Kıbrıs adasında 2009 senesinde ABD’li Noble Energy firması tarafından keşfedilen doğalgaz yatakları, aynen Doğu Akdeniz’in bir başka köşesi olan İsrail’de keşfedilen gaz rezervleri kadar heyecan uyandırmıştır. Zaten senelerdir çözümsüz olan Kıbrıs meselesinin gündemde kapladığı yerden ötürü dünya politikasının gündeminde ilk sıralarda yer alan bu coğrafya, doğalgaz kaynaklarının keşfi sonrasında sadece bölge ülkelerinin değil, aynı zamanda bölge dışı ülkelerin de yakın ilgilerine mazhar olmaktadır. Günümüzde Kıbrıs adası çevresinde bu doğrultuda suların yeniden ısındığı göz önünde bulundurulursa, konunun tüm boyutlarıyla irdelenmesinin gerektiği aşikârdır. Söz konusu kapsamda, bu yazıda ilk önce Doğu Akdeniz coğrafyasının içerdiği jeopolitik önemden bahsedilecektir. İkinci olarak ise, bölgede keşfedilen hidrokarbon kaynaklarına yer verildikten sonra, mevzubahis kaynakların keşfedilmesi, çıkartılıp işlenmesi ve dünya pazarlarına sunulması çerçevesinde yaşanan jeopolitik mücadele incelenecektir.
Doğu Akdeniz’in Jeopolitik ve Jeostratejik Önemi
Doğu Akdeniz’in stratejik önemini idrak edebilmek için, söz konusu coğrafyanın konumladığı yerin ve özelliklerinin iyi bilinmesi gerekmektedir. Akademik literatürde genellikle benimsenen düşünceler kapsamında adı geçen bölgenin en geniş coğrafi sınırı, Tunus’ta Bon Burnu ile başlayan ve Sicilya adasının Batı ucundaki Lilibeo Burnu arasında oluşturulan hattın doğusunda kalan bölge olarak tarif edilmektedir. Mevzubahis tanımlamaya göre, Türkiye’den başlayarak saat doğrultusunda, Doğu Akdeniz, Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin, Mısır, Libya, Tunus, İtalya, Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Karadağ, Arnavutluk ve Yunanistan kıyıları ile çevrelenmektedir. Üç kıta ve çok çeşitli kültürlerin birleşim noktasında bulunan coğrafyanın en kayda değer özelliklerinden birisi de, Orta Doğu gibi dünya üzerinde ispatlanmış enerji kaynaklarının yarısından fazlasını içeren bölgeyi ve Uzak Doğu ile Avrupa arasındaki bağlantıyı sağlayan Süveyş Kanalı’nı doğrudan denetim altında tutabilecek bir biçimde konuşlanmış olmasıdır.[1] Doğu ve Batı’yı birbirine bağladığı için çok stratejik bir konumda bulunan Doğu Akdeniz, tarihin tüm dönemlerinde dünya ilgisini üzerinde toplayabilmiştir. Mısır, Anadolu ve Mezopotamya gibi çok verimli topraklarının bölgede yer alması, Doğu Akdeniz’e yönelik ilgiyi arttırmak suretiyle birçok medeniyet arasında söz konusu coğrafyaya hâkim olabilmek maksadıyla büyük mücadeleler yaşanmasına neden olmuştur.
Mevzubahis dinamizm, Akdeniz coğrafyasında canlı bir ticaretin meydana gelmesine sebebiyet vererek, zaman geçtikçe bu bölgenin Doğu-Batı ve Kuzey-Güney yönünde konuşlanan kara ve deniz ticaret yollarının birleştiği bir ticaret merkezi rolüne bürünmesine sebep olmuştur. Ümit Burnu’nun keşfedilip açılması sayesinde ivmelenen deniz yolu ticareti, Akdeniz’in bir ticaret merkezi olarak değerini düşürse de, 1869 senesinde faaliyete geçen Süveyş Kanalı vasıtasıyla bölge yeniden ekonomik canlılığına kavuşmuştur. Söz konusu kanal, Uzak Doğu ve Avrupa arasındaki Ümit Burnu’nun dolaşılmasıyla tesis edilen ticaret yolunu takriben 7.000 deniz mili ve 15-20 gün azaltmıştır. Ayrıca söz konusu kanal vasıtasıyla Doğu Akdeniz’in Arap Yarımadası, Mezopotamya ve Basra Körfezi’ne bağlantısının sağlanmasına ilaveten, Doğu Akdeniz, Avrupa, Uzak Doğu, Güneydoğu Asya ve Afrika arasında yapılan ticaretin ana arterlerinden birisi haline dönüşmüştür.
Uzak Doğu ve Avrupa arasında ivmelenen ticaret paralelinde, Doğu Akdeniz ticari faaliyetler açısından önemini korumaktadır. Akdeniz’de senede ortalama olarak 220.000 gemi seyir etmekte olup, söz konusu sayı dünyadaki toplam deniz trafiğinin üçte birine denktir. Akdeniz’in yüzölçümü olarak dünyadaki toplam denizlerin yalnızca yüzde birlik bölümünü oluşturduğu göz önünde bulundurulursa, adı geçen alanda cereyan eden deniz trafiğinin ne kadar yoğun olduğu rahatlıkla anlaşılabilecektir. Akdeniz üzerinde oluşan ticari hareketlilik, Çanakkale ve İstanbul Boğazları vasıtasıyla Karadeniz’e, Cebelitarık Boğazı kanalıyla Atlas Okyanusu’na ve Süveyş Kanalı yoluyla da Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’na kadar gidebilmektedir. Yalnızca Cebelitarık Boğazı’ndan senede ortalama 106.000 gemi geçmektedir ki, söz konusu sayı toplam deniz trafiğinin yüzde onuna denk gelmektedir. İstanbul ve Çanakkale Boğazları’ndan günde ortalama olarak 130, Süveyş Kanalı’ndan ise günde ortalama olarak 49 gemi geçmektedir.[2] Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı’nın devreye alınması ve 2008’den beri dünya pazarlarında tecrübe edilen iktisadi krize karşın, son 10 yıllık zaman zarfında Boğazlar’dan geçiş yapan gemi adedinde büyük bir artış yaşanmıştır. Akdeniz’de cereyan eden ticari faaliyet yoğunluğunun en dikkat çekici boyutlarından birisini ise enerji meydana getirmektedir. Zira Avrupa’nın gereksinim duyduğu enerjinin takriben yüzde yetmişlik kısmı Akdeniz üzerinden taşınmaktadır. Cebelitarık ve Türk Boğazları’na ilaveten Süveyş Kanalı da enerjinin nihai tüketicilere ulaştırılması noktasında anahtar bir rol üstlenmektedir. Doğu Akdeniz bölgesi, Ortadoğu ve Hazar havzaları gibi dünyanın önde gelen enerji merkezlerine yakın bir konumda konuşlanmasından ötürü, bu bölgelerin yanı sıra nihai kullanıcılara giden boru hatlarının denetimini gerçekleştirebilecek stratejik bir konuma da sahiptir. 13 Temmuz 2006 tarihinde BTC hattının faaliyete geçmesi, bölgedeki enerji trafiğini daha da ivmelendirerek, İskenderun Körfezi’nin söz konusu trafiğin ana merkez noktalarından birisi durumuna gelmesine yol açmıştır. Bu minvalde, son zamanlarda bulunan enerji rezervlerinin büyüklüğüne ilaveten, söz konusu rezervlerin bölgeye sağlayacağı ticari dinamizm de düşünüldüğünde, Doğu Akdeniz coğrafyasının enerji, iktisat ve güvenlik açılarından içerdiği ehemmiyet daha iyi bir biçimde idrak edilebilecektir.
Kaynak: https://www.gisreportsonline.com/media/infographics_images/12
Kıbrıs adası özelinde konu irdelendiğinde ise, Türkiye açısından meselenin gün yüzüne çıktığı 1950’lerden bu yana dış politikada Kıbrıs Sorunu “milli bir dava” olarak ilan edilmiştir. Söz konusu durumun sebebi, Kıbrıs’ın üç buçuk asrı aşan süreyle Osmanlı egemenliğinde kalmasına ilaveten (1571-1914), adadaki dikkat çekici bir Türk nüfusunun (Kıbrıslı Türkler) varlığıdır. İnsan faktörüne ek olarak, Kıbrıs’ın Ankara açısından içerdiği ehemmiyet adanın stratejik konumundan da ileri gelmektedir. Kıbrıs, Türkiye’den yalnızca 40 deniz mili uzaklıkta bulunup, Ortadoğu ve Süveyş Kanalı’na olan yakınlığının yanı sıra Akdeniz’deki stratejik pozisyonu ve enerji rotalarına olan yakınlığı sebebiyle genellikle “hiç batmayan bir denizaltı” veya bir “uçak gemisi” olarak tanımlanmaktadır.[3] Son dönemlerde Doğu Akdeniz’de bulunan el değmemiş hidrokarbon rezervleri ve sıfır kilometre enerji rotalarının adı geçen coğrafyadan geçmesi, Ortadoğu’da yaşanan çalkantılar, Suriye iç savaşı ve karışıklıklar, Kıbrıs adasını stratejik bakımdan daha da önemli bir hale getirmiştir. Buna ilaveten, Türkiye’nin Ege Denizi’nde Yunan adalarıyla çevrelenmiş bulunması ve tarihsel bakımdan Gökçeada ve Bozcaada haricindeki bütün adaların Yunanistan’ın elinde bulunması, Kıbrıs adasının köprübaşı konumunu Ankara açısından bir kat daha önemli kılmaktadır. Mevcut durumda Ege Denizi’nin takriben yüzde 44’ünü kontrolü altında bulunduran Atina, kıta sahanlığını 12 mile çıkarması durumunda Ege Denizi’nin yaklaşık olarak yüzde 72’sini denetimi altında bulundurmuş olacaktır. Eğer Kıbrıs da Rum hâkimiyetine geçerse, Türk gemilerinin açık denizlere erişmesi ihtimal dışı olacaktır. Tüm söz konusu saptamalar, Kıbrıs’ın Ankara açısından basit bir kara parçası olmadığını açıkça göstermesi bakımından önem arz etmektedir.
Kaynak: http://photos1.blogger.com/blogger/1473/1159/1600/cyprus_map.gif
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Doğal Gaz İhracat Politikası
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), yakın geçmişte Doğu Akdeniz havzasından daha çok yararlanabilmek maksadıyla münhasır ekonomik bölgelerini (MEB)[4] ilan etme hususunda girişimlerde bulunmuştur. Bu minvalde, Lefkoşa, belirlediği alanlarda hidrokarbon kaynaklarını arama çalışmalarına girişmiştir. GKRY’nın tüm bu girişimleri, Paris, Washington ve Brüksel gibi bölge dışı aktörler tarafından da desteklenmektedir. Söz konusu durum, stratejik dengenin Ankara’nın aleyhine dönmesine sebebiyet vermektedir. Lefkoşa, zaman geçtikçe bölge ülkeleriyle münhasır ekonomik bölge anlaşmaları akdederek arama çalışmalarında bulunmuştur.[5] Anlaşılacağı üzere, Doğu Akdeniz’de bulunan hidrokarbon kaynakları, stratejik dengeleri temelden sarsabilecek bir potansiyeldedir. Bu doğrultuda, Doğu Akdeniz bölgesinde Lefkoşa’nın bağımsız bir biçimde münhasır ekonomik bölge politikası takip etmesi, Lefkoşa-Tel Aviv-Atina arasındaki yakınlaşma, bölge dışı diğer güçler tarafından takip edilen Doğu Akdeniz politikaları ve Lefkoşa’nın Brüksel ve Paris tarafından desteklenmesi, Ankara’nın Doğu Akdeniz’deki güvenliğine ve çıkarlarına meydan okumaktadır. Doğu Akdeniz’in hidrokarbon rezervlerinden faydalanmaya dönük aktif bir politika yürüten Rum yönetimi, söz konusu bölgenin diğer aktörlerine de benzer şekilde karasularını 12 deniz miline yükseltmiştir. İlk girişimini 1979 senesinde yapan Lefkoşa, Ankara tarafından sert tepkiyle karşılandığı için başarıya ulaşamamıştır. 2000 senesinde yeniden faaliyetlere başlayan Lefkoşa, iki aşamalı bir plan takip etmiştir. İlk önce Doğu Akdeniz’de “egemen Kıbrıs Cumhuriyeti” statüsüyle “münhasır ekonomik bölge” ilanını gerçekleştirmiştir. İkinci aşamada ise, söz konusu sahaları uluslararası firmalara açmak suretiyle girişimini meşru bir zemine çekme arayışında olmuştur. Ancak Kıbrıs gibi sorunlu bir coğrafi alanda karasularının ve münhasır ekonomik bölgelerin tespiti çok zordur. Söz konusu bu zorluğa karşın Lefkoşa’nın uygulamaları, bölgedeki gerilimin giderek artmasına yol açmıştır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni Doğu Akdeniz’e kıyısı bulunan diğer devletlerden farklı kılan en önemli özellik, münhasır ekonomik bölgeyi tek yanlı olarak ilan etmesi ve hidrokarbon çalışmalarına girişmiş olmasıdır. Bu çerçevede, Lefkoşa, münhasır ekonomik bölge hususunda hidrokarbon arama ruhsatları vermek suretiyle kararlaştırılan sahalarda petrol firmaları sondaj faaliyetlerine girişmiştir. En başta 12. parselde Amerikan Noble Energy şirketi tarafından gerçekleştirilen çalışmalar neticesinde bölgede kayda değer miktarda gaz rezervinin bulunmasının ertesinde, Lefkoşa, enerji ihracatçısı statüsüne yükseldiğini ilan etmiştir.
GKRY, Doğu Akdeniz’den en üst şekilde yararlanabilmek amacıyla 2003 senesinde Mısır’la, 2007 senesinde Lübnan ve 2010 senesinde ise “Ortay Hat” metodu temel alınarak, münhasır ekonomik bölge anlaşmaları akdetmiştir. Lübnan ile akdedilen anlaşma meclis onayını beklemekte olup, Lefkoşa, 2001 senesinden bu yana Şam ile de bir anlaşma yapmak üzere görüşmeler gerçekleştirmekteyse de, bundan şimdiye kadar herhangi bir sonuç alamamıştır. Libya ile de müzakerelere devam eden Lefkoşa, Libya’daki olaylardan ötürü herhangi bir gelişme sağlayamamıştır. Fakat imza konulan anlaşmalar paralelinde, Lefkoşa, Türkiye’nin kıta sahanlığıyla çatışan bir duruma yol açmıştır.[6] Böylelikle iki taraf arasında yeni bir çatışma konusu ortaya çıkmıştır. Söz konusu kapsamda, Lefkoşa, 2007 senesinden bu yana hidrokarbon aramaları için ruhsatlandırmaya başlayarak 12. parselde ABD’den Noble Energy, 2, 3 ve 9. parsellerde İtalyan Eni ve 10. ve de 11. parsellerde ise Fransız Total firmasını yetkilendirmiştir. Unutulmaması gereken nokta ise, Doğu Akdeniz’de gerçekleştirdiği keşiflerle dikkat çekici bir konuma yükselmiş olmasına rağmen, Lefkoşa’nın Tel Aviv kadar alternatife ve kaynağa sahip olmamasıdır. Çünkü Noble Energy tarafından 12. parsel için ortaya konan raporda, Lefkoşa’nın önünde 3 değişik seçeneğin bulunabileceği ifade edilmiştir:
- Lefkoşa, Tel Aviv-Lefkoşa-Atina arasında inşa edilmesi öngörülen boru hattı projesini desteklemektedir. Fakat bu hattın yüksek maliyeti, Tel Aviv’i bu projeden vazgeçirebilecek düzeydedir. Lefkoşa’nın gücü, kendi kaynakları öngörülen bu hattı kendi başına gerçekleştirecek veyahut LNG tesisinin maliyetini üstlenebilecek düzeyde de değildir. Buna ilaveten, ihtilaflı bölgede Ankara tarafından ortaya konulacak tepki, Lefkoşa’yı engellemekte ve Tel Aviv’in bölge dengelerini sarsabilecek faaliyetlerde bulunmasını zorlaştırmaktadır.[7]
- Öte yandan, Oslo Barış Enstitüsü tarafından yapılan değerlendirmelerde Kıbrıs-Atina boru hattının muhtemel maliyetinin 16 milyar avro ve LNG tesisinin maliyetinin 10,3 milyar avro, Türkiye’ye bağlanacak olan hattın ise olası maliyetinin sadece 4 milyar avro olacağı öngörülmektedir. Yine bu Enstitü tarafından yapılan tahminlerde, Lefkoşa’nın hâlihazırdaki kaynaklarının Atina üzerinden dünya piyasalarına taşınması durumunda 44,7 milyar avro, LNG tesisinden satış durumunda 41,1 milyar avro ve Ankara üzerinden gerçekleştirilecek ihracat durumunda 56,8 milyar avro net kazanç sağlanabileceği ileri sürülmüştür. Söz konusu durumda Ankara’yı devre dışı bırakan alternatif projelerin yüksek maliyeti, Lefkoşa ve Atina’nın yaşadığı finansal bunalım ve 12,1-15,7 milyar avro arasındaki kazanç kaybı durumu, Lefkoşa’nın alternatiflerini kısıtlamaktadır.
- Lefkoşa’nın etkisini kıran diğer önemli bir faktör ise, uluslararası toplum tarafından izlenen politikadır. Söz konusu çerçevede Moskova’nın gaz kaynaklarına alternatifler geliştirmeye çalışan AB, NATO ve ABD gibi uluslararası oyuncular, bulunan kaynakların bütün Kıbrıslıların mülkiyetinde olduğuna işaret ederek, bu durumun ayrılığın değil, çözümün bir parçası olarak değerlendirilmesi gerekliliğinin altını çizmişlerdir. Nihayetinde verilen beyanatlar, Lefkoşa üzerindeki çözüm baskısının artmasına ve takip edeceği siyasetin kısıtlanmasına neden olmuştur. Lefkoşa, bütün maliyetleri ve kazanç kaybını dikkate alarak uluslararası petrol firmalarıyla adı geçen projeyi uygulamaya sokabilecek olmasına rağmen, Ankara tarafından bu şirketlere baskı yapılması olasılığı, Lefkoşa’nın Ankara karşıtı bir hamle yapması konusunda elini kolunu bağlamaktadır. Söz konusu proje, hayata geçirilmesi durumunda Kıbrıs Sorunu’nun çözümü ve Ankara’nın Doğu Akdeniz siyasetinin olumsuz yönde etkilenmesine sebebiyet verebileceği gibi, Doğu Akdeniz’de kaynakların paylaşılması meselesi Kıbrıs adasının güneyi ve kuzeyi arasındaki mevcut sorunları daha da derinleştirebilecek ve çatışma riski yaratacaktır.
Bölgedeki sahalarda bulunan doğalgaz kaynaklarının dünya piyasalarına ulaşması ise, iki temel nedenden dolayı bugüne kadar gerçekleştirilememiştir. Burada ticari ve siyasi olarak ikiye ayrılan sorunların ilkine baktığımızda, kaynakların ticarileştirilmesinde finansman, pazar ve fiyat problemleri ilk sorun olurken, ikinci olarak da bölge ülkeleri arasında yaşanan ve birçoğu kronikleşmiş siyasi sorun ve gerilimler karşımıza çıkmaktadır. Bunlar, Doğu Akdeniz gazının dünya piyasalarına ulaşamamasının önündeki en temel problemler olmuştur.
Kıbrıs Adasındaki Doğalgaz Keşifleri Bağlamında Türkiye’nin Politikası
Bu minvalde bahsedilmesi gereken önemli bir konu ise, Türkiye’nin karasuları hakkındaki ilk uygulamasının 1958 Karasuları Bitişik Bölge Konvansiyonu’ndan önce genel uygulamalar paralelinde 3 mil olmasıdır. Söz konusu durumda referans gösterilebilecek tek belge Lozan Antlaşması olup, bu antlaşmanın metninde doğrudan karasuları genişliği konusunda bir madde olmamasına rağmen “Asya kıyısından 3 mil’den az bir uzaklıktaki adalar Türk hâkimiyetinde bulunacaktır” ifadesiyle karasularının 3 deniz mili olarak alındığı anlaşılmaktadır. Bunu izleyen dönemdeki 15 Mayıs 1964 tarih ve 476 sayılı Karasuları Kanunu’nda ise, Türk karasuları 6 deniz mili olarak ilan etmiştir. Fakat yasa, “karasuları daha geniş olan devletler karşısında Türk karasularının genişliğini karşılıklılık prensibine göre belirler” denilerek Akdeniz ve Karadeniz’deki pratiklere olanak sağlamıştır. Yasa, hem normal, hem de düz esas hatlardan faydalanılabileceğini ifade ederek, ana hatların belirlenmek suretiyle ilgililere verileceğini beyan etmiştir. Söz konusu yasayla Ege’de 6, Karadeniz ve de Akdeniz’de 12 mil karasuları genişliği prensibi devreye sokulmuştur.[8] Fakat karşılıklılık prensibinin karasularını genişletme hakkını diğer devletlere de bahşetmesi ve bu durumun Ege Denizi’nde ortaya çıkarabileceği sorunlardan ötürü, 476 sayılı Karasuları Yasası, 20 Mayıs 1982 tarih ve 2674 sayılı yeni Karasuları Yasası’nın 6. maddesi çerçevesinde yürürlük dışı bırakılmıştır. Mevzubahis yeni kanuna göre, “Türk karasuları 6 mil olup Bakanlar Kurulu tarafından belirlenen denizlere göre söz konusu denizlerle ilgili tüm özellikleri ve durumları dikkate alarak ve hakkaniyet prensibiyle paralel olacak biçimde 6 milin üstünde karasularını belirleme ile yetkilendirmiştir”. Söz konusu kanunu takiben 29 Mayıs 1982 tarih ve 8/4742 numaralı hükümet kararı çerçevesinde Karadeniz ve Akdeniz’de var olan durumun devamına karar verilmesi neticesinde, hâlihazırda Türkiye’nin karasuları Ege’de 6 mil, Karadeniz ve Akdeniz’de 12 mildir. Ege Denizi’nde Ankara ve Atina arasında kıta sahanlığının sınırları henüz belirlenememiştir. Bir başka deyişle, ne Türkiye, ne de Yunanistan, Ege’deki 6 deniz mili mesafesindeki karasularının ötesinde bir deniz yetki alanına sahip değillerdir. Burada ana tartışma konusu Ege Denizi kıta sahanlığının Ankara ve Atina arasında iki kıyı devletinin 6 deniz mili olan karasularının ötesindeki sahaların sınırlandırılması gerekliliğidir. Türkiye’nin Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerle münhasır ekonomik bölge anlaşması bulunurken, Ege ve Akdeniz’de böyle bir durum söz konusu değildir. Ege Denizi’ndeki adaların yerleşimi ile Atina ve Ankara arasındaki tarihsel çekişme bir araya geldiğinde, söz konusu coğrafyadaki deniz alanlarının sınırlandırılması hususunda “hakça ilkeler” temelli bir gelişme yaşanması olasılık dışıdır. İlk başta kıta sahanlığı meseleleri çözüme kavuşturulmadan Ege’de münhasır ekonomik bölge üzerinde konuşmak anlamsızdır. Ankara, Akdeniz’de MEB’e sahip olmamasından ötürü yabancı balıkçılar karasularının haricinde de av yapabilmektedirler. Bundan ötürü, Türkiye Cumhuriyeti’nin Akdeniz’de ülkesel yetkilerinin başlangıç ve bitiş noktaları beynelmilel ve milli düzenlemeler kapsamında açıkça bir biçimde ortaya konulmalıdır. Buna yönelik olarak Şam ile süren deniz yan sınırı meselesinin de çözüme kavuşturulması gereklidir; ancak Hatay üzerinde hedefleri bulunan Şam yönetimi meselenin çözümüne yakın durmamaktadır.
Akdeniz’in yarı-kapalı deniz statüsü, Doğu Akdeniz’de gerçekleştirilecek sınırlamada bölgenin niteliğiyle paralellik arz edecek şekilde ve tüm ilgili durumlar göz önünde bulundurularak kendine özgü kuralların tatbikini gerekli kılmaktadır. Bir başka deyişle, Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının sınırlandırılması özelinde deniz sınırlarının tek yanlı olarak belirlenmemesi ve gerçekleştirilecek sınırlandırmanın hakkaniyete uygun bir neticeye varmak maksadıyla yapılmasının zorunluluğudur. Burada Ankara, Lefkoşa’nın kendi başına tüm Kıbrıs adası adına antlaşma yapma yetkisinin olmadığına işaret ederek, bölgede Lefkoşa tarafından gerçekleştirilen kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge sınırlandırma antlaşmalarını kabul etmemektedir.[9] Ankara, uluslararası hukuk kurallarını temel alarak ikili anlaşmalar yoluyla değil, kıyı şeridinin uzunluğu, kıyıların birbirine uzaklığı, alakalı ülkelerin kaynağa gereksinimi ve ana kara veyahut ada olması gibi birtakım faktörlerin göz önünde bulundurulması ve bütün kıyıdaş devletlerin onay verebileceği bir uzlaşı vücut bulması taraftarıdır. Yani Ankara, münhasır ekonomik bölge anlaşmalarının bölgenin tüm alakalı faktörleri göz önünde tutarak hakkaniyet ilkeleri çerçevesinde bir çözüm sağlanacak biçimde gerçekleştirilmesini savlamaktadır. Ankara ile Atina ve Lefkoşa tarafından iddia edilen münhasır ekonomik bölge sahaları arasında çok büyük bir fark söz konusudur. Ankara tarafından iddia edilen alan 145.000 kilometrekareyken, Atina ve Lefkoşa’nın savına göre Ankara’nın münhasır ekonomik bölgesi 41.000 kilometrekareye gerilemektedir. Mevzubahis durumda Lefkoşa tarafından iddia edilen 1, 4, 5, 6 ve 7 sayılı alanlar, Ankara’nın Doğu Akdeniz’de belirttiği kıta sahanlığı sahaları ile çakışmış olmaktadır. Yakın bir gelecekte Türkiye, KKTC, GKRY, Yunanistan, İsrail, Mısır, Lübnan ve Suriye’nin deniz yetki sahaları meselelerini çözüme kavuşturamamaları durumunda, söz konusu coğrafyanın daha büyük politik problemlerle yüz yüze geleceği düşünülmektedir.
Türkiye, Doğu Akdeniz doğalgazı konusunda bugüne kadar bölge ülkeleri ile arasında var olan anlaşmazlıklara rağmen yapıcı, işbirliğini ve karşılıklı yarar ilkesini temel alan uzlaşmacı ve gerginlikten kaçınan bir politika izlemiştir. Bununla birlikte, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin sözde MEB’de yaptığı arama ve sondaj faaliyetleriyle bir oldu-bitti durumu yaratmasına ve hem kendi, hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) hak ve çıkarları çerçevesinde izin vermeyeceğini de çeşitli platformlarda yaptığı açıklamalar ve deniz kuvvetleri aracılığıyla çeşitli vesilelerle göstermeye devam etmiştir. Türkiye’nin Doğu Akdeniz gazı konusunda politika oluşturma süreçlerinde dikkate aldığı en önemli iki başlık ise, Kıbrıs Sorunu ve Türkiye-İsrail ilişkileridir. Güney Kıbrıs-Yunanistan-Mısır ve Güney Kıbrıs-Yunanistan-İsrail arasında hem İsrail, hem de Mısır’da keşfedilen Zohr sahasındaki doğalgazın ticarileştirilmesi ve dünya piyasalarına ulaştırılması için yürütülen çalışmalarda Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Yunanistan ve Mısır’ın Türkiye’yi oyun dışına itme yönünde bir strateji izlediği görülüyor. Türkiye ise, adada kalıcı barışın sağlanması adına yürütülen Kıbrıs barış görüşmelerinin etkilenmemesi amacıyla Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin bölgedeki izlediği kışkırtıcı ve KKTC’nin hak ve çıkarlarını göz ardı eden girişimlere rağmen daha itidalli davranmayı tercih ediyordu. Türkiye’nin Suriye sorunu, artan terör eylemleri ve 15 Temmuz’daki hain darbe girişimi nedeniyle içeri odaklanmak zorunda kalmasından cesaret alan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, geçtiğimiz aylarda sonuçlandırdığı ihalelerle yeni oldu-bittiler yaratma peşinde olduğunu gösterirken, aynı tarihlerde Kıbrıs barış görüşmelerinin kesilmesi Türkiye’nin Doğu Akdeniz stratejisindeki ilk oyun değiştirici hamlesini de beraberinde getirdi.[10]
“Enerji Güvenliğine Katkı Sunmayı Önemsiyoruz”
9-13 Temmuz tarihlerinde Cumhurbaşkanlığı’nın himayelerinde İstanbul’da düzenlenen 22. Dünya Petrol Kongresi (WPC 2017), petrol ve doğalgaz sektörünün dev şirketlerinin tepe yöneticileri, önemli petrol ve gaz üreticisi ülkelerin karar vericileri ve binlerce sektör profesyonelini bir araya getirdi. Türkiye, dünya enerji sektörünü bir araya getiren bu zirveye başarılı bir ev sahipliği yaparak, büyük bir organizasyondan daha alnının akıyla çıkarak dünya enerji arenasındaki güçlü konumunu herkese bir kere daha göstermiş/hatırlatmış oldu. Dünya Petrol Kongresi’ne ev sahipliği yapmanın “Türkiye için büyük bir onur” olduğunu ifade eden Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak ise, Türkiye’nin enerji alanındaki başarılarını anlattı.
Kaynak: http://www.qsl.net/ah6hy/cyprussites.html, (Erişim Tarihi: 07.08.2017)
Başbakan Binali Yıldırım ise, İstanbul Kongre Merkezi’nde düzenlenen Dünya Petrol Kongresi’nde yaptığı konuşmada, “Günümüzde ülkelerin ve toplumların gelişmişlik düzeyinin ölçüsü, enerjiye olan erişim ve tüketim seviyesiyle ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bugün burada ortak bir amacımızın olduğunu ifade etmek isterim. Bu amaç; petrol başta olmak üzere bütün enerji kaynaklarının maliyet, çevre boyutu da dâhil en iyi ve en verimli şekilde kullanımını sağlayacak dünyadaki bütün bölgelerin ve toplumların refahına katkıda bulunmak olacaktır.” dedi. Ayrıca “Enerji güvenliği kavramının önemli bir boyutu da siyasi sorunların çözülmesi, gerek kaynak ülkelerde gerekse güzergâh ülkelerde huzurun ve barışın tesis edilmesidir.” diyen Yıldırım, “Bu çerçevede terör başta olmak üzere asimetrik tehditlerle etkinlikle ve kalıcı bir mücadele şarttır. Bu mücadelenin bir terör örgütüne karşı bir başka terör örgütünün kullanılarak yapılamayacağı aşikârdır. Sorunları çözerken yeni sorunlara yol açmaktan özenle kaçınmalıyız. Enerji güvenliği ancak birlikte ve tutarlı bir mücadele yöntemiyle sağlanabilir.” şeklinde konuştu.[11] Başbakan Yıldırım, “Türkiye olarak enerji politikalarımızla ulaşmaya çalıştığımız nihai amaç, enerji güvenliğini, çeşitliliğini artırarak milletimizin refahını, huzurunu teminat altına almaktır. Ayrıca üretici ve tüketici olsun barış ve iş birliğini destekleyen bütün komşu bölge ülkelerinin enerji güvenliğine katkı sunmayı önemsiyoruz.” ifadelerini kullandı. Yıldırım, “Özellikle Kıbrıs adası etrafındaki hidrokarbon kaynaklarının her iki tarafa ait olduğunu bir kez daha hatırlatmak isterim. Rum liderliğinde, önümüzdeki günlerde Doğu Akdeniz’de tek taraflı tasarruflardan kaçınılmasını, uzun zamandan beri telkin etmekteyiz. Türkiye kendisine ait ipso-fakto hakları ve Kıbrıs Türklerinin haklarını sonuna kadar koruyacaktır. Kıbrıs Rum liderliğinin barışın önünü tıkamak ve tek yanlı arama işlemlerine başlamak yerine yapıcı bir tutuma yönelmesinde fayda vardır.” şeklinde konuştu.[12]
Açık Deniz Arama-Sondaj Atılımı: Barbaros İşbaşında
Türkiye, bugüne dek bölge ülkelerinin aksine Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin faaliyetlerine karşı Doğu Akdeniz’de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin MEB’indeki sahalarda yaptığı 2 ve 3 boyutlu sismik arama çalışmalarının haricinde ne kendi, ne de KKTC’nin MEB’de herhangi bir sondaj faaliyetinde bulunmuyordu. Türkiye’nin yeni açık deniz arama-sondaj stratejisini Doğu Akdeniz enerji jeopolitiği açısından önemli kılan nokta ise, artık Türkiye’nin geçmiş yıllarda izlediği stratejinin aksine Akdeniz’de sondaj faaliyetlerine de başlayacak olmasıdır. Nitekim yeni stratejiye ilişkin açıklanan detaylar sonrası Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan’da yaşanan şaşkınlık ve endişe, bu iki ülkeden gelen açıklamalara da yansıyor.
Türkiye Petrolleri’ne (TP) ait Barbaros Hayrettin Paşa sismik araştırma gemisi, Türkiye’nin yeni açık deniz stratejisi doğrultusunda 21 Nisan’da Doğu Akdeniz’de belirlenen bölgelerde 31 Mayıs’a kadar süren sismik arama faaliyetlerine başladı. Türkiye, Doğu Akdeniz’de başladığı çalışmalarla birlikte geçmiş yılların aksine artık pro-aktif bir strateji izleyeceğini ve milli çıkarlarından taviz vermeyeceğini tüm bölge ülkelerine ve taraflara açık olarak gösteriyor. Yunanistan’ın Türkiye’nin bölgede deniz kuvvetlerinin de refakat ettiği faaliyetlerini AB, BM ve NATO nezdinde gündeme getirmeyi planlaması ve açıklamaları, Türkiye’nin Akdeniz’deki yeni stratejisinin zamanlama ve içerik olarak ne kadar doğru bir zamanda yapıldığını ve bölge ülkelerinde sürpriz etkisi yarattığını gösteriyor. Türkiye, bu adımla birlikte Doğu Akdeniz enerji jeopolitiğinde kendisini oyun dışı bırakmayı amaçlayan yaklaşım ve tüm oldu-bittilere karşı oyun değiştirici bir karşılık verdiği gibi, açık deniz yerli petrol ve gaz arama-sondaj faaliyetlerini arttırarak, yerli kaynaklardan maksimum oranda faydalanma hedefi doğrultusunda da önemli bir adım attı. Daha önce de Akdeniz ve Karadeniz’de sismik araştırmalar yapan gemi, denizin 8 kilometre altındaki jeolojik yapıları inceleyebiliyor, iki ve üç boyutlu sismik veri toplayabiliyor. Brüt 4 bin 711 ton ağırlığındaki arama gemisi, yön ve pozisyon tayinini uydu haberleşmesiyle otomatik olarak yapabiliyor. Uzunluğu 84, genişliği 21,6 metre olan gemide bir helikopter pisti de bulunuyor. Ayrıca, buzullarda çalışma özelliğine de sahip gemi, dizel itici gücüyle çalışıyor. Barbaros Hayrettin Paşa, sismik ses kaynağı, yüksek özellikli katalitik çeviricileri, çift gövdesi ve su temizleme sistemleriyle çevreci gemilerden biri olarak nitelendiriliyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak, bu aybaşında açıkladığı “Milli Enerji ve Maden Politikası” kapsamında, denizlerdeki arama faaliyetlerinin yoğunlaşacağını, ayrıca MTA Oruç Reis sismik gemisinin de bölgede çalışmalara başlayacağını belirtmişti.[13]
Kaynak: http://www.hurriyet.com.tr/barbaros-isbasinda-40519426, (Erişim Tarihi: 07.08.2017)
Akdeniz’de Kıbrıs açıklarında sismik arama çalışmaları yapan Barbaros Hayreddin Paşa sismik araştırma gemisi, geçtiğimiz günlerde Akdeniz’de Magosa’daki çalışmalarını tamamlayarak, Türkiye’nin BM’ye münhasır sahası olarak ilan ettiği Güzelyurt’a hareket etti. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak, “Barbaros Hayrettin Paşa gemisinin Magosa’daki sismik çalışması bitti. Bir sonraki adım Güzelyurt. Burası kıta sahanlığı özelinde bir saha. Güzelyurt’taki bu çalışmalarla birlikte Akdeniz’de artık çok daha aktif bir rol oynayacağız. Sismik çalışmanın ardından çıkacak raporlar eşliğinde arama ve alacağımız gemiyle sondaja başlayacağız” diye konuştu.
Kaynak: http://www.takvim.com.tr/ekonomi/2017/07/15/barbaros-yola-cikti, (Erişim Tarihi: 07.08.2017)
Rum Kesimi’nin Tutumu
Bu sürecin önündeki en büyük engellerden biri ise Türkiye-Kıbrıs Rum Kesimi sorunudur. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Türkiye’nin bu konudaki tutumuna itiraz ediyor. Rum Hükümet Sözcüsü Nikos Hristodulidis, Nisan ayının başında devlet TV kanalı RIK’e verdiği mülakatta, “Boru hattının Lefkoşa’nın izini olmadan Kıbrıs’ın münhasır ekonomik bölgesinden geçemeyeceğini” açıklamıştı. İsrail Enerji Bakanlığı’nın temsilcisi ise, hem Kıbrıs, hem de Türkiye ile çeşitli boru hatları konusunda görüşüldüğünü söyledi. Kıbrıs Rum Kesimi, kendi sularında daha önce geliştirilmemiş küçük bir gaz yatağı buldu ve Rum enerji şirketleri, bölgedeki sularda daha büyük yatak arayışlarını sürdürüyor. Kıbrıs Rum Kesimi’nin, Türkiye-İsrail doğalgaz boru hattının inşaatına karşı çıkmayacağı ve bu konuyu barışçıl yollardan çözmeye çalışacağı düşünülüyor.[14]
Uluslararası camia ve Rumlar neden Türkiye’yi Doğu Akdeniz’deki enerji planlarına dâhil etme ihtiyacı duymamaktadırlar? Zira Kıbrıslı Rumların Kıbrıslı Türklerin onayını almadan adanın doğal zenginliklerinden tek yanlı olarak istifade etmesi, 1960 anlaşmaları gereğince mümkün değildir. Garanti Anlaşması halen yürürlüktedir ve bu anlaşmanın 2. maddesine göre, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasının temel maddeleriyle oluşturulan düzeni korumayı garanti etmişlerdir. Zira Kıbrıs Türk halkı da Rumlarla eşit olarak ada üzerinde egemenlik haklarına sahiptir. Nitekim eski Rum Dışişleri Bakanı Nicos A. Rolandis de şu sözleriyle bunu açıkça itiraf etmektedir: “…Size, Kıbrıslı Türklerin de petrollerde hak sahibi olduğunu teslim eden Kıbrıs Rum partileri olduğunu hatırlatayım. Ve bunun doğru olduğuna inanıyorum… Yani, petrolü bizim çıkarmamız ve Kıbrıslı Türklerin hiçbir şey almamaları adalet mi? Biz kendi büyütecimizden bakarak, adalet olduğunu zannediyoruz. Gerçekler böyle değil. Çoğu bize hak vermiyor, bunu bilmeliyiz. Biraz siyasi zekâmız olsaydı, uluslararası alanda daha iyi çalışsaydık ve doğruyu söyleseydik olgular şimdi daha iyi gelişecekti.” Yunanistan’da yayınlanan internet gazetesi To Vima’nın konuyla ilgili olarak hem Atina’ya, hem de Kıbrıs Rum Yönetimi’ne yönelik, “Bu, Türkiye için lafta değil gerçek casus belli (savaş nedeni) olur” şeklindeki uyarısının mutlaka dikkate alınması gerekir. Yine Rum politikacı Rolandis’in 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nı ve KKTC’nin kurulması ve tanınmasını hatırlatarak, “Türkiye, tehditlerini bugüne kadar maalesef hayata geçirmiş bir ülkedir” şeklindeki uyarısının da Rum yöneticiler tarafından değerlendirilmesinin yerinde olacağı kanaatindeyiz.
Rumlar, enerji konusunu ve Kıbrıs meselesini AB platformuna taşıyıp, bu kanaldan sorunu kendi lehine çözme senaryolarının bir parçası olarak ele almaktadırlar. Mesela, Doğu Akdeniz’de tek taraflı olarak 2001 yılı sonlarında başlattıkları sondaj çalışmalarının hemen akabinde Brüksel’i de bu meselenin bir tarafı haline getirmeyi ihmal etmemişlerdir. Bu kapsamda, AB’nin 2012 yılı Türkiye İlerleme Raporu’nun Kıbrıs bölümünde Rumların sözde münhasır ekonomik bölgelerinden bahsedilerek, Türkiye’nin Rumların haksız sondaj çalışmalarını engellediğinden şikâyet edilmiş ve bu paragraf 2013 yılı Türkiye İlerleme Raporu’nda da tekrarlanmıştır. Bu konunun bundan sonraki raporlarda da tekrarlanacağı aşikârdır. AB’nin 2013 yılı Türkiye İlerleme Raporu’nda şu ifadeler yer almaktadır “ … Ancak, Türkiye, GKRY’nin tüm Kıbrıslıların menfaatine münhasır ekonomik bölge içerisinde hidrokarbon arama haklarını tehdit eden açıklamalar yapmayı sürdürmüş ve GKRY tarafından lisans verilen bir AB şirketi aleyhine misilleme tedbirleri ilan etmiştir. AB, üye devletlerin, BM Deniz Hukuku Sözleşmesi dâhil, uluslararası hukuka ve AB müktesebatına uygun olarak, diğerleri yanında, ikili anlaşmalar yapma, doğal kaynaklar ile ilgili arama yapma ve bunlardan yararlanmayı da kapsayan egemenlik hakları olduğunu vurgulamıştır…”. Rumlar, içine düştükleri ekonomik krizden çıkabilmek için Doğu Akdeniz’den çıkarılacak doğalgazı bir fırsat olarak görmekte ve bu konuda çok aceleci davranmaktadır. Zira ABD Jeoloji Araştırmalar Merkezi başta olmak üzere birçok ülke ve kuruluşun yaptığı çalışmalar göstermektedir ki, Doğu Akdeniz’de toplam değeri 1,5 trilyon doları bulan 30 milyar varil petrole eşdeğer hidrokarbon yatakları bulunmaktadır.[15]
Sonuç
Yarım asırdan fazladır çözümsüz durumda bulunan Kıbrıs meselesinde 2009 senesinde İsrail’in yanı sıra Kıbrıs açıklarında 180 milyar metreküp civarında doğalgazın keşfi, sorunu bambaşka bir noktaya taşımıştır. GKRY’nin tüm adanın hâkimi iddiasıyla kendi başına belirlediği münhasır ekonomik bölgelerde yabancı enerji şirketlerine arama ruhsatı vermesi, Ankara’nın haklı olarak şiddetli protestolarına yol açmıştır. Bölgedeki devletler arasında deniz yetki sahalarının yapılacak bir anlaşmada söz konusu sahadaki tüm faktörlerin dikkate alınması suretiyle hakkaniyet prensibine göre belirlenmesi, Türkiye’nin ana tezidir. Ayrıca Kıbrıs Sorunu tam olarak çözülmeden böyle girişimlerin yapılması, Ankara’ya göre yeni gerilimlerin yaşanmasına yol açacaktır.
Temmuz 2017 itibariyle Kıbrıs’ta barış masasının bir kez daha dağılmasıyla, durum daha da karmaşıklaşmıştır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, AB üyesi olarak buranın desteğini sağlamıştır. Avrupa enerji güvenliği bağlamında kaynak ülke çeşitlendirmesinin verilen önem doğrultusunda Lefkoşa’ya destek verilmekte ve Türkiye’nin bu konudaki tehditlerinin boş olduğu vurgulanmaktadır. Öte yandan, bölgede hidrokarbon kaynaklarını araştırması için firmaları bulunan Washington, sorunun hangi yöne evrileceğini yakından takip etmektedir. Asırlardır süren sıcak denizlere inme politikası çerçevesinde, Rusya Federasyonu’nun da hem Suriye’de deniz ve hava üsleri bulundurarak, hem de GKRY’de hava üssü elde etmeye çalışarak bu noktada oyuna dâhil olması dikkatlerden kaçmamaktadır. Ayrıca Gazprom firmasının hidrokarbon kaynakları arayışı bağlamında bölgede bulunması dikkat çekici bir diğer gelişme olarak karşımıza çıkmaktadır.
Türkiye’nin Kıbrıs adası açıklarında sismik araştırma gemisi göndermesi suretiyle hidrokarbon aramaları çerçevesinde proaktif bir tutum takınması çok anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü yukarıda bahsedilen sebeplerden ötürü, Kıbrıs adası, Ankara için “batmayan bir denizaltı” yahut bir “uçak gemisi”dir. Ankara, her ne pahasına olursa olsun mevzubahis sahada çıkarlarını korumalıdır. Çünkü buranın kaybedilmesi, Türkiye’nin denizlere çıkışını engelleyecek bir unsur olup, olumsuz jeopolitik ve jeostratejik gelişmelerin yaşanmasına da yol açabilecektir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin keşfedilenden daha fazla gaz kaynağına sahip olmadığı yapılan araştırmalar neticesinde ortaya konmuştur. Ayrıca inşa edilmesi düşünülen İsrail-Yunanistan-GKRY boru hattının yanı sıra sıvılaştırılmış doğalgaz tesisi kurulması yoluyla gazın ticarileştirilmesi güvenlik ve ekonomik açıdan uygunsuzluk engellerine takılmaktadır. Tel Aviv’in gaz kaynaklarının öncelikle Avrupa piyasalarına taşınmasına yönelik yapılan değerlendirmelerin hepsinde ortaya çıkan sonuç, söz konusu kaynakların en ekonomik şekilde Türkiye üzerinden taşınmasıdır. Sonuç olarak, Ankara’nın burada gerektiği takdirde sert güç unsurlarını da kullanarak çıkarlarını sonuna kadar savunması çok mantıklı bir hareket olarak değerlendirilebilir; çünkü bölge jeopolitiği ve jeostratejik unsurları bunu gerektirmektedir. Kısacası, Doğu Akdeniz’in Kıbrıs adası üzerinde özellikle doğalgaz kaynaklarının araştırılması, çıkartılması ve dünya piyasalarına sunulmasına yönelik çok kapsamlı ve çok taraflı mücadelenin önümüzdeki yıllarda daha da şiddetleneceği öngörülebilir.
Dr. Sina KISACIK & Şeniz DENİZELLİ
[1] Atilla Sandıklı, Orhan Dede, Türkan Budak ve Bekir Ünal, “Doğu Akdeniz Enerji Keşifleri ve Türkiye”, içinde Bölgesel Sorunlar ve Türkiye, Atilla Sandıklı ve Erdem Kaya (ed.), İstanbul: Bilgesam Yayınları, 2016, ss. 4-5.
[2] Sandıklı, Dede, Budak ve Ünal, “Doğu Akdeniz Enerji Keşifleri ve Türkiye”, ss. 5-6.
[3] Hüseyin Işıksal, “Türkiye-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (Kıbrıs Cumhuriyeti) İlişkileri: Geçmişin Prangaları Arasında Gelecek Arayışları”, içinde Mavi Elma: Türkiye-Avrupa İlişkileri, Ozan Örmeci ve Hüseyin Işıksal (ed.), Ankara: Gazi Kitabevi, 2016, s. 268.
[4] 1958 senesindeki Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin V. kısmında 55-75. maddeler arasında yer almaktadır. Söz konusu sözleşmeye şuradan erişilebilir: http://denizmevzuat.udhb.gov.tr/dosyam/denizhukuku.pdf, (Erişim Tarihi: 08.08.2017).
[5] Soyalp Tamçelik, “Doğu Akdeniz’de Enerji Keşifleri ve Kıbrıs, içinde Uluslararası Güvenlik: Yeni Politikalar, Stratejiler ve Yaklaşımlar, Hasret Çomak, Caner Sancaktar ve Sertif Demir (ed.), İstanbul: Beta Basım Yayım Dağıtım, 2016, ss. 258-259.
[6] Tolga Demiryol, “Kıbrıs’ta Enerji Diplomasisi ve Güvenlik”, içinde Enerji Diplomasisi, Hasret Çomak, Caner Sancaktar ve Zafer Yıldırım (ed.), İstanbul, Beta Basım Yayım Dağıtım, 2015, ss. 266-268.
[7] Soyalp Tamçelik, “Doğu Akdeniz’de Enerji Keşifleri ve Kıbrıs, ss. 259-260.
[8] Mesut Hakkı Caşın, Modern Uluslararası Hukukun Temel Esasları Cilt 1, İstanbul: Legal Yayıncılık, 2013, ss. 770-775.
[9] Hüseyin Işıksal, “Türkiye-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (Kıbrıs Cumhuriyeti) İlişkileri: Geçmişin Prangaları Arasında Gelecek Arayışları”, ss. 269-270.
[10] http://petroturk.com/makale/dogu-akdeniz-gazi, (Erişim Tarihi: 07.08.2017).
[11] https://www.haberler.com/basbakan-binali-yildirim-kibris-adasi-etrafindaki-9814390-haberi/, (Erişim Tarihi: 07.08.2017).
[12] https://www.haberler.com/basbakan-binali-yildirim-kibris-adasi-etrafindaki-9814390-haberi/, (Erişim Tarihi: 07.08.2017).
[13] http://www.aljazeera.com.tr/haber/akdenizde-petrol-ve-dogalgaz-aramalarina-baslandi, (Erişim Tarihi: 07.08.2017).
[14] http://www.gunes.com/ekonomi/turkiyeden-kritik-aciklama-rum-kesiminin-onayina-gerek-yok-780493, (Erişim Tarihi: 07.08.2017).
[15] http://nejatcogal.com/2015/04/02/kibrista-dogalgaz-senaryolari/, (Erişim Tarihi: 07.08.2017).