MEARSHEIMER VE WALT’DAN ‘İSRAİL LOBİSİ VE AMERİKAN DIŞ POLİTİKASI’

upa-admin 21 Ocak 2023 1.760 Okunma 0
MEARSHEIMER VE WALT’DAN ‘İSRAİL LOBİSİ VE AMERİKAN DIŞ POLİTİKASI’

Giriş

Zaman zaman tartışma yaratan fikirleriyle de bilinen Chicago Üniversitesi Siyaset Bilimi Profesörü John Mearsheimer ile Harvard Üniversitesi’ne bağlı Harvard Kennedy Okulu Uluslararası İlişkiler Profesörü olan Stephen Walt, 2007 yılında dünya çapında ses getiren önemli bir kitaba imza atmışlardır. Yıllardır üzerinde sıkça konuşulan ve pek çok komplo teorisine de esin kaynağı olan kitabın konusu, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki İsrail (Yahudi) lobisi ve faaliyetleridir. Farrar, Straus and Giroux tarafından basılan kitap, Amerikan dış politikasındaki İsrail etkisini bilimsel düzlemde somutlaştıran ilk ciddi eser olarak dikkat çekmiş ve kısa sürede en çok satan kitaplar arasına girmiştir. Eser, Hasan T. Kösebalaban tarafından Türkçe’ye de çevrilmiş ve 2017 yılında Küre Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Bu yazıda, bu çok önemli eserin önemli bölümleri özetlenerek, ABD iç ve dış politikasındaki İsrail lobisi veya Yahudi lobisi etkisi tartışmaları değerlendirilecektir.

The Israel Lobby and U.S. Foreign Policy

Kitap Hakkında Temel Bilgiler

Kitabın 632 sayfalık Türkçe çevirisi incelendiğinde, eserin iki büyük kısımdan (Birinci kısım: ABD, İsrail ve Lobi, İkinci kısım: İsrail lobisi işbaşında) oluştuğu ve bu iki büyük ana başlık altında birçok alt başlığın yer aldığı görülmektedir. Kitabın sonuna kapsamlı bir “Dizin” bölümü de eklenmiş ve okuyucuların aradığı kişileri ve bilgileri bulmaları kolaylaştırılmaya çalışılmıştır. Kitabın “Kaynakça” kısımları incelendiğinde; hem akademik, hem de günlük basın-yayın kaynaklarından faydalanılarak kapsamlı bir çalışma yapıldığı ve sıklıkla komplo teorilerine kurban olan bu konunun bilimsel şekilde işlenmeye çalışıldığı görülmektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki, yazarlar, bu kitabı, 2006 tarihli “The Israel Lobby” adlı makalelerine gelen yoğun eleştirilerden sonra yazma kararı almışlar ve kitap boyunca bu eleştirilere cevap vermeye çalışmışlardır.

İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası

Kitabın Özeti 

Yazarlara göre, öncelikle, ABD’nin dış politikasında en çok destek verdiği ülke tartışmasız şekilde İsrail’dir. Ancak bu destek, tam olarak karşılıklı sadakata dayanmamaktadır; zira Walt ve Mearsheimer’a göre, İsrail, Washington için “şüpheli müttefik” konumdadır. Ayrıca, yazarlar, ABD’deki İsrail desteğinin dini boyutları da olduğunu vurgulayarak, bunu “Hıristiyan Siyonist hareket” kavramıyla açıklamaktadırlar. ABD’de birçok farklı ve etkili lobi grubu olsa da, İsrail lobisinin farkı -ki bu konuda önceden Yahudi lobisi kavramı kullanılırken, yazarlar, bunu değiştirerek İsrail lobisi ifadesini tercih etmişlerdir-, Amerikalıları İsrail’in çıkarlarını desteklemenin ABD’nin çıkarlarını desteklemekle eşdeğer olduğuna ikna etmeyi başarmasıdır. Bu, diğer lobi gruplarında görülmeyen bir durumdur. Öyle ki, ABD’de bugün İsrail karşıtı en ufak bir eleştiri yaptığınızda, yazarlara göre derhal anti-Semitizm ve “Yahudi düşmanı” suçlamalarına maruz kalırsınız. Öyle ki, eski ABD Başkanı Jimmy Carter bile, Palestine: Peace not Apartheid adlı bir kitap yazınca, ki Carter da tüm Amerikan Başkanları gibi aslında İsrail’in güvenliğini önemsiyordu, Nazi suçlamalarına maruz kalmıştı. Lobi merkezli bu kadar çabaya rağmen, ilginçtir ki, Amerikan halkının yüzde 40’ı, dünyada sevilmemelerinin temel nedeni olarak İsrail’e verilen ölçüsüz destek olduğunu düşünüyorlar. Yazarlar da, bu noktada, ısrarla, kendilerinin İsrail’in varlığına ve bu ülkeyle iyi ilişkiler geliştirilmesine karşı olmadıklarını, yalnızca Amerikan dış politikasının salt İsrail çıkarlarına göre şekillenmesinin hem ABD, hem de İsrail’e zarar verebileceğini düşündüklerini belirtmektedirler.

İsrail’in Amerikan dış politikasındaki ayrıcalıklı konumu, ilk olarak Amerikan vergi mükelleflerinden alınan dış yardımın miktarı ile somut biçimde ispatlanabilir. Örneğin, 2005 yılında ABD’den İsrail’e giden toplam iktisadi ve askeri yardım miktarı 154 milyon doları bulmuştur. Bu miktarın büyük kısmı da karşılıksız olarak verilmiştir. Ancak ABD’nin İsrail’e yönelik dış yardımları bununla da sınırlı değildir ve dış yardım bütçesinde gösterilmeyen farklı türde yardımlar da yapılmaktadır. Ancak bugünlere hemen gelinmemiştir…

İsrail’e kuruluş sürecinde destek olan ABD, ilerleyen yıllarda, bu ülke ile zaman zaman diplomatik sorunlar yaşamıştır. Bir örnek vermek gerekirse, Eylül 1953’te, İsrail, Birleşmiş Milletler’in Ürdün Nehri’nden su aşıracak bir kanalın inşasını durdurma talebini reddedince, dönemin Amerikan Dışişleri Bakanı John Foster Dulles, İsrail’e yardımı durdurduklarını açıkladı. Bu politika sayesinde, İsrail, bu kararından vazgeçirildi. 1956 Süveyş Krizi sırasında da iki ülkenin ilişkileri gerildi ve Washington, tehdit yoluyla Ürdün topraklarına göz diken İsrail’e geri adım attırmayı başardı. Dönemin İsrail Başbakanı David Ben-Gurion da ABD ile ilişkilerin bozulmasını göze alamamıştı. İlişkiler 1950’lerin sonunda yeniden ısınırken, Başkan John F. Kennedy döneminde ilk kez İsrail’e askeri güvenlik taahhüdü verildi. Kennedy, İsrail’le olan ilişkileri Birleşik Krallık (İngiltere) ile kurulan ilişkiler gibi “özel ilişkiler” olarak tanımlamış ve bunu dönemin İsrail Başbakanı Golda Meir’e de açıkça söylemiştir. Kennedy döneminde İsrail’e ilk büyük silah satışları da gerçekleştirildi; bu sayede Sovyetlerin Mısır’a yönelik silah sevkiyatı dengelenmek istenmişti.

ABD’nin İsrail’e maddi desteği konusunda dönüm noktası ise 1967 tarihli Altı Gün Savaşı oldu. 1949’dan 1965’e kadar İsrail’e giden Amerikan yardımı yılda 63 milyon dolar düzeyindeyken -ki neredeyse tamamı ekonomik ve gıda yardımıdır- 1966-1970 döneminde bu rakam 102 milyon dolara, 1971 yılında ise çoğu askeri yardım olmak üzere 634,5 milyon dolara sıçradı. 1973 Yom Kippur Savaşı’ndan sonra ise bu rakam tam dört katına çıktı ve 1976’dan beri, İsrail, ABD’den en çok destek alan ülke unvanını korudu. Günümüzde bu rakam 3 milyar dolar düzeyindedir ve İsrail’in gayrisafi yurtiçi hasılasının yaklaşık yüzde 2’si düzeyindedir. Yardımların yüzde 75’i ise askeri niteliktedir. Bunu somutlaştırmak gerekirse; ABD’nin her İsraillinin cebine yılda 500 dolar para koyduğunu söyleyebiliriz. ABD’nin en çok yardım yaptığı ikinci ülke olan Mısır’a bakarsak, bu rakam 20 dolara düşmektedir, Pakistan için ise bu yardımın düzeyi 5 dolar kadardır. Üstelik bu rakamların bile İsrail’e sağlanan tüm desteği yansıtmadığı ve gerçek yardımların daha da yüksek boyutta olduğu sıklıkla ifade edilen bir iddiadır.

Yardımların en önemli boyutu ise kuşkusuz askeri yardımlardır. ABD, İsrail’e en yüksek teknoloji ürünü ve diğer ülkelere vermekten imtina ettiği askeri ürünlerini satmakta, hatta bazen hibe etmektedir. Bu sayede, İsrail’in Ortadoğu’daki teknolojik üstünlüğünün devam ettirilmesi amaçlanmaktadır. ABD Kongresi Araştırma Servisi’ne göre, bu sayede, İsrail Ordusu, günümüzde dünyanın en gelişmiş silahlı kuvvetlerinden biri haline gelmiştir. Bu konuda denetimin az olması ise zaman zaman sorunlara neden olmaktadır. Örneğin, 1990’ların başında İsrail Hava Kuvvetleri alım dairesi başkanı Tuğgeneral Rami Dotan’ın milyonlarca dolarlık Amerikan yardımını zimmetine geçirdiği ortaya çıkmıştır.

ABD’nin İsrail’e yönelik askeri yardımları 1980’lerde Ronald Reagan döneminde kayda değer biçimde artmıştır. Dönemin Savunma Bakanları Caspar Weinberger ve Ariel Şaron, 1981 yılında bir mutabakat zaptı imzalayarak bu ittifakın çerçevesini oluşturdular. 1984’te ilk kez ortak askeri tatbikatlar başlatıldı ve 1986 yılında, İsrail, ABD’nin Yıldız Savaşları adıyla bilinen Amerikan Stratejik Savunma İnisiyatifi’ne davet edilen üç ülkeden biri oldu. 1988’de ise yeni bir mutabakat zaptı imzalanarak ilişkilerin geliştirilmesi kararı teyit edildi. Bu anlaşma ile, ABD, İsrail’i Avustralya, Mısır, Japonya ve Güney Kore gibi “önemli bir NATO dışı müttefik” olarak tanımlıyordu. 1989’dan itibaren ise, ABD, İsrail’e askeri malzeme yağdırmaya başladı.

İki ülkenin istihbarat teşkilatları arasında da temelleri 1950’lere dayanan köklü ilişkiler vardır. 1985’e gelindiğinde, iki ülke, yirminin üzerinde istihbarat paylaşım anlaşması imzalamış durumdalardı. İsrail, ABD’ye Sovyetler ve Sovyet teknolojisi hakkında bilgi sağlarken, ABD de İsrail’e 1973 Savaşı ve 1976 Entebbe Operasyonu gibi durumlarda uydu istihbaratı desteği sağlamış ve finansman desteği de yapmıştır.

ABD, İsrail’in kitle imha silahı programlarını da görmezden gelmiş ve bunların geliştirilmesine ses çıkarmamıştır. Sahip olduğu nükleer cephaneye ilaveten, İsrail, kimyasal ve biyolojik silah programlarını da devam ettirmekte ve bu konudaki anlaşmalara dahil olmamaktadır. Bu konuda tüm devletleri NPT’yi imzalamaya zorlayan ABD, İsrail konusunda ise çelişkili bir tutum sergilemektedir.

Peki, ABD için İsrail bir “stratejik değer” mi, yoksa “stratejik külfet” midir? Yazarlara göre, kuşkusuz, İsrail, ABD’ye Soğuk Savaş döneminden beri önemli avantajlar sağlamış bir müttefiktir. Lakin, bunun kayıtsız şartsız bir Amerikan desteği anlamına gelip gelmediği konusunda, Walt ve Mearsheimer, genelde olumsuz görüşe yakın durmakta ve İsrail’in zaman zaman bir stratejik külfet haline gelebildiğinin altını çizmektedirler. İlk olarak, İsrail, bir Yahudi devleti olarak, hiç şüphesiz, ABD’ye Sovyetler Birliği ve SSCB yandaşı rejimler konusunda kritik istihbarat desteği sağlamıştır. Örneğin, 1956 yılında bir İsrail ajanı, Kruşçev’in Stalin’i eleştirdiği bir gizli konuşmayı ele geçirmiştir. 1960’larda ise, İsrail, Iraklı bir firariden elde ettiği MİG-21’i Amerikan savunma uzmanlarının incelemesine açmıştır. 1967 ve 1973 savaşlarında elde edilen Sovyet ekipmanı da İsrail tarafından Amerikalılara sunulmuştur. Ayrıca, ABD, İsrail’in eğitim tesislerini ve İsrail savunma şirketlerinin geliştirdiği teknolojileri kullanarak, İsrail’den bir müttefik olarak büyük menfaat elde ettiler. Bu anlamda, İsrail’e ABD’nin desteği kesinlikle aptalca ya da mantıksız değildir.

Ancak bunların yanında, bilimsel araştırmanın bir gereği olarak, bazı olumsuz hususların da incelenmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, ilk olarak, Mısır, Suriye ve Irak gibi ülkelerin Soğuk Savaş döneminde Sovyetlere yönelmesinin temel nedeni, ABD’nin İsrail’e kayıtsız şartsız destek vermesidir. Yani Cemal Abdünnâsır, inanmış bir sosyalistten ziyade bir Arap milliyetçisi olduğu için, ABD’nin kendi taleplerine kayıtsızlığı karşısında Sovyetlerle iş birliğine yönelmiştir. İkincisi, ABD’nin İsrail’e her koşulda desteği, Ortadoğu’daki sorunların çözümünden ziyade çözümsüzlüğüne neden olmuştur. Üçüncü olarak, zor bir müttefik olarak İsrail’e her koşulda destek sunmak, Washington’a yükselen anti-Amerikanizm şeklinde ağır bir fatura çıkarmıştır. Örneğin, 1970’lerde İsrail’in politikaları nedeniyle Arap devletleri petrol silahını kullanarak Amerikan ve Avrupa ekonomilerine ciddi zarar vermeyi başardılar. Ambargo ve üretimdeki düşüşün ABD’ye maliyeti 1974 yılında 48, milyar dolar olarak hesaplanmıştı. Dördüncü olarak, İsrail’in istihbarat desteği önemliyse de, bu, Soğuk Savaş’ın seyrini değiştirecek ölçüde ve önemde değildir.

Soğuk Savaş sonrası döneme bakıldığında ise, Bernard Lewis’in de vurguladığı üzere ve Türkiye’nin durumuna da benzer şekilde, SSCB’nin yıkılmasının ardından başlarda İsrail’in stratejik değerinin azaldığı düşüncesi ortaya çıkmıştır. Nitekim tanınmış siyaset bilimci Bernard Reich da 1995 yılında benzer görüşler ifade etmiştir. Brandeis Üniversitesi’nde savunma uzmanı Robert Art da benzer bir düşünceyi 2003 yılında dillendirmiştir. Ancak uluslararası terörizmin ortaya çıkışı, İsrail-Amerikan ilişkilerinin devamı için yeniden güçlü bir gerekçe ortaya koymuştur. İslam motifli terör hareketlerinin ortaya çıkışı ve bunların Filistin’de de etkili hale gelmesi, İsrail’i Washington için yeniden önemli bir müttefik haline getirmiş ve stratejik değerini yükseltmiştir. 11 Eylül (9/11) saldırıları ile de El Kaide kaynaklı terör faaliyetlerindeki artış bu durumu pekiştirmiştir. Bu dönemde, ABD’nin İslam dünyasıyla yaşadığı sorunların İsrail kaynaklı olmadığı ve Irak Savaşı ve küresel terörizm gibi faaliyetlerin ön planda olduğu düşüncesiyle yaygınlaşınca, İsrail de Müslüman ülkelerle arayı bozan bir stratejik külfetten ziyade önemli bir stratejik ortak olarak algılanmaya başlanmıştır. İsrail de bu konjonktürü olumlu kullanmış ve terörle mücadele konusunda en mağdur edilmiş devlet olduğu düşüncesini işleyerek, ABD’de sempati ve destek kazanmayı başarmıştır. O dönemlerde Commentary dergisi eski genel yayın yönetmeni Norman Podhoretz’in şu sözleri dönemin ruhunu iyi ifade etmektedir: “Eğer İsrail hiç var olmamış olsa ya da aniden yok olmuş olsa bile, bu Araplar Amerika’yı yine şeytan olarak kabul edeceklerdi“. Bu bağlamda, Amerika’daki neo-con George W. Bush yönetimi de, haydut devletlere karşı giriştiği mücadelede İsrail’e önemli bir paye vermiştir. Bu yıllarda İran’da da Mahmud Ahmedinejad gibi radikal bir liderin olması Amerika’nın İsrail’in stratejik değerini yeniden hatırlamasında etkili olmuştur.

Tüm bunlara rağmen, İsrail’in şüpheli müttefik durumu birçoklarına göre devam etmiştir. Bunun temel sebebi ise, İsrail’in daima kendi ulusal çıkarlarına göre hareket eden bir devlet olması ve bu uğurda zaman zaman Amerikan çıkarlarına da zarar vermesidir. Bu durum, eskilerden beri devam eden bir hadisedir. Örneğin, 1954 yılında meşhur Lavon Olayı’nda, İsrailli ajanlar, ABD-Mısır ilişkilerini bozmak için, Mısır’daki Amerikan devlet binalarını bombalamayı denemişlerdi. 1979-1980 döneminde Amerikalı diplomatlar İran’da rehin tutulurken de, İsrail, İran’a silah satmaktan imtina etmemiştir. Yine 1989 yılında İsrail’in Lübnan’daki İsrailli rehineleri kurtarmak için İran’dan 36 milyon dolarlık petrol alımı yapması da Amerikan çıkarlarıyla çelişen bir durumdu. Kuşkusuz, İsrail, bunları ABD’ye zarar vermek için değil, kendi vatandaşları ve çıkarlarını korumak için yapıyordu. Ancak bu durum nedeniyle, İsrail’e yönelik şüpheler devam ediyordu. Bir diğer örnek ise, İsrail’in 1994’te Çin’e sattığı pilotsuz uçakları 2004’te modernize etmeyi kabul etmesidir. Ayrıca İsrail’in gizli servisleri ve Yahudi networkü sayesinde ABD içerisinde yürüttüğü faaliyetler de zaman zaman eleştiri konusu olabilmektedir. Örneğin, 1984-1985 döneminde yaşanan Jonathan Pollard vakasında, Amerikalı bir istihbarat analizcisinin İsrail’e gizli belgeler sunması ABD genelinde tepki yaratmıştır. İlerleyen yıllarda, İsrail, Pentagon’un elektronik istihbarat programına da sızmış ve bir Amerikalı yetkili olan Noel Koch’u satın almaya çalışmışlardı. Tüm bu nedenlerle, İsrail, ABD için faydalı ama zor bir müttefiktir ve zaman zaman şüpheleri üzerine çekmektedir.

Peki, İsrail Lobisi nedir ve nasıl iş yapmaktadır? “İsrail Lobisi” terimi -ki önceden “Yahudi Lobisi” tabiri daha yaygındı-, Amerikan dış politikasını İsrail lehine yönlendirmek için aktif şekilde çalışan şahıs ve teşkilatlardan oluşan gevşek bir koalisyonu anlatmak için kullanılmaktadır. Bu lobi, tek bir merkezden yönetilen ve birleşik bir organizasyon değildir. Hatta bu lobinin bileşenlerinin siyasi görüşleri de zaman zaman farklılaşabilmektedir. Lobi, gizli bir cemiyet ya da komplo odağı da değildir. Tam aksine, İsrail Lobisi, faaliyetlerini açıktan gerçekleştirilen bir hüviyettedir. Diğer çıkar ve baskı gruplarında olduğu gibi, İsrail Lobisi için de kesin belirlenebilen sınırlardan söz etmek doğru olmaz. Amerika Siyonist Teşkilatı (Zionist Organization of America-ZOA), AIPAC veya Büyük Amerikan Yahudi Teşkilatlarının Başkanları Konferansı’nın Genel Müdür Yardımcısı Malcolm Hoenlein gibi bazı grup ve kişileri teşhis etmek kolaydır. Bunların yanında, İsrail Politika Forumu (IPF), Amerikan Yahudi Komitesi, ADL, Reform Yahudiliği İçin Dini Eylem Merkezi, Güvenli Bir İsrail İçin Amerikalılar, Likud’un Amerikalı Dostları, Mercaz-USA ve Hadassah gibi bazı ünlü teşkilatlardan bahsedilebilir. Ancak bu kişiler ve yapılar dışında, yüzlerce ve hatta binlerce irili ufaklı farklı yapı ve kişilerden söz edilebilir ki, bunlar arasındaki ilişki de hiyerarşik değildir. Bu bağlamda, İsrail Lobisi, üyelik kartı ya da töreni olan bir yapı değildir. Bu lobiyi ayakta tutan şey, İsrail’e destek vermek ve ABD politikasında İsrail’i güçlü kılmak isteğidir. Bu nedenle, tesadüfi değildir ki, İsrail Lobisi, büyük ölçüde Amerikan Yahudilerinden oluşmaktadır.

Amerikan Yahudilerinin İsrail’e duydukları bağlılığı anlamak zor değildir. Popüler kültürde de sıklıkla işlenen Holokost felaketi nedeniyle, tüm dünyadaki Yahudiler (Museviler), kendilerine yönelik nefret söylemleri karşısında dikkatli ve öfkelidirler. İsrail ise, yok edilmeye çalışılan Yahudiliğin tek yurdu/devleti durumundadır. Bu nedenle, Amerikan Yahudiler, bugüne kadar 80’in üzerinde büyük teşkilat oluşturarak, Yahudilik ve İsrail’i Amerikan siyaseti ve kamuoyu nezdinde güçlü kılmaya gayret etmişlerdir.

Amerikan Yahudileri, aslında uzun yıllar boyunca liberal çizgide ve Demokrat Parti’ye yakın bir duruş sergileseler ve Filistin Sorunu konusunda genelde iki devletli çözümü destekleseler de, zaman içerisinde İsrail Lobisi sağa kaymaya başlamıştır. J. J. Goldberg’in Jewish Power adlı eserinde belirttiği üzere, “Yeni Yahudiler“, daha katı Siyonist, Ortodoks ve muhafazakâr çizgidedirler. Zaman içerisinde Amerika menşeli Yahudi teşkilatlarında da kontrolü bu grup almıştır. Lobinin sağa kaymasının bir diğer nedeni de, solun evrenselciliği ve Filistin davasına verdiği destektir.

Bu bağlamda ilginç bir konu ise Hıristiyan Siyonistlerdir. Hıristiyan sağının önemli bir alt grubu olan bu yapı, açık bir şekilde ve her koşulda İsrail’i destekleme taraftarıdır. Jerry Falwell, Gary Bauer, Pat Robertson ve John Hagee gibi tanınmış din adamlarıı olan bu grup, Tom DeLay, Richard Armey ve James Inhofe gibi siyasetçiler de çıkarmıştır. Hıristiyan Siyonizm’in temelleri ise dispensasyonalizm akımıyla açıklanmaktadır. Bu inanca göre, Hz. İsa yeryüzüne dönünceye kadar dünya giderek kötüleşen bir sıkıntı dönemi yaşayacaktır. İsa’nın dönüşünün Eski ve Yeni Ahit’te vadedildiğine inanan bu gruba göre, Yahudilerin Filistin’e dönüşü ise bu süreci hızlandıracaktır. Dispensasyonalist teoloji, 19. ve 20. yüzyıllarda Evanjelik Dwight Moody C. I. Schofield ve William E. Blackstone gibi Protestan rahiplerin çabalarıyla yayılmıştır. Günümüzde de, Evanjelizm, ABD içerisinde çok güçlü bir akımdır.

Lobinin güç kaynaklarına geldiğimizde ise, bu konuda pek çok faktörden söz edilebilir. Öncelikle, Amerikan siyasi sisteminin son derece açık olması, İsrail Lobisi’nin faaliyetlerini rahat bir şekilde organize edebilmesi açısından kritik bir faktördür. Fikir özgürlüğü konusunda ABD’nin ileri bir aşamada olmasını da bu kapsamda değerlendirmek gerekir. Bu bağlamda, İsrail Lobisi, istediği adayları rahatlıkla desteklemekte ve onların başarı kazanmasına vesile olabilmektedir. İsrail Lobisi, kendisine uygun görüşleri dile getiren akademisyen ve gazetecileri desteklemekte ve karşıt olanları da benzer şekilde kötülemektedirler. Amerikan Yahudilerinin ABD içerisinde zengin, güçlü ve sevilen konumda olmaları da bu açıdan önemli ve pozitif bir faktördür. Her ne kadar Yahudi nüfusu fazla olmasa da, Hıristiyan Siyonistlerin etkisini de düşündüğümüzde, ABD’de ciddi bir Yahudi ve İsrail sempatizanı taban vardır. Bu grubun üyelerinin ekonomik güçleri ve grup içi dayanışmaları da yüksektir. Siyaset bilimci Robert Trice’a göre, ABD’deki Yahudi grupları iyi eğitimli, uzman kadrolara ve çok iyi bir iletişim sistemine sahiptirler. Arap devletlerine kıyaslandığında, İsrail, kuşkusuz ABD’de çok daha iyi bir imaja sahiptir. Bu durumu, Senato eski üyesi Warren Rudman, “çok iyi bir malı pazarlıyorlar” sözü ile açıklamaya çalışmıştır. Yani İsrail Lobisi, temelde İsrail ve Yahudiler popüler oldukları ve sevildikleri için güçlüdürler.

Lobi, İsrail’e destek için temelde iki yöntem belirlemiştir. Birincisi, farklı yöntemlerle, Washington’daki siyaset yapım sürecini etkilemeye çalışmaktadırlar. İkinci olarak ise, kamusal söylemin İsrail ve Yahudi yanlısı olması yönünde çalışmalar yapmaktadırlar. Birinci yönteme bakıldığında, İsrail Lobisi, ABD Kongresi’ni her zaman yakın markaja almıştır. Diğer ülkelerin aksine, İsrail, Capitol Hill’de adeta dokunulmazlık sahibidir ve eleştireden muaftır. Kongre üzerinde en etkili lobi grubu ise AIPAC’tır. Meclis eski Başkanı Newt Gingrich, AIPAC için “bütün gezegendeki en etkili genel çıkar grubu” ifadesini boşuna kullanmamıştır. Eski ABD Başkanı Bill Clinton da AIPAC’ın başarısını birçok defa övmüştür. İsrail Lobisi, ABD’de İsrail’i destekleyen adayları finansal yolla desteklemekte ve seçim kampanyalarına çok ciddi yardımlar yapmaktadır. Paranın Amerikan siyasetindeki önemi de düşünüldüğünde, bu, kuşkusuz en önemli silahtır. AIPAC ve İsrail Lobisi ile ters düşen gruplar ise, kampanyalarının maddi olarak desteklenmemesi ve kamuoyunda iyi bir imaja sahip olamamaları nedeniyle seçimi kaybedebilmektedirler. Senatör Charles Percy’nin başına gelenler bu konuda iyi bir inceleme konusudur. İkinci yönteme bakıldığında ise, İsrail Lobisi, tüm nüfuzunu ve bağlantılarını kullanarak, adeta İsrail’e bir yumuşak güç kalkını yaratmakta ve Amerikan ve dünya kamuoyunda İsrail yanlısı görüşlerin oluşmasını sağlamaktadır. Amerikan basınındaki popüler gazeteler ve önemli yazarları incelendiğinde, hemen hemen hepsinin İsrail yanlısı olduğu görülecektir. Bu bağlamda, İngiltere’deki Robert Fisk gibi isimlerinde Amerikan muadilleri olduğunu iddia etmek zordur. İsrail’e karşıt yazarlar, genelde marjinalleştirilmekte ve ciddiye alınmamaktadır. İsrail Lobisi, Amerikan menşeli düşünce kuruluşları üzerinde de çok etkilidir. Politika yapım sürecine ciddi katkı yapan düşünce kuruluşlarının finansmanı ve kilit pozisyonları, kısmen İsrail Lobisi’nin etkisindedir. AEI, CSP, Dış Politika Araştırma Enstitüsü, Heritage Foundation, Hudson Enstitüsü ve JINSA gibi önemli düşünce kuruluşlarının tepe kadroları hep İsrail Lobisi’ne yakındır. Akademide de durum çok farklı değildir. Özellikle Daniel Pipes’ın Campus Watch internet sitesi bu konuda çığır açmış bir girişimdir. Bu şekilde, İsrail ve Yahudi karşıtı akademisyenler tespit edilmekte ve karalanmaktadır. İsrail’e sempati duyan akademisyenlerin sayısını artırmak için de Amerikan üniversitelerinde İsrail Çalışmaları programları kurulmakta ve lobi mensuplarınca finansmanı sağlanmaktadır. Oysa Rashid Khalidi ve Edward Said gibi Filistin yanlısı akademisyenler çok zor durumlarla karşılaşmışlardır.

Kitabın Eleştirisi

Bu yazıda bazı bölümleri özetlenen Walt ve Mearsheimer’ın İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası adlı kitapları, bu alanda yazılmış ve komplo teorisine kaçmayan ender eserlerden biri olarak dikkat çekmektedir. Kuşkusuz, bu kitaptaki iddialar İsrail’i kötülemek amacıyla yapılmamıştır. Ancak şu da var ki, demokratik ve laik rejimlerin pek de var olmadığı Ortadoğu coğrafyasında, herşeye rağmen insan haklarına saygılı, demokrasisini koruyabilen ve modern yaşama uygun bir siyasi düzen kuran az sayıdaki ülkeden birisi de İsrail’dir. Yahudiler de, dünya tarihinde en çok mağdur edilmiş halklardan biri olarak, kuşkusuz, tüm dünya devletleri ve halklarının desteğini hak etmektedirler. Bu bağlamda, yakın geçmişte Holokost gibi büyük bir trajediye maruz kaldığı için, İsrail Devleti ve Yahudilerin güvenlik politikaları konusundaki sert duruşlarını anlayışla karşılamak gerekmektedir. Bir varoluş mücadele vererek kendi devletlerini kuran İsrail halkı, şüphesiz ki, bunu korumak konusunda çok dikkatli ve özenlidirler. Bu nedenle, zaman zaman yanlış ve aşırı politikalar uygulansa da, İsrail’i her zaman korumak ve desteklemek gerekir. Bu, kesinlikle Filistin’e karşı olmak anlamına da gelmez ki, bu konuda iki devletli çözüm yönünde girişimler de bence hızlandırılarak sürdürülmelidir. Bu nedenle, Amerikalı Yahudilerin bu konudaki çabalarını da anlayışla karşılamak gerekir. Zira sayıca az olan gruplar, siyaset arenasında var olabilmek adına son derece organize ve dikkatli hareket etmeli ve kendilerine karşıt olan grupları önceden tespit etmelidirler. Aksi takdirde, kuşkusuz, siyasetteki etkileri sınırlı olacaktır. Sonuç olarak, bu konuda yazılan az sayılan eserden biri olarak, bu kitap, kesinlikle dikkatle okunmalı ve tartışılmalıdır. Bu konuda yeni ve daha kapsamlı çalışmalara da kesinlikle ihtiyaç duyulmaktadır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.