Dr. Ozan Örmeci: Sayın Cıngı, öncelikle mülakat önerimizi kabul ettiğiniz için size teşekkür ediyorum. Genç okurlarımızın sizi daha yakından tanıması adına eğitiminizden, kariyerinizden ve siyasi/akademik faaliyetlerinizden söz edebilir misiniz?
Aydın Cıngı: Ortaokul ve liseyi İstanbul’da Saint Michel ve Saint Joseph, Paris’te Janson de Sailly’de bir frankofon olarak okuduktan sonra üniversite için Almanca konuşulan bir kente Zürih’e gittim. Orada mühendislik eğitimi, daha sonra Cenevre’de siyaset bilimi derken İsviçre’de toplam 16 yıl yaşadım. Arada bir yıl Almanya’da mühendis olarak çalıştım. Daha sonra yaşamımı siyaset bilimci olarak sürdürdüm.
1980’lerin başında yurda döndüm. Burada da araştırma ve danışmanlık işleri yaptım. 1980’lerin sonuna doğru da CHP (o zaman SHP idi galiba) ile tanıştım. Sol sivil toplum çevrelerinde etkinlik gösterdim. Nitekim hem TÜSES, hem de SODEV’in üyesi oldum. Hatta SODEV’de iki dönem başkanlık da yaptım. Şimdi de dış ilişkileri yürütüyorum.
Şu anda Sosyal Demokrat ve Reflections Turkey adlı iki derginin genel yayın yönetmenliğini yapıyorum. Türkçe, Almanca, Fransızca ve İngilizce kitap ve makalelerim var. Sürekli bir şeyler yazıp çiziktiriyor ve son zamanlarda özellikle yurtdışında AB çevrelerine Türkiye’yi ve AKP’nin gerçek yüzünü anlatmaya çabalıyorum.
Cıngı’nın kitabı “Sora Sora Sosyal Demokrasi”
Dr. Ozan Örmeci: Sayın Cıngı, sosyal demokrasi üzerine yazıp-çizen ve sosyal demokrat kimliğiyle bilinen bir siyaset bilimci ve sivil toplum aktivisti olarak CHP’nin bugünkü durumunu nasıl görüyorsunuz?
Aydın Cıngı: CHP, -bir Avrupa ürünü olup Marksist kökene sahip- sosyal demokrasiyi Batı’da olduğu gibi bir işçi hareketi üzerinde temellendirmemiş. CHP’nin sosyal demokrasisi, Cumhuriyet’i kuranların başlattıkları “Anadolu aydınlanması”nın bir tür uzantısı. Marksizmi yasaklayan bir parti, gün gelmiş işçi-işveren çatışmasını görüp 1960’larda “ben de ortanın solundayım” deyivermiş. Böyle başlayan bir serüven zenginleşerek sürüyor. Ancak bu parti bir yandan da “bizzat” kurduğu Cumhuriyet’in belirli ilkeleri üzerine kol kanat geriyor. Öncelikle “laiklik” ve “bölünmez bütünlük” gibi ilkeleri koruma refleksi geliştirmiş. Laiklik bir yana, ama bölünmez bütünlük kavramını bir tür milliyetçiliğe dönüştüren kişiler de bu partide yer alıyor. Oysa milliyetçilik sosyal demokrasiyle asla bağdaşmaz. Bu türden handikaplarına karşın, sosyal demokrasi fikri CHP’de yine de yol alıyor.
CHP, Osmanlı’nın kullarını “seküler ve çağdaş” birer yurttaşa dönüştürmek için çok kapsamlı reformlar uygulamak ve ülkenin hızla modernleştirilmesini sağlamak için tasarlanmıştı. Devrim niteliğindeki dönüşümlerin toplumsal gerilimlere yol açması kaçınılmazdı. Nitekim bu gerilimlerin ürettiği periferik tepki (çevre tepkisi), CHP’nin Kemalist ve cumhuriyetçi geleneğine karşı muhalefeti temsil etmiş ve etmekte olan tüm muhafazakar partilerin 80 yıldır temel siyasal sermayesi olmuştur.
“Merkez” yani Cumhuriyet’in seküler kurallarını yukarıdan aşağıya doğru uygulatan otorite gibi algılanan CHP, “çevre”yi temsil ettiği varsayılan sağ popülist akımlara karşı her seçimde yenik düşmüştür. Demokratik süreci kesintiye uğratan askeri darbeler de sağ popülist kesimden mağdur bir siyasetçi yaratmış; bayrağı ondan devralan bir başka sağ siyasetçi aynı çizginin ve mağdur edilen kesimin temsilcisi olarak bir sonraki seçimlerde avantajlı bir çıkış noktası elde etmiştir.
Özetlenirse, kuruluş normlarını tepeden indiren ve bin yıllık ezberi bozan bir akım vardır. Bu akımın karşısında ise hep dini bir tür “siyasal doping” gibi kullanan, gelenek ve görenek adı altında eski ezberleri gözeten bir akım vardır. Bu akım icraatta iktidar, ama ilkelerde hep muhalefet konumundadır. Her iki konumunun da primini kullanmaktadır. Altmış yıldır ne yapıldıysa hep iktidardaki reaksiyoncu akım yapmıştır; çünkü icraat iktidarın tekelindedir. Bu sürede edinilmiş tüm toplumsal kazanımlar da yine iktidar akımının aktifine düşülen notlardır. Dolayısıyla, hele konjonktür de ekonomik gidişe -AKP’nin durumunda olduğu üzere- yardım etmişse, seçmen çoğunluğunun tercihi anlaşışabili.
CHP’nin sorunu özüne ters düşmeden halka yakın olabilmektir. Bunu yaparken iki noktaya dikkat etmelidir. Öncelikle dinciden çok dindar, sağcıdan çok sağcı gözükmek gibi inandırıcılıktan uzak kalacak bir yapaylığa düşmemelidir. Öte yandan CHP, geçmişini yadsımaksızın bir “yenileşme” sürecine yönelmelidir. Bu süreç hem milliyetçiye, hem de Kürt bağımsızlıkçısına yaranma çabalarına yol açmamalıdır. Siyasal evren ak ve kara gibi iki renkten oluşmuyor; grinin, kimseyi incitmeden çözüme dönük tonları vardır. Arayıp bulmak gerek.
Dr. Ozan Örmeci: Aydın Bey, sizce Türkiye’nin Kürt sorunu ve PKK terörünün sonlandırılması konusunda yapması gerekenler nelerdir? Hükümetin son dönemde attığı adımları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aydın Cıngı: Kürt sorunu ile PKK terörü birbirinden bağımsız değil. Kürt sorununu Türk halkının (burada “Türk halkı” deyince TC yurttaşlarının toplamını kastediyorum) bilincine -kabul edelim ki- PKK terörü aktarmıştır. PKK, Kürt sorununun yalnızca bir sosyoekonomik gelişmişlik sorunu olmadığını anlatmış, hem de o soruna farklı boyutlar eklemiştir. Öte yandan barış ancak ihtilafın tarafları arasındaki müzakere ile gerçekleştirilebilir. Taraflardan biri de PKK’dır. Ne kadar nefret duyarsak duyalım, akılcı davranmalıyız. Bunun başka yolu yoktur. Unutmayalım ki geçen süre karşılıklı konumlanmaları sertleştiriyor.
Hükümetin bugünkü politikalarına gelince; ben Tayyip Bey’in içtenliğine inanmıyorum. Barış ortamı ya da ülkenin geleceği pek umurunda değil. O, hükümeti ve tüm AKP şu anda “başkanlık” ve de “anayasa yoluyla yetkileri genişletilmiş başkanlık” hedefine kilitlenmiş durumda. Birden beliriveren milliyetçilik damarı, BDP’ye umulmadık anda atılıveren çiçekler ya da Silivri mağdurlarına “ben bu davaların savcısıyım” diyen kişinin gösterdiği şefkat, hep belirli kesimleri anayasa ve referandum sürecinde ve daha sonra Cumhurbaşkanlığı seçiminde kendi tarafına çekebilme manevralarıdır.
Dr. Ozan Örmeci: Aydın Bey, Almanya’da bulunmuş ve Almanya siyasetini özellikle de solunu takip eden biri olarak Türkiye-Almanya ilişkilerini ve gurbetçilerin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aydın Cıngı: Almanya ile Türkiye arasındaki resmi temaslara 1970-1980’lere değin hep “eski silah arkadaşlığı” öyküleriyle başlanırdı ve dostluk nutukları güzel bir yemekle son bulurdu. Almanların deyimiyle bizim “misafir işçi”ler orada kalıcı olma eğilimi göstermeye başladıktan sonra arada ilk tatsızlıklar baş gösterdi. Bu konuda daha sonraki dönemlerde de epey kavga verildi.
Türkiye’nin AB’ye katılma süreci SPD (Sosyal Demokratlar) ve Yeşiller tarafından destekleniyor. Ne var ki CDU-CSU (Muhafazakarlar) Türkiye’nin AB üyeliğine karşı. Şu anda iktidarda bulunan Muhafazakarlar, Sarkozy Fransa’nın başında olduğu sürede nispeten rahattılar. Kendileri doğrudan karşıt bir söylem tutturmaksızın Fransa ve Kıbrıs’ın “vetocu” gölgesine sığınarak Türkiye karşıtlığı yapıyorlardı. Şansölye Merkel Türkiye’nin AB’ye girmesini istemiyor. Daha önceleri önerdiği “ayrıcalıklı partnerlik” (her türlü ortaklığı “karar süreçlerinde yer almaksızın” yapma) de siyasal çevrelerce bir tür “ahlaksız teklif” olarak nitelendirildiği için işi oraya çeviremiyor. Türkiye’ye, SPD iktidarda iken verilmiş adaylık sözünden de -Alman dış politikasında süreklilik ilkesi uyarınca- dönemediği için açıktan karşı çıkamıyor.
Ancak Türkiye-AB süreci zaten iki nedenle uykuda. Öncelikle AB kendi kriziyle boğuşuyor. Önceki yılların seçim süreçlerinde tartışmaların birinci konusu olan Türkiye’nin adaylığı artık gündemde değil. Almanya, -başta Yunanistan- tüm krizdeki Güney Avrupa ülkelerini kurtarmak için elini cebine atan ülke. Bu yüzden Merkel de kendi seçmenine karşı ciddi sorunlar yaşıyor. Koalisyon ortağı Hür Demokratlar’ın % 5’lik ülke barajını geçememeleri durumunda, önümüzdeki yıl seçimde iktidarı SPD-Yeşiller koalisyonuna devretme olasılığı da var. İkinci neden de Türkiye’nin AB’den neredeyse vazgeçmiş görünmesi. Sorumlu bakan Egemen Bağış patronuna yaranmak için methiyeler düzüyor. AB’den ise sadece “laf çakmak”, kavga etmek için söz açıyor. Bu durumda vakti de bol olunca ya AVM açılışı yapıyor ya da köfte kızartıyor. Siz bakmayın Şanghay İşbirliği Örgütü vb. manevralarına. İktidar, kendi meşrebi gereği, bu örgüt ülkelerinin otoriter yapıları arasında yer almayı içten içe dileyebilir. Ama, Türkiye’nin neredeyse iki yüzyıllık serüveninin doğal uzantısı olan AB üyeliğinden bu iktidar bile vazgeçemez.
Ben yurtdışında yüksek öğrenim için gittiğimde ilk gurbetçilerin Almanya seferi de yeni başlamıştı. İlk gidenler çok birikimsiz ve vasıfsız işçilerdi. Alman toplumu üzerinde bıraktıkları izlenim olumsuzdu. Bunların önemli bir kesimi, biraz da Alman toplumunca kabullenilmediği için entegre olamadı ve gettolarda yaşar oldu. Daha sonra dönen döndü; ama çoğu orada kaldı. İkinci ve üçüncü kuşak nitelikli insanlar yetiştirdi. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra sinmiş olan Avrupa uç sağı, son 15-20 yıldır yine palazlandı. Diğer taraftan -kimi teröre sapan- İslamcılar da güçlendiler. Bu iki kutup arasında şimşekler çakıyor. İslamofobya tüm Avrupa’da olduğu gibi Almanya’da da son derecede etkili. Biz Türkler için farkı şurada; İslamcı imgesini İngiltere’de Pakistanlı, Fransa’da Kuzey Afrikalı temsil ederken Almanya’da İslam deninde akla Türk geliyor. Dolayısıyla, oradaki İslamofobya bir tür Türkofobya’ya dönüşüyor.
Dr. Ozan Örmeci: Sayın Cıngı, Fransa’da geçtiğimiz yıl Sosyalist Parti adayı François Hollande Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmasına rağmen Avrupa’da genelde sağın iktidarını görüyoruz. Ayrıca solun bir süredir ideolojik krizde olduğu ifade ediliyor. Sizce sol Avrupa’da ve dünyada güçlenmek için ekonomide daha devletçi mi, yoksa daha liberal politikalar mı geliştirmelidir?
Aydın Cıngı: Fransa’da sol, iktidara çok bunalımlı bir dönemde geldi. Bu yıl büyümenin sıfır noktasında kalacağını bizzat Başbakan Ayrault açıkladı. İşsizlik büyük boyutlarda ve de yeni vergi politikası istihdam konusunda caydırıcı etki yapıyor. Fransa’da her zaman ne olduysa sanki yine aynı şey olacak diye çekiniyorum. Sağ gelip çalışanları ezer ve iktidardan kovulur. Onun yerine sol gelip çalışanlar lehine icraat yapayım derken saldığı vergilerle işvereni ürkütür; istihdam düşer, işsizlik yüzünden yerini yine sağa bırakır. Fransa’da ve İngiltere’de yüzyıldır görülen tahterevalli sendromu kabaca budur.
Ben bir PS üyesiyim. Fransız uyruklu olmadığım için ulusal süreçlerde oy kullanamıyorum; ama parti içi seçimlerde, örneğin Cumhurbaşkanlığına adaylık ön seçiminde oy kullandım. Hollande, seçim öncesi dönemde vaat ettiklerini tümüyle yerine getiremiyor. Ne var ki, bu tahterevalli oyununun bozulması için farklı bir bağlam gerek. Küreselleşme piyasanın gezegen yüzeyine yayılması demek. Bu piyasada rekabet gücüne sahip olmak gerekiyor. Uzun uzadıya anlatmayayım; hiçbir sosyalist lider kalkıp da “ben bu oyunu oynamıyorum” diyemiyor. Çünkü o da piyasa kurallarıyla sıkı sıkıya bağımlı; onun terimleriyle konuşuyor. Aksi takdirde toplumunu küresel topluluktan yalıtman gerekecek. Bu, “sosyalist ütopya” adı altında denendi; ama olmadı. Benim daha çok devletçilik mi, yoksa daha çok liberalizm mi isteyebileceğim hususu böylece ortaya çıkıyor. Gönlümün nerede olduğu belli; ama gerçekler gönlümü kırıyor.
Sol düşüncenin genelde krizde olduğu konusuna gelirsek; Batı’da sağcı rejimler büyük sermayeye dayalı, finans odaklarına yakın, medya ortamında güçlü, tüketimi ve gününü gün etmeyi modernizmin gereği sayan Hedonist bir dünya görüşünü benimsiyor. “Eşitlik” ve “dayanışma” kavramlarıyla adeta alay ediyor. Bu toplumsal altüst oluş sürecinde sol, bireyciliğin ve tüketimin zaferine karşı kendi değerlerini yadsıyamıyor ve elinden, kendi ezberine ve sosyal kavramlara sarılmaktan başka bir şey gelmiyor.
Solun kendini anlatamamak gibi bir sorunu var. Çağımız insanlığı -emekçi hakları, özgürlükler, sağlık sigortası, emeklilik, zorunlu eğitim, seçme ve seçilme hakkı, kadın hakları, laiklik, kamu hizmetleri, yasa önünde eşitlik vb.- sahip olduğu tüm sosyal hakları ve kazanımları sola borçludur. Sol, son çeyrek yüzyıldır bu başarımlarını hiç anımsatmadı; geçmişini sahipsiz bıraktı. Genç kuşaklar tüm bu kazanılmış hakları siyasal kesimin, sağı ve soluyla birlikte, tümünün kazandırdığını sanıyor. Oysa sağ, insanlığın bu kazanımlarının hep karşısında olmuştu.
Öte yandan liberal sağ, bizzat neden olduğu 2008 krizinden sonra solun klasik görüşlerini arsızca sahiplenip müdahaleci bir tutum benimseyerek bankaları kamulaştırdı. Sağ düşünce ve uygulamaların yarattığı bunalımdan sonra ekonomiyi sol anlayışların düzlüğe çıkarmasından “sol değil yine sağ” yarar sağladı. Sağ kendi ürettiği kriz ortamından solun fikirlerini çalarak bir de üstelik karlı çıktı. Sol bakakaldı; çünkü çoktandır ideolojik olarak kapalı bir ortamda yaşıyordu. Kamuoyu, solun kendini çağa uyarlamadığı yolunda bir görüşü içselleştirmişti. Toplumlar, kaydedilmekte olan her gelişmeyi sağcı iktidarların başardığı yolunda koşullanmıştı. O halde sol akılsız mıdır? Sanmam; ancak, doğası gereği, sağ gibi arsızlık yapamaz.
Dr. Ozan Örmeci: Sayın Cıngı, SODEV’in faaliyetleri hakkında bize bilgi verebilir misiniz?
Aydın Cıngı: SODEV, 1994’te, içinde benim de bulunduğum 100’ü aşkın aydın, akademisyen, sanatçı, politikacı vb tarafından kuruldu. Amacı, sosyal demokrasi alanında görüş üretimi ve bu üretimin yaygınlaştırılmasıdır. Ortalama her ay iki açık oturum, konferans düzenler. Ayrıca -benim de öğretmenlerinden olduğum- Sosyal Demokrasi Okulu, yılda iki dönem olarak, derslerini 13 yıldır sürdürüyor. Ayrıca değişik ilçelerde Yerel Yönetimler Okulu da düzenleniyor. SODEV Yayınları’ndan çıkmış çok sayıda değerli kitap var. Bunlar kitap fuarlarında da sergileniyor. SODEV sorumlularının öncülüğünde bir de aylık Sosyal Demokrat adlı dergi çıkarılıyor.
SODEV, dış ilişkilerde Türkiye’yi ziyaret eden AB yetkililerinin, Avrupa Parlamentosu üyelerinin, değişik ülke parlamento delegasyonlarının ve sivil toplum örgütlerinin “nesnel bilgi” almak için uğradığı ilk duraklardan biri. SODEV ayrıca, 2012 yılında -Friedrich Ebert Vakfı, Jean Jaures Vakfı vb. gibi- AB sosyal demokrat vakıfların Brüksel’deki şemsiye örgütü olan FEPS’in de -Türkiye AB üyesi olmadığı için düz değil ama- gözlemci üyesidir. Böylece, CHP nasıl AB ülkeleri sosyal demokrat partilerin şemsiye örgütü PES’in gözlemci üyesi ise, SODEV de Türkiye sivil toplumunun AB’deki varlığıdır.
Dr. Ozan Örmeci: Aydın Bey, bize vakit ayırdığınız için size çok teşekkür ediyorum.
Röportaj: Dr. Ozan ÖRMECİ
17.02.2013