşı Arap devletleri ve Filistinliler için acı sonuçlar doğurur.

1948 yılında İsrail’in kurulması ve akabinde başlayan savaş sonrası mülteci durumuna düşen ve Arap-İsrail savaşlarından doğrudan etkilenen Filistinli mültecilerin sayısı 1967 savaşıyla birlikte artık milyonlarla ifade edilir hale gelir. İsrail’in Batı Şeria ve Gazze bölgelerini uluslararası hukuka aykırı bir şekilde işgal etmesi nedeniyle birçok Filistinli mülteci ana yurtlarını terk etmek zorunda kalır Bu savaşın Filistinliler için önemli bir sonucu da Arap devletlerinin Filistinli mültecileri düşünmediği ve kendi çıkarlarını ön plana aldığının açık bir şekilde anlaşılmasıdır. İsrail’in savaş sonrası işgalci tutumu ve topraklarını genişletmesi kendi içlerinde de Filistinlilerin sayısının artmasına neden olur. Bu durumun doğal bir sonucu olarak “Kazanılan topraklar, İsrail sınırları içindeki 3000.000 Araba 1 milyon daha katmaktaydı.”[25] Bu, sadece İsrail için geçerli bir durum değildir. 1948 savaşıyla birlikte Filistinli mültecileri kabul etmeye başlayan Arap ülkeleri için de durum aynıdır. Her savaş sonrasında Arap devletlerindeki Filistinli mülteci sayısı hızla artar.

1967 Savaşı, aynı zamanda Filistinlilerin Arap devletlerinden umudunu kesmesine ve kendi içlerinde milliyetçi örgütlenmelere gitmesine zemin hazırlar. Birçok Arap devletinde mülteci kamplarında zor şartlar altında yaşayan Filistinlilerin en önemli özelliği, kendi kimlik duygularını kaybetmemeleri ve ana yurtlarına geri dönme umutlarını kaybetmemeleridir. Bu bakımdan, 1960’lı yıllar, Filistinli mültecilerin kendi kimliklerini kaybetmeden örgütlendiği yıllardır. 1967 Savaşı, Filistinli mültecilerin sayısını arttırdığı gibi, İsrail’in şiddet politikalarıyla mülteci kamplarını hedef almasının da yolunu açar. Bu durum düşünüldüğünde, İsrail “(…) Han Yunus’ta ev ev silah ve Fedayin ararken en az 275 Filistinliyi, Refah mülteci kampında ise 111 Filistinliyi acımasızca öldürmüştür.”[26] Mülteci kamplarına yönelik bu saldırganlık, sadece İsrail ile sınırlı kalmaz. 1948 Savaşı ile birlikte en çok mülteciyi içinde barındıran Ürdün’de Filistinlilerin varlığı tehlike olarak görülür. Ürdün gibi yapay oluşumlu bir devlette sayıları milyonlarla ifade edilen eğitimli ve donanımlı Filistinli mültecilerin varlığı, aynı zamanda siyasi, iktisadi ve sosyal talepleri de beraberinde getirir. Filistinli mültecilerin Ürdün’deki varlığı ve örgütlenmeleri, Ürdün’ün hem siyasi yapısı konusunda bu ülkeyi endişelendirir, hem de Ürdün’ün güvenlik konusunda İsrail ile karşı karşıya gelmesine neden olur.

Savaşın sona erdirilmesine yönelik çabalar Birleşmiş Milletler nezdinde görülür. Bu bakımdan Birleşmiş Milletler 1948 Savaşı’ndan sonra olduğu gibi yine karar alma sürecine girer. Bu duruma bakıldığında, “(…) 22 Kasım 1967’de, BM Güvenlik Konseyi Orta Doğu’da barışçı bir çözümü hedefleyen ilkeleri esas alan 242 (1967) sayılı önemli kararını alacaktır.”[27] Bu karar, hem Filistinli mültecilerin durumu, hem de Arap-İsrail Savaşlarını konu alan önemli bir uluslararası karardır. Birleşmiş Milletler’in 242 sayılı kararı İsrail’e yöneliktir. Filistinli mültecilerin varlığını ve Arap devletlerinin işgal edilen topraklarını da kapsayan bir karardır. Bu bakımdan karar “(…) İsrail’e işgal ettiği topraklardan derhal çekilme ve tüm bölge ülkelerine barış içinde yaşama çağrısı yaptı.”[28] Bu bakımdan, İsrail’in taksim planına göre, Filistin’e bırakılan Batı Şeria ve Gazze bölgeleriyle Arap devletlerinden aldığı Sina Yarımadası ile Suriye’nin Golan tepelerinden çıkmasını öngörür. 242 sayılı karar, savaşlar sonucu toprak elde etmenin kabul edilebilir bir durum olmadığına vurgu yapar. Bu bakımdan, 242 sayılı karar İsrail’in Altı Gün Savaşı ile kazandığı topraklarda uluslararası hukukun kaidelerine göre işgalci güç olduğunu gösterir.

İsrail’in Batı Şeria ve Gazze bölgelerini işgal etmesi, Filistinli mültecilerin de sayısını arttırır. 1948 yılında Filistinli mültecilerin evlerine geri dönmesini esas alan 194 sayılı kararın İsrail tarafından uygulanmamasından dolayı 242 sayılı kararda da Filistinli mültecilere yönelik atıf vardır. Bu duruma bakıldığında, “Karar ‘mülteci sorununun adil çözümü’ ihtiyacını da belirtmekteydi.’’[29] İsrail, Birleşmiş Milletler’in aldığı bu karara rağmen işgal ettiği topraklarda kalıcı olmayı sürdürür. Özellikle Batı Şeria ve Gazze bölgesinde yaşayan Filistinli mültecileri göçe zorlarken, yerlerine Yahudi yerleşimcileri alarak demografik yapıyı da değiştirmeye çalışır. İsrail, hem 194, hem de 242 sayılı kararla uymayarak işgalci güç olarak Filistinli mültecilerin kendi ana vatanlarına dönmelerine olanak tanımaz. Bu durum uzun süren mağduriyetlere, Filistinli mültecilerin başka ülkelerdeki kamplarda zor şartlar altında yaşamalarına ve en nihayetinde bir barış ortamının oluşmasına izin vermemesi nedeniyle çözümsüzlük atmosferini uzatmaktadır.

İsrail’in 1967 Savaşı sonrası alınan uluslararası nitelikteki kararları tanımaması, Filistinlilerin kendi topraklarından soyutlanmasına, zorunlu göçüne, mülksüz kalmasına ve mülteci durumuna düşerek zor durumlarda yaşamasına neden olur. Arap ülkelerinde mülteci kamplarında yaşamak zorunda kalan Filistinliler, gittikleri ülkenin demografik yapısında değişikliğe neden olması ve o ülkelerdeki siyasi baskılara maruz kalması nedeniyle dünyanın çözülemeyen en büyük sorunlarından biridir. Altı Gün Savaşı’nın sonunda işgal ettiği topraklardan çekilmeyen İsrail, bu savaş sonunda kendi nüfus yapısında da bir Filistinli gerçeğiyle karşı karşıya kalır. Her ne kadar sayıları milyonlarla ifade edilen Filistinli başka Arap ülkelerine göç edip mülteci durumuna düşse de, İsrail içerisinde de azımsanamayacak oranda Filistinli nüfusun kalması Yahudi kimliği baskın bir devlet yaratmak isteyen Siyonist politikalara aykırıdır. Bu bakımdan, Filistinli mültecilerin topraklarına geri dönmemesine izin vermemek İsrail’in hem ideolojik bir yaklaşımıdır, hem de güvenlikçi bakış açısının bir tezahürüdür. Filistinli mülteciler ise, gittikleri ülkelerde vatandaşlık hakkı dahil olmak üzere birçok haktan mahrum kalarak devletsiz ve yurtsuz bir yaşam mücadelesi verir.

Altı Gün Savaşı, Filistinli mültecilerin sayısını artıran en önemli savaştır. Bu bakımdan, “Bu savaş sonunda mültecilerin sayısı 1,5 milyona ulaşmıştır.”[30] Rakamların bu denli artmasının en büyük sebebi, Batı Şeria ve Gazze bölgelerinin İsrail tarafından işgal edilmesidir. Mültecilerin geri dönme hakkını tanımayan İsrail, sorunun çözümsüz kalmasında birinci derecede sorumludur. 1948 yılında başlayan Filistinli mülteciler sorunu 1967 Savaşı’yla doruk noktasına ulaşır. Birçok Filistinli mülteci zor şartlar altında kamplarda Birleşmiş Milletler’in desteğiyle hayata tutunmaya çalışır. İsrail Devleti’nin işgal ettiği bölgelerde uyguladığı politikalar sonucu, Filistinlilerin yaşadığı birçok köy ve kasaba boşaltılır. Kendi ana vatanlarından göçe zorlanan Filistinlilerin yaşam alanlarının yeni Yahudi göçleriyle doldurulması uluslararası hukuka da aykırıdır. Bu duruma bakıldığında, “Filistin toprak ve gayrimenkullerinin İsrail ekonomisine dahil edilmesi, İsrail’in Filistinlilerin geri dönmesini düşünmelerini imkansız kıldı.”[31] Bu bakımdan, Altı Gün Savaşı, sonuçları bakımından Filistinli mülteciler için sorunun daha da çözümsüzlüğe sürüklendiği ve ana yurtlarına dönüşün imkansız olduğu bir tabloyu ortaya çıkarır.

1973 Yom Kippur Savaşı

Altı Gün Savaşı, sonuçları bakımından Arap ülkeleri için ağır bir yenilgidir. Bu savaşla birlikte Arap ülkeleri için artık nihai hedef İsrail’i yok etmek yerine, kaybedilen toprakları geri almaktır. Bu durum, hem İsrail’in askeri gücünün Arap devletleri tarafından kabul edildiğinin, hem de yeni bir Arap-İsrail Savaşı’nın çıkacağının kanıtı olur. Altı Gün Savaşı sadece Filistinli mültecilerin dramını arttırmaz, aynı zamanda Arap ülkeleri içinde en büyük askeri güç olan Mısır’ın da Sina bölgesini almak için yeniden hazırlıklar yapmasına neden olur. Bu duruma paralel olarak, Golan Tepelerini kaybeden Suriye de İsrail’e karşı bilenir.

1970’lere gelindiğinde, İsrail için durum daha olumludur. Önceki üç savaştan da askeri anlamda muzaffer çıkmanın yüksek moralini taşırlar. Yine de, İsrail’de her üç savaştan da ekonomik olarak yıpranarak çıkar. Aynı zamanda 1970’ler, Orta Doğu’da hala Soğuk Savaş’ın hissedildiği ama iki büyük gücün kendi aralarında nükleer silahları müzakere etmesi nedeniyle bölgeye olan ilginin de zayıfladığı yıllardır. Arap ülkelerinde durum çok daha karmaşıktır. Mısır, özellikle 1967 Savaşı’ndan sonra iktidar değişimi yaşar. Aynı durum Suriye için de geçerlidir; zira bu iktidar değişiklikleri bu iki devletin İsrail ile yeni bir savaşa girmesinde rol oynar. Bu doğrultuda “Mısır’da Enver Sedat, Suriye’de ise Hafız Esad iktidara geldi.”[32] Bu gelişmelerin yanı sıra, Filistinli mültecilerin varlığı Ürdün’de siyasi bir bunalıma neden olur.

Kuruluşundan itibaren en çok Filistinli mülteciyi içinde barındıran ülke Ürdün’dür. Ürdün, aynı zamanda 1948 Savaşı’ndan da kazançlı çıkan ve taksim planına göre Filistin Devleti’nin kurulması planlanan bölgeyi ilhak eden bir devlet hüviyetindedir. Bu ülkeye olan göçün 1967 savaşında artması ve buradaki mülteciler içinden bağımsızlık isteyen milliyetçi örgütlenmelerin ortaya çıkması, Ürdün monarşisini tehlikeye sokar. Bu bakımdan, ülkedeki Ürdün monarşisini devirmek isteyen Filistinliler, bu çabalarında başarısız olur. Tarihe “Kara Eylül” olarak geçen olaylarda “(…) Ürdün askerleri, Amman içindeki ve dışındaki Filistinli mülteci kamplarını bombaladılar ve komando gruplarını ülke içinde insafsızca kovaladılar.”[33] Bu durumun gösterdiği en açık kanıt, Filistinli mültecilerin kendi yurtlarına geri dönüş imkanının İsrail tarafından reddedilmesi ve kamplarda yaşadıkları Arap ülkelerinde ikinci sınıf vatandaş olarak her türlü siyasal, sosyal ve ekonomik haktan mahrum bırakılarak zor şartlarda yaşadıkları gerçeğidir. 1970’ler, bu bakımdan Filistinli mültecilerin Ürdün’den uzaklaşmasına neden olur. Filistinli mültecilerin varlığı sadece Ürdün için değil, gittikleri diğer Arap ülkelerinde de sorun olur. Bu duruma bakıldığında, 1973 Savaşı’nın öncesinde Filistinliler artık Arap ülkelerinden kendilerini soyutlayarak bağımsızlıklarını ve ülkelerine geri dönüş çabalarını kendi olanaklarıyla gerçekleştirmeye çalışır.

Tüm bu gelişmeler göz önüne alındığında, Mısır ve Suriye İsrail’in kendi topraklarını işgal etmesine yönelik bir cevap arayışındadır. Bundan önceki savaşlarda, İsrail, Arap devletlerinin kendisine karşı saldırı planı içerisinde olduğunu anlayıp ilk saldırıyı gerçekleştiren bir güvenlik anlayışına sahiptir. 1973 Savaşı, bu bakımdan bariz bir farklılık taşır. İlk ateş bu sefer İsrail tarafından değil, Arap devletlerinden gelir. Savaşın Yahudiler için kutsal bir günde gelmesi, İsrail’i ilk başta gafil avlar. Aynı zamanda Müslüman halkının da Ramazan’ı yaşaması nedeniyle saldırı her anlamıyla şaşırtıcı bir tarihtedir. Bu bakımdan, “(…) 1973 Savaşı Yom Kippur ya da Ramazan Savaşı olarak adlandırılmaktadır.”[34] Savaş, Arap devletlerinin ani taarruzuyla başlar. Kısa zamanda Mısır ve Suriye, İsrail’in 1967 Savaşı’yla işgal ettiği topraklarında kazanımlar elde etmeye başlasalar da, üzerindeki şoku atlatan İsrail, savaşın ilerleyen zamanlarında bariz bir üstünlük kurar. Yine de 1973 Savaşı diğer savaşlara oranla İsrail’in askeri açıdan daha fazla kayıp verdiği ve yıprandığı bir savaştır. Bu bakımdan, savaş katılan devletleri yıpratan bir savaştır. Bu savaşın diğer bir farklı yanı ise, Arap ülkelerinin elinde bulundurduğu zengin petrol kaynaklarını Batılı ülkelere özellikle de İsrail’e destek olanlara karşı stratejik bir silah gibi kullanmasıdır.

Bu savaşın sonunda da taraflar arasında ateşkesin sağlanması ve savaşın sonlandırılması için Birleşmiş Milletler’de çalışmalar yapılır. Bunun yanı sıra, dönemin ABD Dış İşleri Bakanı olan Henry Kissinger, savaşa katılan taraflar arasında bir barış anlaşmasının hayata geçmesi için yoğun bir diplomatik çaba gösterir. “Bu gelişmeler, Dış İşleri Bakanı’nın mekik diplomasisiyle simgelenmiştir.”[35] Kissinger tarafından yürütülen diplomatik çabaların en büyük amaçlarından biri, İsrail ile savaşa katılan Arap devletleri arasında bir barış anlaşması imzalanmasını sağlamaktır. Yapılması arzulanan anlaşmanın Orta Doğu için en önemli getirisi, sürekli birbirini izleyen Arap-İsrail savaşlarının durdurulması ve İsrail’in Arap ülkeleri tarafından hukuken tanınmasını sağlamaktır. Yürütülen müzakereler de bu başlıklar üzerine inşa edilir. Bu savaştan önce, Arap devletleriyle İsrail arasında barış anlaşması İsrail’i tanıma korkusuyla imzalanmaz. İsrail de, özellikle işgal ettiği topraklar göz önüne alındığında, barış anlaşmasını ancak kendisinin tanınması ve güvenliğinin sağlanması şartıyla kabul edecek bir yaklaşım sergiler. Bu bakımdan, İsrail, işgal ettiği topraklardan bir barış olmadan çekilme niyetinde değildir. Bu da, Birleşmiş Milletler kararının hiçe sayıldığının en açık kanıtıdır.

Bu gelişmeler ışığında, “(…) 17 Eylül 1978 tarihinde Camp David Anlaşmaları imzalandı.”[36] Bu anlaşmanın Orta Doğu için en önemli sonucu, uzun süren savaşlardan sonra tarafların bir barış anlaşmasına yanaşmasıdır. Ayrıca Mısır, Orta Doğu’da Arap ülkeleri arasında en güçlü devlet olması nedeniyle İsrail için artık bir tehdit olmaktan çıkar. Mısır’ın İsrail’i tanımasının bir diğer yansıması da, Arap ülkeleri arasında zayıflayan birliğin iyice dağılmasıdır. Mısır, bu süreçten sonra Arap ülkeleri tarafından sevilmeyecek bir konuma düşer.

Bu savaş Filistinli mülteciler açısından değerlendirildiğinde, bundan öncekiler gibi yine mültecilerin sayısının artmasına neden olur. Ayrıca İsrail’in barış anlaşmasıyla işgal ettiği Sina topraklarından geri çekilmesi, Batı Şeria ve Gazze için durumu değiştirmez. İsrail, fiili olarak buradaki işgalci statüsünü sürdürür. Bu durumun doğal bir sonucu olarak, mülteciler geri dönüş şansı bulamaz. Bu durum, mültecilerin en temel insani haklardan bile mahrum kalarak mülteci kamplarında yaşamasına süreklilik kazandırır. İsrail, 1973 Savaşı’ndan sonra da işgal ettiği bölgelerde Filistinlileri şiddet ve baskı politikasıyla göç ettirme ve yerine yeni Yahudi yerleşimlerine hız verme siyasetini izler.

Mısır ve İsrail arasında imzalanan bu barış anlaşması Filistinli mültecilerin sorununda bir değişikliğe yol açmaz. Filistin’de kalıcı bir barış umudunun yeşermesi için gerekli olan mültecilerin ana yurtlarına dönmesi konusu muğlaklığını korur. Filistinli mülteciler taksim planında kendilerine bırakılan ve nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu alanda self-determinasyon hakkına sahipken, bu bölgeler savaşlar sonucunda İsrail’in işgaline ve Filistinlilerin göçüne tanıklık ederek uzun vadede barışı olanaksız kılar. Bu bakımdan, dünyanın çözülemeyen en büyük insani trajedilerinden biri olan Filistinli mülteciler sorunu meydana gelen dört büyük Arap-İsrail Savaşı’nda da çözülememiş ve daha da artarak bugünlere kadar ulaşmış uluslararası ölçekte büyük bir meseledir. Bu sorun, bugün de sadece Birleşmiş Milletler’e bırakılan ve insani yönleriyle ele alınan bir sorun olarak Filistin-İsrail barış görüşmelerinde çözülemeyen bir konu olarak varlığını sürdürür.

Birleşmiş Milletler Çerçevesinde Filistinli Mülteciler Sorunu (UNRWA)

Dünyanın en büyük insani trajedilerinden biri, Filistinli mülteciler sorunudur. Genel bir tanımlama yapılacak olursa, “mülteci” kavramı, savaş, çatışma ve afet gibi farklı nedenlerle yaşadıkları ülkeyi terk etmek zorunda kalan insanlar için kullanılır. Dünyanın farklı coğrafyalarında farklı sebeplerle yerinden yurdundan ayrılıp mülteci olan insanların varlığı, yıllardır Birleşmiş Milletler’i onların sorunlarıyla ilgilenmeye mecbur bırakmıştır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı gibi büyük levazım savaşlarından sonra da, dünyada savaşlar ve çatışmalar devam etmiştir. Bu bakımdan, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra Orta Doğu’da İsrail’in kurulması, Arap-İsrail Savaşlarına zemin hazırlamıştır. Bu gelişmeler göz önüne alındığında, “(…) 30 yıl içinde dört Arap-İsrail Savaşı gerçekleşmiş ve bu savaşlar sonunda milyonlarca insan yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalmıştır.”[37] Bu bakımdan, 1948 Savaşı’yla başlayan Filistinli mülteciler sorunu, savaşlarla günümüze kadar gelir. Günümüzde de çözülemeyen bir konu olarak, Filistinli mültecilerin sorunu, daha çok Birleşmiş Milletler’e bırakılmıştır. 1948 Savaşı’ndan sonra kurulan UNRWA, bu bakımdan Filistinli mültecilerin en temel yaşamsal gereksinimlerini karşılamaya çalışan bir örgüt konumundadır.

Birleşmiş Milletler, Filistinli mülteciler sorunuyla ilgili savaşlardan sonra bir dizi önemli kararlar alır. Uluslararası nitelikteki bu kararlarda Filistinlilerin ana yurtlarına geri dönme hakkı tanınır. Bu kararlar, İsrail tarafından hayata geçirilmediği için Filistinli mültecilerin sorununa çözüm üretemez. Bu bakımdan, Birleşmiş Milletler, dünyanın en büyük sorunlarından birinde aldığı kararları İsrail’e uygulatmakta ve uluslararası toplumun bu drama karşı daha fazla duyarlılık göstermesinde yeteri kadar rol oynayamaz. Birleşmiş Milletler, her ne kadar Filistinlilerin ana yurtlarına dönmesine olanak tanıyan kararlara imza atsa da, uygulamadaki başarısızlıktan dolayı Filistinli mültecilerin sorunu UNRWA düzeyinde daha çok insani ve sosyal boyutlarıyla ele alınır. Dünyanın büyük devletleri de, soruna UNRWA vasıtasıyla maddi anlamda destek olarak katkıda bulunma yolunu seçer. Buna rağmen, Filistinli mültecilerin yaşadıkları kamp şartları zor koşullardadır. Gıda, sağlık, eğitim, barınma gibi temel gereksinimlerin karşılanmasında, Birleşmiş Milletler’in maddi gücü yeterli düzeyde değildir. Bu bakımdan, 1966 yılında UNRWA Başkanlığı görevini yürüten kişinin beyanı önem taşır: “Biz bu insanlara ancak asgari yardım yapabiliyoruz.”[38] Bu doğrultuda ele alındığında, sayıları her savaştan sonra artan ve milyonlarla ifade edilen Filistinli mülteciler, insanlık onurunu hiçe sayar koşullarda yaşamak zorunda kalmışlardır.

Filistinli mülteciler, Arap ülkelerindeki kamplarda siyasi, sosyal ve iktisadi haklarından mahrum bırakılarak yaşam mücadelesi vermişlerdir. Ürdün dışında vatandaşlık hakkına sahip olamayan Filistinliler, yaşadıkları ülkelerde de ayrımcılığa maruz kalmışlardır. En temel insani haklardan biri olan seyahat özgürlüğü konusunda bile, yaşadıkları ülkenin yöneticileri tarafından denetlenme mecburiyetinde kalırlar. Bu duruma ek olarak, mülteci kamplarının zor şartları da Filistinli mültecilerin yaşam koşullarını güçleştirir. Filistinli mültecilere yapılan yardımların yeterli düzeyde olmaması, beslenme, eğitim ve sağlık koşullarını da zorlaştıran en önemli etkendir. Bu duruma bakılarak, “BM, sağlık alanında kişi başına yılda dört doların altında, eğitim alanında ise kişi başına yılda on iki doların altında bir bütçe ayırabiliyordu.”[39] Rakamlardan da anlaşılacağı üzere, Filistinli mültecilerin yaşam standartları asgari düzeyin bile altındadır. Bu duruma, mülteci kamplarının barınma koşullarındaki yetersizlikler de eklenebilir. Zorlu iklim şartlarına dayanıksız olan kamplarda kalan Filistinli mülteciler, bunun yanı sıra bir de gittikleri Arap ülkelerindeki siyasi yönetimler tarafından dışlayıcı politikalara maruz kalırlar. Bu, en üst yönetici kademesinden alttakine kadar Filistinlilere yönelik bir nefret söylemini de beraberinde getirir.

Mülteci kampları, maddi yetersizlikler ve Arap devletlerinin baskısının yanı sıra, bir de mülteci konumuna düşmelerine neden olan İsrail’in güvenlikçi politikalarıyla sınanırlar. İsrail, işgal ettiği topraklardaki halkı mülteci konumuna düşürdüğü gibi, bu kamplardaki insanları baskı ve şiddet politikalarıyla rahatsız etmeye devam eder. Bunda Filistinli mülteciler içerisinde filizlenen bağımsızlık temelli örgütlenmelerin payı yadsınamaz. Buna ek olarak, “Mülteci kampları ise mücadelenin silahlı boyutu ile ilişkilendirilerek baskı altında tutulması esas alınmıştır.”[40] Birleşmiş Milletler’in Filistinli mültecilere yönelik bakışının onların insani ihtiyaçlarını karşılama, ekonomik durumlarını iyileştirme ve gittikleri ülkelere entegrasyon sağlamasına yönelik hizmetleri sorununun asıl boyutunu gözlerden kaçırır. Filistinli mülteciler sorunu, insani boyutları saklı kalmak kaydıyla siyasi bir sorun olma özelliği taşır.

Bu sorun, maddi destek vererek ya da kamp koşullarını iyileştirerek çözüme kavuşturulamayacak boyuttadır. Sorunun çözümü, Birleşmiş Milletler’in taksim planına uyulması, İsrail’in 1967 savaşıyla hukuksuz bir şekilde işgal ettiği topraklardan çekilmesi ve mültecilerin geri dönüşüne izin vermesiyle çözüme kavuşabilir. Filistinliler, tarihte devlet vasfı gösteren bir halk olarak Birleşmiş Milletler tarafından da tanınmalıdır. Bunun yanı sıra, 194 ve 242 sayılı kararlar da Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkını sorunun çözümünde kilit faktör olarak göstermektedir. Bu bakımdan, Filistinli mültecilerin sorunu, kendilerine taksim planında verilen sınırlar içerisinde egemen bir devlet kurmayı gerektiren self-determinasyon hakkının sağlanmasına bağlıdır.

Sonuç

Bu çalışmada ilk olarak İsrail Devleti’nin kuruluş sürecinde mihenk taşı olan Siyonizm’in özellikleri tanımlanmıştır. Siyonizm’in Yahudi halkına ulusal bir yurt kurmayı amaçlayan dünyevi yönüne vurgu yapılmıştır. Akabinde, İsrail Devleti’nin kuruluşunda önem taşıyan Balfour Deklarasyonu’na değinilmiştir. Bu belgenin Siyonizm tarafından ileride bir devlet kurulacağının ilk işareti olarak algılandığına atıf yapılmıştır. Bir sonraki bölümde, İngiliz mandasındaki Filistin’e odaklanılmış ve mandater yönetimde Siyonist politikaların nasıl geliştiği ve hız kazandığı vurgulanmıştır. Buna ek olarak, mandater yönetim sırasında Filistin’e artan Yahudi göçü ele alınmıştır. Bunun doğal bir yansıması olarak gelişen Arap halkının tepkisine de değinilmiştir. Tüm bunlar açıklandıktan sonra, İsrail Devleti’nin resmi kuruluş süreci ele alınarak, taksim planının detaylarına girilmiş ve kuruluş süreci açıklanmıştır. Çalışmanın ikinci ve en temel bölümünde, savaşlarla birlikte artan Filistinli mülteciler sorunu ele alınmıştır. Bu sorunun tarihsel gelişimi ayrıntılı olarak aktarılmıştır. Bu doğrultuda, ilk olarak 1948 Savaşı’na odaklanılmıştır. İsrail için bağımsızlık ilanı olarak anlam atfedilen savaşın, aynı zamanda Filistinli mülteciler sorununun doğuşu olduğu ve Filistinliler için felaket anlamına gelen Nakba ile isimlendirildiği vurgulanmıştır. Bir sonraki aşamada, Süveyş Krizi’ne değinilmiş ve Filistinli mülteciler için kırılma anı yaratan 1967 Altı Gün Savaşı tüm yönleriyle incelenmiştir. Bu savaş sonrası Filistinli mültecilerin sayılarının milyonlara ulaştığı ve İsrail’in uluslararası hukuka göre işgalci güç olarak Filistin topraklarında bulunduğunun altı çizilmiştir. Son olarak da, 1973 Yom Kippur Savaşı’na değinilmiş ve Filistinli mültecilerin sorunları Birleşmiş Milletler kararları çerçevesinde analiz edilmiştir. Bu doğrultuda, Birleşmiş Milletler’in Filistinli mülteciler için aldığı kararların hayata geçirilemediği vurgulanmıştır. Bu durumun bir sonucu olarak da, Birleşmiş Milletler’in soruna insani perspektiften bakan bir yardım kuruluşundan öteye gidemediği ve sorunun siyasi boyutlarını gözden kaçırdığına atıf yapılmıştır. Dünyanın çözülemeyen en büyük konularından biri olarak, Filistinli mülteciler sorununda çözümün İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesine bağlı olarak Filistinli mültecilerin ana yurtlarına dönmesi ve self-determinasyon hakkı olduğuna vurgu yapılmıştır.

İsmail Uğur AKSOY

  KAYNAKÇA

  • W. L., Modern Ortadoğu Tarihi, Çev. Mehmet Harmancı, İstanbul, Agora Kitaplığı, 2015.
  • ARMAOĞLU. F., Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları (1948-1988), Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1991.
  • Geçmişten Günümüze Ortadoğu Siyaset, Savaş ve Diplomasi, Bursa, MKM Yayıncılık, 2012.
  • Modern Filistin Tarihi, Çev. Nuri Plümer, Ankara, Phoenix Yayınları, 2007.
  • SÜER, Berna ve ATMACA, Ayşe Ömür; Arap-İsrail Uyuşmazlığı, Ankara, ODTÜ Yayıncılık, 2007.
  • Siyonizm, Çev. Işık Ergüden, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları, 2007.
  • Yahudi Devleti, Çev. Sedat Demir, İstanbul, Ataç Yayınları, 2014.
  • A.R., İsrail’in Doğuşu, Çev. Mesut Karaşahan, İstanbul, Pınar Yayınları, 1992.
  • Filistin-İsrail Barış Süreci ve Türkiye, İstanbul, Bağlam Yayıncılık, 1997.
  • TURKİ. F., Bir Mültecinin Anıları Filistin Sürgünü, Çev. Selahattin Erkanlı ve Nurettin Elhüseyni, İstanbul, Metis Yayınları, 1986.
  • İsrail Güvenlik Politikasında Süreklilik ve Değişim (1948-2008), İstanbul, Açılım Kitap, 2012.
  • YAŞAR, Fatma Tunç, ÖZCAN, Sevinç Alkan ve KOR, Zahide Tuba; Siyonizm Düşünden İşgal Gerçeğine Filistin, İstanbul, İHH Yayınları, 2010.
  • KIZILOĞLU. S., “İsrail Devleti’nin Kuruluşuna Kadar Geçen Süreçte Yahudiler ve Siyonizm’in Gelişimi”, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 2, Sayı: 1, 2012.
  • ATAÖV. T., “Filistin Sorununun Ardındaki Gerçek İsrail’in Kuruluşuna Kadar, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 25, Sayı: 3, 1970.
  • “Filistin’de Kalıcı Barış Mümkün mü?’”, Akademik Ortadoğu, Cilt 2, Sayı: 1, 2007.
  • TÜRKOĞLU. O., “Mülteciler ve Ulusal Uluslararası Güvenlik”, Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 15, Sayı: 2, 2011.
  • ÇEVİK, Uğur; “Ortadoğu Bağlamında Türkiye İsrail Güvenlik İlişkileri”Yüksek Lisans Tezi, Edirne, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2010.
  • GÖKÇINAR, Demet; “Arap-İsrail Uyuşmazlığında Filistin Sorunu”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, Atılım Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2009.

[1] Ilan Greilsammer, Siyonizm, Çev. Işık Ergüden, (Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 2007), sayfa 47.

[2] Alan R. Taylor, İsrail’in Doğuşu, Çev. Mesut Karaşahan, (İstanbul: Pınar Yayınları, 1992), sayfa 27.

[3] Theodor Herzl, Yahudi Devleti, Çev. Sedat Demir, (İstanbul: Ataç Yayınları, 2014), sayfa 118.

[4] Sedat Kızıloğlu, “İsrail Devleti’nin Kuruluşuna Kadar Geçen Süreçte Yahudiler ve Siyonizm’in Gelişimi“, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 2, Sayı: 1, 2012, sayfa 49.

[5] Türkkaya Ataöv, “Filistin Sorununun Ardındaki Gerçek: İsrail’in Kuruluşuna Kadar”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 25, Sayı: 3, 1970, sayfa 44.

[6] S. Kızıloğlu, op.cit., sayfa 53.

[7] A. Taylor, op.cit., sayfa 69.

[8] Berna Süer ve Ayşe Ömür Atmaca, Arap- İsrail Uyuşmazlığı, (Ankara: ODTÜ Yayıncılık, 2007), sayfa 25.

[9] a.g.e., sayfa 25.

[10]  Tayyar Arı, Geçmişten Günümüze Orta Doğu Siyaset, Savaş ve Diplomasi, (Bursa: MKM Yayıncılık, 2012), sayfa 260.

[11] a.g.e., sayfa 264.

[12] Süer ve Atmaca, op.cit., sayfa 31.

[13] T. Arı., op.cit., sayfa 278.

[14] Uğur Çevik,  “Ortadoğu Bağlamında Türkiye İsrail Güvenlik İlişkiler”, Yüksek Lisans Tezi, Edirne, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2010, sayfa 16.

[15] Fahir Armaoğlu, Filistin Meselesi ve Arap İsrail Savaşları (1948-1988), (Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1991), sayfa 105.

[16] Süer ve Atmaca, op.cit., sayfa 81.

[17] Fawaz Turki, Bir Mültecinin Anıları Filistin Sürgünü, Çev. Selahattin Erkanlı ve Nurettin El Hüseyni, (İstanbul: Metis Yayınları, 1986), sayfa 40.

[18] Süer ve Atmaca, op.cit., sayfa 82.

[19] Demet Gökçınar,  “Arap-İsrail Uyuşmazlığında Filistin Sorunu”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, Atılım Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2009, sayfa 78.

[20] T. Arı, op.cit., sayfa 284.

[21] Fatma Tunç Yaşar, Sevinç Alkan Özcan ve Zahide Tuba Kor, Siyonizm Düşünden İşgal Gerçeğine Filistin, (İstanbul: İHH Yayınları No: 5, 2010), sayfa 58.

[22] F. Armaoğlu, op.cit., sayfa 206.

[23] William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi, Çev. Mehmet Harmancı, (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2015), sayfa 375.

[24] T. Arı, op.cit., sayfa 296.

[25] F. Armaoğlu, op.cit., sayfa 257.

[26] T. Arı, op.cit., sayfa 295.

[27] Bülent Aras, Filistin-İsrail Barış Süreci ve Türkiye, (İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 1997), sayfa 25-26.

[28] Süer ve Atmaca, op.cit., sayfa 44.

[29] W.L. Cleveland, op.cit.,sayfa 380.

[30] Tayyar Arı, Filistin’de Kalıcı Barış Mümkün mü?”, Akademik Ortadoğu, Cilt 2, Sayı: 1, 2007, sayfa 18.

[31] W.L. Cleveland, op.cit., sayfa 395.

[32] Süer ve Atmaca, op.cit., sayfa 46.

[33] W.L. Cleveland, op.cit., sayfa 401.

[34] Süer ve Atmaca, op.cit., sayfa 47.

[35] W.L. Cleveland, op.cit., sayfa 419.

[36] Süer ve Atmaca, op.cit., sayfa 53.

[37] Oğuzhan Türkoğlu, “Mülteciler ve Ulusal Uluslararası Güvenlik”, Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 15, Sayı: 2, 2011, sayfa 105.

[38] Ilan Pappe, Modern Filistin Tarihi Çev. Nuri Plümer, (Ankara: Phoenix Yayınları, 2007), sayfa 265.

[39] a.g.e., sayfa 265.

[40] Zafer Balpınar, İsrail Güvenlik Politikasında Süreklilik ve Değişim (1948-2008), (İstanbul: Açılım Kitap, 2012), sayfa 243.

One Comment »

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.