SURİYE REJİMİ İLE NORMALLEŞMENİN AYAK SESLERİ Mİ?

upa-admin 15 Ekim 2022 1.481 Okunma 0
SURİYE REJİMİ İLE NORMALLEŞMENİN AYAK SESLERİ Mİ?

Giriş

Arap Baharı ayaklanmalarının Ortadoğu coğrafyasına bıraktığı miras; yaygın istikrarsızlık, çökmüş devlet yapıları ve yükselişe geçen devlet-dışı aktörler ile etnik, dini/mezhepsel motivasyona sahip terör örgütlerinin bölgesel düzeyde yoğunlaşması olmuştur. 2011 yılından bu yana devam etmekte olan ve Nusayri Esad rejimini hedef alan protestolarla fitili ateşlenen Suriye iç savaşı, bölgedeki halk hareketlerinin ortaya çıkardığı en karmaşık bölgesel (ve aynı zamanda küresel) bir kriz olarak belirirken, özellikle Suriye ile sınır komşusu olan bölge ülkeleri bahse konu iç savaşın ürettiği birçok güvenlik problemiyle karşılaşmıştır. Suriye’nin en uzun sınırı paylaştığı (877 km) komşusu olması hasebiyle sınırlarının hemen ötesinde yaşanan iç savaş ve krize duyarsız kalamayan Türkiye, krizden ötürü insani kaygılarla izlediği “açık kapı politikası” neticesinde yaklaşık 3,6 milyon Suriyeliyi ülke topraklarına kabul etmiştir. Tam da bu noktada, bölgesinde önemli bir aktör olan Türkiye, hem iç/ulusal, hem de uluslararası siyasette çeşitli sınamalara maruz kalmış, aktarılacak fonlar karşılığında daha fazla Suriyeliye ülkesini açmak için başta Avrupa Birliği (AB) ülkeleri olmak üzere Batılı aktörlerin siyasi ve diplomatik baskısını üzerinde hissetmiştir.

Sığınmacıların sayısının artması çadır-kentlerden şehir hayatına transfer olmalarını doğurmuş, ancak bunun neticesinde de toplumsal entegrasyonlarının nasıl sağlanacağı önemli bir soru işareti olarak belirmiştir. Sığınmacıların bir kısmının Türk vatandaşlığına geçirilmesi ile iş hayatına aktif katılım, eğitim, sağlık, ekonomi ve adalet sektöründe kendileriyle ilgili ortaya çıkan sorunların üstesinden gelinmeye çalışılmış, ancak bu kez de muhalefet partileri tarafından sığınmacıların sürekli gündemde tutulup istismar edilmesiyle toplumda sığınmacılara karşı algısal düzeyde negatif imajlar oluşmaya başlamıştır. Vergi, ekonomi, askerlik vb. konularda sığınmacılar hakkında oluşan önyargı, bu konuda giderek artan bir kutuplaşma tehlikesini ortaya çıkarmış, Ankara ve diğer illerde yaşanan şiddet olayları neticesinde bizzat İçişleri Bakanlığınca çeşitli tedbirler alınarak büyükşehirlerde bazı mahalleler sığınmacıların yerleşimine kapatılmıştır. Özellikle iç siyasetle alakalı olarak, yaklaşmakta olan seçim sürecinin de etkisi düşünüldüğünde, ülkedeki muhalif partiler Suriyeli sığınmacıları önemli bir politika malzemesi olarak kullanmayı yeğlemiş ve bu konuyu bir seçim propagandasına dönüştürmüştür. Hâl böyle iken, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı ve Bahar Kalkanı askeri operasyonlarının ardından ulusal güvenlik gerekçeleri ile Suriye’ye yeni bir harekâtın başlatılması gündeme gelmiştir. Devam etmekte olan Rusya-Ukrayna Savaşı bağlamında aktif bir diplomasi gündemi izleyen Türkiye’deki dış politika-yapıcılar, Suriye’deki durum ve güç dengesinde önemli oranda etkinliği olan Rusya ile gerçekleştirilen temaslar çerçevesinde Suriye ile ilgili önemli mesajlar vermişlerdir.

Ankara’nın “Suriye Politikası” değişiyor mu?

Hatta bunun öncesinde, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, yaptığı bir açıklamada “Suriye’de kalıcı barış için rejimle muhalifler arasında uzlaşı sağlanması gerektiğini” belirtip, 2021’in Ekim ayında Suriye Dışişleri Bakanı Faysal Mikdad ile ayaküstü bir görüşme yaptığına değinmiştir. Bütün bu gelişmeler, “Ankara’nın Şam rejimine bakışı değişiyor mu?” sorusunu gündeme getirmiş ve öteden beri devam eden Suriye’deki Esad rejimi ile ilişkileri normalleştirme ve kesilen diplomatik ve siyasi irtibatı tekrar kurma tartışmalarını alevlendirmiştir. Aslında bu tartışmaların beslendiği en önemli kaynak; Türkiye’nin İsrail ile başlayıp, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan ile devam eden ve Türkiye’nin özellikle Ortadoğu’da sorunlu ilişkilere sahip olduğu bölge ülkeleriyle ilişkilerini normalleştirme eğilimidir. Ancak sözü edilen bölge ülkeleriyle olan normalleşme trendine bakıldığında, bunların mevcut durumdan çok daha önce cereyan eden istihbarat, güvenlik ve dış ilişkiler birimlerinin temaslarına, uzun ve detaylı görüşmelerine, istişarelerine dayanan kapsamlı bir arka planı olduğu görülmekte ve her bir sürecin temkinli bir biçimde ilerlediği teşhis edilmektedir. Suriye rejimi ile muhtemel bir normalleşme ise, Türkiye’nin diğer bölge ülkeleriyle yürüttüğü normalleşme deneyimlerinden konu ve kapsam olarak oldukça farklı, karmaşık ve istisnaî bir kimliğe sahiptir.

Nitekim hatırlayacak olursak; yukarıda bahsedilen Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun açıklaması akabinde başta Azez olmak üzere Türk askerinin denetiminde olan güvenli bölgelerde Türkiye karşıtı gösteriler yapılmış, hatta Türk bayrağı yakılmıştır. Türkiye’nin bu olaylar karşısındaki tutumu sert olmuş, sorumlular yakalanarak haklarında işlem başlatılmış ve iktidar çevrelerinden aynı yönde mesajlar gelmeye devam etmiştir. Suriye politikasını Astana sürecini önceleyen ve PKK/YPG, IŞİD gibi terör örgütleriyle ulusal güvenlik ve sınır güvenliği bağlamında mücadele temel prensibi üzerine bina eden Ankara’nın Şam rejimine yönelik tutum ve politikasına dair diğer bir gelişme ise Soçi’deki Erdoğan-Putin görüşmesi sırasında gözlenmiştir. Soçi’deki görüşmenin ana gündem maddesi Suriye olmuş ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin Suriye politikasına yönelik en önemli etmen olan terör örgütleriyle (özellikle YPG) mücadele konusunda Rusya Devlet Başkanı Putin’in kendisine; “Mümkün olduğunca bunları rejimle birlikte çözme yolunu tercih ederseniz çok daha isabetli olur” şeklinde bir ifade kullandığını belirtmiştir. Yine Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ukrayna dönüşü yapmış olduğu açıklamada, “Bizim Esad’ı yenmek, yenmemek gibi bir derdimiz yok. Suriye ile daha ileri seviyede adımları temin etmek istiyoruz” şeklinde konuşarak bu konudaki tartışmalara yeni bir boyut kazandırmıştır.

Söylem düzeyindeki gelişmeler bunlar olurken, pratikte ise Ankara-Şam normalleşmesi tartışmalarının yörüngesini belirleyen gelişmeler cereyan etmiştir. Reuters haber ajansı resmi yetkililerin açıklamalarına dayandırdığı haberinde, Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT) Başkanı Hakan Fidan’ın Suriye İstihbarat Başkanı Ali Memlük ile görüştüğünü, görüşmede Türkiye ve Suriye Dışişleri Bakanlarının nasıl bir araya gelebileceklerinin ele alındığını yazmıştır. Haberin detaylarında ise Rusya’nın Ukrayna Savaşı nedeni ile güç kaydırmak zorunda kaldığı Suriye’de “siyasi çözüm” hedefini gerçekleştirmek ve bunun için de Suriye ile Türkiye’yi aynı masaya oturtarak sorunlarının çözümünü sağlamak amacında olduğu belirtilmiştir. Ancak ne var ki bu kadar basit ifade edilebilen bu durum; gerçekleşmesi bünyesindeki “mülteciler”, “Suriye’nin kuzeyindeki terör örgütleri”, “muhalifler” gibi birçok dinamiğe bağlı bulunan, mahiyeti itibariyle girift, siyasi ve diplomatik olarak ise ancak dosyalar üzerinden ilerleyebilecek ve dosyalar/sorunlar çözüldükçe somutlaşacak bir normalleşme sürecidir.

Şam’ın Ankara ile normalleşmesini sağlayacak sahadaki ve masadaki en önemli aktör oalrak gösterilen Rusya’nın Ukrayna Savaşı ile Suriye’deki pozisyonu ise tartışmaya açık hale gelmiştir; çünkü Ukrayna işgaline bağlı olarak özellikle Suriye’nin doğusunda etkili olan Rus özel askeri şirketi Wagner unsurlarının Ukrayna Savaşı’na katılmalarıyla ortaya çıkan güç boşluğu Türkiye, İsrail, İran gibi bölgesel aktörlerce doldurulmaya çalışılmıştır. Dikkat edilirse, Rus angajmanındaki azalmaya bağlı olarak İsrail’in Suriye’deki İran destekli milislere yönelik hava saldırılarında artış yaşanmış, Türkiye ise Suriye politikasının temel bileşenlerinden olan YPG terör örgütü ile mücadele çerçevesinde şartların uygun hale geldiğini değerlendirerek yeni bir sınır-ötesi harekatın sinyallerini vermiştir.

“Normalleşme mi?” yoksa “Temkinli Yakınlaşma mı?”

Aslına bakılacak olursa; Türkiye’nin artık hedefinden çıkardığı Esad rejiminin devrilmesi ihtimali, ABD’nin Ortadoğu coğrafyasında azalan angajmanı, patlak veren Ukrayna Savaşı, birçok Batılı aktörün (Kanada, Fransa, Çekya vb.) ve Ortadoğu’daki diğer siyasal sistemlerin (Suudi Arabistan, Ürdün vb.) Esad rejimi ile ilişkilerini normalleştirmeye başlaması gibi kısaca “konjktürel sebepler” olarak niteleyebileceğimiz küresel ve bölgesel siyasetteki gelişmeler Türkiye’yi Suriye politikasında yeni inisiyatifler almaya zorlamıştır. Bugün itibariyle mezkûr sebeplerden dolayı bu duruma tam anlamıyla bir “normalleşme” diyemeyeceğimiz gibi sürecin “normalleşmeye yöneldiği” tespitini yapabilmek için de sahadaki değişimlerin ne yönde olacağını kestirmek zor ve maharet gerektiriyor. Her ne kadar Suriye hava sahasında ve Wagner unsurlarıyla belirli bölgelerde etkin bir aktör olan Rusya, Ukrayna’nın işgaline bağlı olarak söz konusu coğrafyadaki taktik kapasitesi tartışmaya açılsa da, Türkiye-Suriye ilişkilerinin normalleşme seyrine yöne verecek en önemli aktördür. Keza Cumhurbaşkanı Erdoğan da “Şu anda Suriye’de attığımız her adımda bir defa biz güvenlik güçlerimiz, istihbaratımız, Millî Savunma Bakanlığımız olarak Rusya’yla irtibat halindeyiz. Arkadaşlarımız sürekli onlarla görüşme halindeler. Ben de Sayın Putin’le görüşmeler yapmak suretiyle bu süreci ‘sağlama bağlayalım’ diyoruz.” diyerek bu noktada Rusya’nın kilit rolüne vurgu yapmıştır.

Şam rejimi ile Türkiye’nin olası bir görüşmesi bizzat Moskova’nın belirleyeceği bir yol haritası üzerinden ilerleyebilir. Tabii burada Astana Süreci’nin de önemli bir unsuru ve üyesi olan İran’ın tavrı da önem kazanmaktadır. Her ne kadar İran’ın rejim ile Ankara normalleşmesine gelinen aşamada sıcak bakmadığı söylenebilse de, Rusya’nın İran’ı ikna etme ve bu konudaki politikasını yumuşatma yetisine sahip olduğunu belirtebiliriz. Çünkü mevcut Ukrayna Savaşı’nda İran’ın Rusya’ya verdiği destek ve yüzlerce İHA/SİHA’yı Rusya’ya göndermesi, Rus subaylarının İran’da eğitim alması, Rusya’nın nükleer müzakerelerdeki rolü vb. düşünüldüğünde, Suriye’deki Rus-İran ittifakının bu iş birliğinden etkilenmemesi olanaksızdır. Ayrıca yine Suriye hava sahasında etkin bir aktörken, bunu Ukrayna Savaşı ile İsrail’e kaptıran Rusya, bahse konu savaş nedeniyle ilişkilerinin gerildiği İsrail’in Suriye’deki -özellikle İran destekli milis ve gruplara yönelik-operasyonlarına eskisi kadar sessiz kalmamakta; bu da Suriye’deki vekâlet savaşlarında İran’ı rahatlatmış görünmektedir. İran’ın Şam-Ankara normalleşmesine dönük veto kartını aşmada bütün bunlar etkili unsurlar olmaktadır.

Suriye’yi Bölgesel ve Küresel Siyasetteki Gelişmeler Ekseninde Okumak

Gösterilerin başladığı 2011 yılında Suriye’nin üyeliğini askıya alan Arap Birliği’nin bölgedeki normalleşme hareketlerinin de etkisiyle Suriye’yi tekrar Birliğe dahil etmesi ihtimali gündeme gelmiştir. BAE, Bahreyn ve Suudi Arabistan Esad rejimi ile yeniden iletişim kurmaya çalışırken Cezayir gibi Kuzey Afrika ülkelerinden de Suriye’nin yeniden Arap Birliği’ne dönüşüne destek açıklaması gelmiştir. Şam rejimi ile bölge ülkelerinin normalleşme sürecine ivme kazandıran en önemli faktör, ABD’nin Trump yönetimi ile başlayan ve daha sonra Biden ile devam eden bölgeye yönelik angajmanındaki azalma ve başat güç rolünün erozyona uğraması olmuştur. ABD’nin 2003-Irak işgalinden bu yana bölgedeki askeri varlığıyla doğru orantılı olan ve bölge ülkelerine sunduğu güvenlik şemsiyesi ortadan kaybolurken stratejik olarak bölgede daha az görünür hale gelen ABD, mevcut konumunu Rusya, Çin gibi küresel aktörlere kaptırmıştır. ABD, Ortadoğu genelinde PKK/YPG ile çalışmak gibi maliyet açısından daha düşük gördüğü yöntemlerle askeri varlığını devam ettirmeyi tercih etmiştir. Bu durum, yukarıda adı geçen daha büyük/majör aktörlerin yanı sıra Türkiye gibi diğer bölgesel oyunculara/güçlere de alan açmıştır. Bölgedeki normalleşme trendine biraz bu açıdan bakmak gerekmektedir. Aynı durum diğer bölgesel güçler ve Arap ülkeleri için de geçerli olduğundan ABD’nin daha az görünür olduğu bir ortamda mevcut siyasal sistemler kendi dış ve güvenlik politikaları çerçevesinde olası iş birliği ve uzlaşma imkânlarını aramaya koyulmuşlardır. Bu ortamda diğer bölgesel konularda olduğu gibi Suriye konusunda da ifade ettiğimiz gibi yeni inisiyatifler almaya çalışan Türkiye, çözüme giden yolda konjonktürün de etkisiyle taktiksel değişiklik yapma ihtiyacı hissetmiştir.

Yakın bir zamanda Avrupa Siyasi Topluluğu’nun (AST) ilk toplantısı için gittiği Prag’daki temaslarına ilişkin açıklamalarda bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile görüşmesinin mümkün olup olmadığına ilişkin bir soruya cevap verirken; “(…) vakti saati geldiğinde Suriye’nin Başkanı’yla da görüşme yoluna gidebileceğini” ifade etmiştir. Erdoğan devamında Türkiye’nin Suriye politikasındaki önceliklerinden bahisle (Kuzey Suriye’nin terör örgütlerinden temizlenmesi, Suriyeli mültecilerin dönüşünün sağlanması) günümüzde alt-düzeyde görüşmelerin yapıldığına işaret etmiştir. Yine 24 Şubat’ta başlayan Rusya-Ukrayna savaşından dolayı Suriye’de bazı adımların atılmasının geciktiğini vurgulayan Erdoğan, Suriye sahasındaki gelişmelerden Rusya ve İran’ın yanı sıra koalisyon güçlerinin de etkili olduğunu belirterek, başta ABD olmak üzere koalisyon güçlerinin terör örgütlerine araç ve silah desteğinde bulunduğunu sözlerine eklemiştir.

Normalleşmenin Önündeki “Engeller” ya da “Zorluklar”

Türkiye’nin Suriye politikasındaki temel hedeflerinden olan mültecilerin güvenli geri dönüşünün sağlanması, başta YPG olmak üzere terörle mücadele ve kapsamlı siyasi çözümden hiçbir şekilde uzaklaşmadan sadece çözüme yönelik taktiklerde değişiklik yaptığından söz edebiliriz. Türkiye’nin halihazırdaki amacı Şam rejimi ile kademeli bağlantılar oluşturarak geleceğe dönük olarak pozisyonunu rahatlatacak hamlelerde bulunmaktır. Ancak Şam rejiminin YPG’yi birincil tehdit olarak görmemesi, sahada Suriyeli muhaliflerle 11 yıldır beraber varlık gösteren Türk güvenlik güçlerinin İdlib ve diğer askerî bölgelerde yaşayan Suriyeli nüfus nedeniyle aktif angajmandan geldiğimiz noktada geri adım atamayacak olması ve Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin güvenli geri dönüşüne dair henüz kapsamlı bir çözümün olmayışı tam bir normalleşmeden bahsetmemizin önünde duran en büyük engellerdir. Ankara-Şam normalleşmesine tam bir “normalleşme” diyebilmemiz için rejimle muhalifler arasında BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararı çerçevesinde tam bir barışçıl çözüm ve siyasi uzlaşıya varılması gerekmektedir. Böyle bir mutabakatın sağlanmasının ardından Türkiye’nin tıpkı geçmişte Irak için olduğu gibi Suriye için de dile getirdiği Suriye’nin birliği ve toprak bütünlüğü çerçevesinde ilişkilerin yeniden tesis edilmesi mümkün olacak, iki ülke arasında 1998 Adana Mutabakatı temelinde terörle mücadele ve diğer konularda da siyasi iş birliği imkânı doğacaktır. Nihayetinde ise bölgesel bir aktör ve güç olarak Türkiye’nin Ortadoğu’daki İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve BAE gibi ülkelerin yanında Suriye rejimi ile de karşılıklı güven ve iş birliğine dayalı “normal şartlarda” ilerleyen siyasi ve diplomatik ilişkilerinden söz etmek mümkün hale gelecektir.

Sonuç

Suriye’de kalıcı bir barışın tesis edilmesi için gerek BMGK’nin 2254 sayılı Kararı çerçevesinde, gerekse de Astana Süreci ve Cenevre görüşmeleri kapsamında yeni anayasanın yazılması, seçimlerin yapılması ve geçici hükümetin kurulması büyük bir önem taşımaktadır. Ayrıca rejimin Türkiye ile normalleşmesi bakımından PKK/YPG varlığının bulunduğu bölgelerden ve Türkiye sınırına yakın konuşlandığı yerlerden tasfiye edilmesi gerekmektedir. Bu amaçla PKK/YPG ile mücadelede rejimin ve Ankara’nın ortak bir politika benimsemesi gerekirken, bunun nasıl gerçekleşeceği başlı başına önemli bir soru işaretidir. Çünkü YPG ile mücadelede Şam rejimine ne kadar güvenileceği önemli bir problemdir. Keza, YPG’nin yakın bir geçmişte Moskova arabuluculuğunda gerçekleşen müzakerelerde Esad rejimine muhaliflere karşı birlikte mücadele etmeyi teklif ettiği bilinmektedir. Hatta Türkiye’nin olası bir askerî harekâtına atıfla YPG’nin sözde lideri Mazlum Kobane “askeri operasyon durumunda Türkiye’ye karşı Suriye hükümet birlikleri ile koordinasyon içinde olacaklarını ve birlikte çalışmaya olumlu baktıklarını” dile getirmiştir. Son olarak bugüne kadar 550 binden fazla dönüşün olduğu Suriye topraklarına Suriyeli mültecilerin güvenli geri dönüşün sağlanması hem iç/ulusal siyasetteki mülteciler üzerinden yürütülen algı ve dezenformasyon faaliyetlerine son vererek yaratılmaya çalışılan toplumsal kutuplaşmayı da ortadan kaldıracaktır. Uluslararası hukuk ve insani politika açısından ise savaş nedeniyle yerinden edilmiş ve insani yardıma muhtaç duruma gelmiş yüzbinlerin vatanlarında tekrar barış ve refah ortamında yaşamalarına imkân tanınacaktır. Türkiye’nin sorunlar ya da dosyalar üzerinden ilerleyebileceğine belirttiğimiz Şam rejimi ile olası bir yakınlaşması ve nihayetinde ilişkilerini “normalleştirmesi” bu üç temel konuda düğümlenmektedir. Düğümlerin çözülmesi Türkiye’yi barış, diplomasi, uluslararası hukuk ve sorumlu insani politika prensipleri çerçevesinde yürüttüğü dış politikası ile uluslararası siyasetin önde gelen aktörlerinden olarak bir kez daha öne çıkaracaktır.

Mehmet BABACAN

 

KAYNAKÇA

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.