SOĞUK SAVAŞ SONRASI ATLANTİKÇİ VE AVRASYACI EĞİLİMLER ARASINDA TÜRK İSTİHBARATI

upa-admin 05 Kasım 2017 3.699 Okunma 0
SOĞUK SAVAŞ SONRASI ATLANTİKÇİ VE AVRASYACI EĞİLİMLER ARASINDA TÜRK İSTİHBARATI

Giriş

İstihbarat faaliyetleri popüler kültürde daha çok casusluk ve karşı casusluk eylemleri olarak tahayyül edilse de, İngilizce kelime kökeni itibariyle “intelligence”, akıl ve zeka kelimesinden türemiştir. Bu anlamda, istihbarat, elde edilen bilgilerin akıl, zeka ve analitik düşünme süreçlerinden geçirilerek işlenmesi ve ülkelerin güvenliği, bekası ve vatandaşlarının esenliği için yapılması zorunlu ve hayati olan üst düzey bir faaliyettir. İstihbarat faaliyetinin tek başına bir devletin yolunu aydınlatmaya ve haritasını çizmeye muktedir olduğu algısı da yine bir başka galat-ı meşhurdur. Evet, istihbaratın amacı devletlerin hata yapmasını, yanlış politikalar izlemesini ve vatandaşlarına yönelecek tehditleri bertaraf etmektir ve istihbarat servisleri bu amaca dönük olarak çalışırlar. Buna rağmen, istihbarat faaliyetleri ancak politika yapıcılara yol gösterici ve ufuk açıcı bir işleve sahiptir.[1] Bu anlamda baktığımızda, istihbarat faaliyetlerini tarihi süreç içerisinde yerine oturtmak ve Soğuk Savaş sonrası yeniden şekillenme sürecinde sancılar yaşayan dünya politik sistemi içerisinde Türk istihbaratının gerekliliklerini ortaya koymak ihtiyacı bulunmaktadır.

Soğuk Savaş

Adına Soğuk Savaş denilen dönem, kısaca İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra iki süper güç olarak ortaya çıkan Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği etrafında kümelenmiş ülke gruplarının arasında yaşanan askeri, siyasi, iktisadi ve kültürel rekabet dönemidir. Süreç boyunca hiçbir zaman iki süper güç doğrudan karşı karşıya gelmemiş, çatışma ve savaşlar vekalet savaşları şeklinde yürütülmüştür. Dönem boyunca iki blok arasındaki diplomatik ilişkiler neredeyse sıfır düzeyine inmiş ve dönemin belirleyici unsuru güç mücadelesi olmuştur.[2]

Soğuk Savaş henüz başlamadan önce, Türkiye, Batı bloğunda yer alacağının sinyallerini vermiş ve Birleşmiş Milletler’in kurucu üyelerinden olmuştur. İsmet İnönü’nün önceki örneklerini Lozan görüşmeleri sırasında -dünya diplomasi literatürüne girecek şekilde- izlediği inatçı ve kararlı dış politika, İkinci Dünya Savaşı sırasında da sürmüş ve savaşın gidişatına göre 1939-1942 yılları arasında Mihver Devletleri’nin, 1942-1944 yılları arasında ise Müttefik devletlerin yoğun ısrar ve baskılarına rağmen Türkiye savaş dışı kalmayı başarmıştır. İsmet Paşa’nın ihtiyatlı ve maceradan uzak dış politika anlayışının belki de tek büyük zararı, Sovyet Birliği’nden gelecek bir işgal tehdidini olduğundan fazla büyütmesi ve çok fazla Batı bloğu yanlısı bir siyaset izlemesi olmuştur. Stalin’in gereksiz özgüveni ve tahakküm kurma düşüncesi ise, hem Tito gibi bir milli kahramanın lideri olduğu Yugoslavya’yı, hem de İsmet Paşa gibi bir diplomasi üstadının başında olduğu genç Türkiye Cumhuriyeti’ni fazlasıyla Batı bloğuna yanaştırmıştır. Hatırlayınız; Stalin, Tito’nun bağımsızlık yanlısı düşüncelerine yönelik olarak “parmağımı oynatırım, ortada Tito kalmaz” diyecek kadar kendini kaybetmiş durumda idi.[3] Bu tavrın sosyalist blok açısından yarattığı sıkıntılar, -Stalin’in İkinci Dünya Savaşı sırasında gösterdiği kararlı ve dirayetli duruşu takdir etmekle birlikte- günümüze kadar gelmiştir.

James Bond filmlerine konu olacak denli uzun ve köklü olan bir hadise olan istihbarat, Soğuk Savaş sırasında dünyada kurumsallaşmış ve grift hale gelmiştir. Teknolojinin gelişimine paralel olarak, istihbarat alma sürecinde kullanılan araçlar da sürekli gelişmiştir. Yalnızca insan istihbaratına dayalı ya da savaş dönemlerine özgü istihbarat metodları son derece azalmıştır. İstihbarat metodu, daha çok ülkelere dışarıdan gelebilecek tehditleri önleme amacına dönük olarak yabancı ülkelerdeki gelişmeleri takip etme, raporlama, ilgili ülkelerin her türlü analizinin çıkarılması, geçmiş siyasal gelişmeleri ve gelecek öngörüleri yapma olarak konumlanmıştır.[4] Soğuk Savaş boyunca iki blok tarafından yürütülen amansız istihbarat savaşı öylesine ayyuka çıkmıştı ki, Sovyet lideri Nikita Kruşçev, 1962 yılında Japon Komünist Partisi Başkanı Sanei Nozaka’ya yazdığı ve Batı’ya bir mesaj olmasını düşündüğü mektupta “Sovyetler Birliği hiç kimseye saldırma niyetinde değildir. Bu yüzden casusluk işlerine girişmeye de niyeti yoktur.” diyecektir.[5] Moskova Radyosu’nda bu mektup okunduğu sırada dahi, iki bloğun istihbaratçıları da görevinin başındaydı ve askeri, bilimsel ve siyasal istihbarat toplamakla meşguldüler.

Soğuk Savaş sırasında ideoloojik bir çerçevesi olan istihbarat faaliyetleri, Soğuk Savaş’ın bitiminden itibaren ülke çıkarlarını önceleyen bir şekilde yeniden konumlandırılmaya başlanmıştır. Sovyetler Birliği’nin, dolayısıyla Batı bloğu tarafından amansız düşman olarak tanımlanan komünizmin olmadığı ya da eskisi gibi bir blok tarafından topyekün temsil edilmediği bir dünyada istihbaratın rolü ne olacaktır? Bu sorunun yanıtına geçmeden önce Sovyetler Birliği’nin çöküşünden 11 Eylül saldırılarına kadar olan süreçteki 11 yıllık dönemden bahsetmek gerekir. Sovyetler Birliği dağıldıktan ve “Demir Perde” ortadan kalktıktan sonra ciddi bir paradigma boşluğu oluşmuş, bu paradigma boşluğunda Orta Avrupa’da faşist eğilimli kalkışmalar onbinlerce insanın ölümüne sebep olmuş ve eski Sovyet ülkeleri kapitalizmin yağmasına maruz kalmıştır. Rusya’nın kendisi bile Amerikan yanlısı oligarklar tarafından deyim yerindeyse parsellenmiştir. Bu dönemde komünizmin yerini aşırı dinci örgütler almış, Orta Doğu’da sol ve milliyetçi akımların gerilemesi ise, buralarda bu aşırı dinci örgütlerin zemin bulmasına yol açmıştır. Öyle ki, bütün dünya solun kalbi 60’lı ve 70’li yıllarda Filistin direnişi ile birlikte atmaktayken, 80’li yıllardan itibaren Filistin’de direniş örgütlerinin niteliği değişmiş ve sol-sosyalist örgütlerin yerini Hamas ve İslami Cihat gibi aşırıcı örgütler almıştır. Bu durum, dünya “sol”unun Filistin’e olan ilgisini azalttığı gibi, Filistin direnişinin meşruiyetini de sarsmıştır.

Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a -Afganistan’daki seçilmiş Marksist hükümetin talebiyle- girmesinden sonra buradaki cihatçı gruplara milyonlarca dolar yardım yapmış ve adeta kendi yarattıkları canavarla yıllar sonra karşı karşıya kalmışlardır. Hatta öyle ki, “Demir Lady” lakaplı eski Birleşik Krallık Başbakanı Margaret Thatcher, Afganistan’daki cihatçı gruplara şöyle hitap ediyordu: “Şunu söylemek isterim ki, Özgür Dünya’nın kalbi sizlerledir”.[6] Neticede böyle beslenip büyütülen bir cihatçı kütlesi, 11 Eylül 2001’de Amerika Birleşik Devletleri’ne saldırıyor ve bugün de Avrupa’nın çeşitli yerlerinde dehşet saçan yöntemlerle terör saldırıları düzenliyor. Bugün Avrupa’nın muhtelif kentlerinde yaşanan ve adına “Yalnız Kurt” eylemleri denilen cihatçı dalga, özellikle Sovyetler Birliği’ne karşı ABD ve Birleşik Krallık’ın sponsorluğunda gelişmiştir.

Bütün bunların dışında, Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra 2000’li yılların ikinci yarısından itibaren kendini toparlamaya başlayan bir Rusya ve gittikçe daha fazla ve hızla gelişen bir Çin olgusuyla karşı karşıya bulunmaktayız. Dünya, yavaş yavaş yeni bir döneme doğru adım adım ilerliyor. Bu dönemin nasıl bir siyasi atmosfere evrileceği ve ne tür ittifaklar kurulacağı net olarak kestirilemez. Fakat şunu tahminen söyleyebiliriz ki, dünya çok kutuplu bir siyasal ortama doğru evriliyor.

Nasıl Bir İstihbarat?

Böyle bir ortamda, Türk istihbaratının nerede durması ve nasıl yapılandırılması gerektiği gibi sorular masaya konulmalıdır. Bu sorulara cevap ararken, evvela Türkiye Cumhuriyeti devletinin gereklilikleri ve Mustafa Kemal Atatürk’ün çizdiği rotaya oturmak gerekmektedir. İlk olarak, Türkiye Cumhuriyeti devleti yüzünü her daim uygar dünyaya dönmekle mükelleftir. Bu istikamet, Türkiye’yi komşularıyla, Rusya’la ve Çin ile yakın ilişki kurmaktan alıkoymayacağı gibi, Batı’nın tahakkümü altında olmasını da gerektirmez. Uluslararası hukuk denilen hadise güçlünün hukukunu temsil ettiği için, Türkiye, herşeyden evvel iktisadi, siyasi ve kültürel olarak bağımsızlığını ele almalıdır. Güçlü devlet olmanın ilk koşulu, güçlü bir ekonomi ve güçlü bir ordudur. Hemen bunların akabinde, güçlü ve kendi istihbaratını kendi sağlayan bir milli teşkilat yapısı gelmektedir. Türkiye Cumhuriyeti devleti, taşıma istihbaratla yönetilemeyecek kadar hassas bir coğrafyada bulunmaktadır. İstihbarat faaliyetlerinin evvela Soğuk Savaş dönemi mantığından arındırılmak suretiyle, “devletler için ebedi dost ve ebedi düşman olmaz” düşüncesinden hareketle yürütülmesi gerekir. Ancak Soğuk Savaş döneminde özellikle 1950’li yıllardan itibaren Amerikan istihbaratının kök saldığı bir istihbarat yapısına sahibiz. İsmet Paşa’nın ihtiyaten yaptığı Batı bloğuna entegre olma hamlesi, bu süreçte Demokrat Parti döneminde bir dış politika enstrümanı haline gelmiş ve kantarın topuzu esas bu dönemde kaçmıştır.  Türkiye, NATO üyesi olduktan sonra, örgüt şemsiyesi altında diğer istihbarat servisleri ve özellikle Amerikan istihbaratıyla yakın çalışmalar içine girmiştir. Bu dönemde 1959’da kurulan CENTO (Central Treaty Organization – Merkezi Anlaşma Örgütü) incelenmeye değerdir. Bu örgüt şemsiyesi altında üye ülkelerin Amerika Birleşik Devletleri ile imzaladığı ikili anlaşmalar tamamen ABD lehineydi. Hatta öyle ki, CENTO üyesi ülkelerde ortaya çıkacak olası iç karışıklıklara ABD’nin müdahale hakkı bile sağlamaktaydı. Bu dönemde CENTO bütçesinden fonlanan birçok yazar, Amerikan çıkarları dairesinde basın-yayın faaliyeti yürütmekteydi.

Türk istihbaratı üzerindeki Amerikan nüfuzu, 1965’te İsmet Paşa’nın yaptığı bir konuşmada açık seçik ortaya koyuluyor: ‘‘Daha bağımsız ve şahsiyetli bir dış politika izlenmesini istiyorsunuz. Herkes aynı şeyden bahsediyor. Nasıl yapacağım ben bunu?  Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar etraflıca çalışma yapacaklar, teklifler hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu? Hepsinin etrafında uzman denilen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar, muvaffak olamazlarsa işi sürüncemede bıraktırmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar. Bir görev veriyorum; neticesi bana gelmeden Washington’un haberi oluyor. Sonucu memurumdan önce sefirimden öğreniyorum. Böyle mi teslim ettik biz devleti? Bana şimdiye kadar bunlar tarafından hazırlanmış, derdimize deva bir rapor göstermediler. Hepsi yasak savma kabiliyetinden şeyler. Ne yapıyorsak biz yine kendi elemanlarımızla yapıyoruz. Peki bu binlerce adam ‘avara kasnak’ gibi dolaşmıyor. Elbette kendileri için önemli hedefleri var. İstiklal Harbi’nden sonra sulh anlaşmasında esas mücadele bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa hudutlar meselesi fiili bir durumdu. Tazminat işini biz devletlerle aramızda hallederdik. Bütün mücadelemiz idaremize tasallut  yüzünden oldu. Bir tek uzman vermek için büyük ödünler vermeye hazırdılar. Dayattık. Biz onların ne için ısrar ettiklerini biliyorduk. Onlar bizim niçin inatla reddettiğimizi biliyorlardı. Böyledir bu işler. Peygamber edasıyla size dünyaları vaat ederler. İmzayı attınız mi ertesi gün gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök. Gitmezler. Ancak bu meselenin üzerine vakit geçirmeden eğilmek lazım. Yoksa bağımsız dış politika güdemeyiz. Fakat zannetmeyiniz ki kolay bir iştir. Savuşturulan iki-üç badire bunun yanında çok kolay kalır. Teşebbüs ettiğimiz zaman başımıza neler geleceğini kestiremem.”[7]

Bugün görmekteyiz ki, dost ve müttefik olarak kabul edilen Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından terör örgütü olarak kabul edilen örgütlere açık bir şekilde destek vermekten kendisini alamamaktadır. Böyle bir durum karşısında her devlet buna bir tepki koymakla mükelleftir. NATO dediğimiz örgüt yapısı, bu ülkenin askeri bürokrasisine de istihbarat yapılanmasına da sirayet etmiş durumdadır. Öyleyse böyle bir durumda bence NATO’nun sorgulanma vakti de gelmiştir. Bu, ulusal çıkarlarını düşünen her egemen devletin yapması gereken bir şeydir. NATO müttefiklerinin bu konuda daha ciddi şekilde uyarılması, eğer bu uyarılardan sonuç alınamazsa daha ciddi ve köklü kararların hayata geçirilmesi gerekebilir.

NATO ile durum bu iken, Karadeniz’in kuzeyi için de aynı şeylerden bahsetmek gerekir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi devletler için ebedi dost da ebedi düşman yoktur. Rusya ile Türkiye arasında, herşeyden önce coğrafi yakınlık ve enerji ticareti gibi faktörler nedeniyle iyi ilişkiler tesis etmek iki bölge ülkesinin de çıkarınadır. Fakat bu iyi ilişkiler, asla bağımsız ve egemen devlet olma ilkelerinden taviz vermek anlamına gelemez.

Bunları söyledikten sonra, Türk istihbaratı için en hayati konu kanımca net bir istihbarat rotası çizilememiş olmamasıdır. Türkiye Cumhuriyeti devleti, kaynakları, konumu, nüfusu, yüzölçümü ve gelenekleri itibariyle emperyal devlet olma kapasitesine sahip değildir ve böyle bir niyeti de yoktur. Dolayısıyla, bizim istihbarat teşkilatımız için en hayati konu kontr-espiyonaj yani karşı-casusluk faaliyetleridir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin ilk misyonu, kendi iç huzurunu sağlamak, korumak ve vatandaşlarına huzurlu ve yaşanabilir bir ülke temin etmektir. İkinci görevi ise, bölgesinde huzurlu ve istikrarlı komşuların varlığını sağlamaktır. Çünkü komşularından kendisine yönelebilecek her türlü tehdidi bertaraf edebilmesi, göç ve kaçakçılık gibi hadiselerin önlenebilmesi buna bağlıdır. Yani Türkiye, emperyal devletlerin oyun sahasında bulunan bir orta büyüklükte devlet (OBD) olarak esasen savunma durumundadır. Dolayısıyla, istihbaratını da buna göre düzenlemesi ve ülke içinde ve yakın bölgesinde bulunan casusluk faaliyetlerine karşı önlemler alması en elzem konudur. Bunun için güçlü bir sınır güvenliği, sınır bölgelerinde konuşlu silahlı kuvvetler, gümrük muhafaza ekipleri ile tam bir koordinasyon içinde çalışılmalıdır.

Bunlara ek olarak, Türk istihbaratı kesinlikle ve kesinlikle komşu ülkelerde, özellikle sınır komşusu olduğumuz ülkelerle ilgili ciddi bir takip, izleme ve dosyalama yapmalıdır. Bütün bunlar da yetmez; aynı zamanda bölgede yaşanan olaylar ve komşusu olduğumuz ülkelerde cereyan eden çatışmalar dolayısıyla anlık saha takibi yapılmalıdır. Sahada çalışacak personel bölgeye hâkim olmalı ve bölgede konuşulan dillerden en az birini bilmelidir. Bu konuda Türk Silahlı Kuvvetleri ile istihbarat teşkilatı (MİT) arasında tam bir uyum olmalıdır. Kullanılan bilgisayar sistemlerinin tamamen milli yazılımlarla donatılması, İHA ve SİHA örneğinde gördüğümüz gibi hayati önem taşımaktadır. Ayrıca personel seçiminde tam bir liyakat esas alınmalı, dünya meselelerine hakim, dil bilen ve belli konularda uzmanlaşmış kişiler istihbarat ağına dahil edilmelidir.

Psikolojik harp, kitlelerin moralini bozmak, savaşma azim ve kararlığını dağıtmak ve düşmanı manevi olarak çökertmek için yapılan her türlü propagandaya verilen isimdir. Günümüzde, psikolojik harp, her an ve her yerde yapılmaktadır. Buna karşı bir hamle yapabilmek adına, istihbaratla koordineli çalışacak düşünce kuruluşları ve akademisyenlere ihtiyaç duyulmaktadır. Bu kuruluşların amacı, halkın moralman düşmesini engellemek, propagandaya karşı akılcı ve halkı tatmin edecek bilgiler vermek olacaktır. Bu düşünce kuruluşlarının yurtdışı faaliyetleri ve lobi çalışmaları, ilgili ülke misyon temsilciliği ve istihbaratla koordine şekilde icra edilecektir. Son olarak, bütün bu çalışmaların, insan haklarını gözeten bir şekilde ve demokratik sistem içerisinde yürütülmesi gerekmektedir.

 

Onur BİGAÇ

 

 

[1] Ümit Özdağ, “Stratejik İstihbarat”, Avrasya Dosyası Dergisi- İstihbarat Özel, Cilt: 8, Sayı: 2, 2002, ss. 109-149.

[2] Oral Sander, Siyasi Tarih 1918-1994, 27.bs., Ankara, Mart 2017, s. 224.

[3] Sander, s. 239.

[4] Sherman Kent, Stratejik İstihbarat, 1.bs., Asam Yayınları, 2003, s. 51.

[5] John Barron, KGB, The Secret work of Soviet Secret Agents, (çev. Celal Bayrak), 1974, İstanbul, s. 228.

[6] https://www.youtube.com/watch?v=wAUdupZlzwo.

[7] Tuncay Özkan, Bir Gizli Servisin Tarihi Milli İstihbarat Teşkilatı, 1.bs., İstanbul, Mayıs 1996, s. 154.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.