Kitabın Künyesi: Tanıl Bora, Cereyanlar Türkiye’de Siyasi İdeolojiler, İstanbul: İletişim Yayınları, 2017.
Türkiye’de entelektüel yaşama sunmuş olduğu kendine özgü katkılarla dikkat çeken Tanıl Bora, Cereyanlar Türkiye’de Siyasi İdeolojiler adlı eserinde, Türkiye’deki düşünce hayatını etkilemiş olan birbirinden farklı ideolojileri tarihsel gelişimine bağlı kalarak teorik bir yaklaşımla aktarmaktadır. Bu yazıda ise, Bora’nın kaleme aldığı “Kemalizm” bölümünün bir değerlendirmesi yapılmıştır.
Cereyanlar
Tanıl Bora, ilk olarak “Atatürkçülük Nedir?” isimli derleme kitaba atıfta bulunarak, Atatürkçülüğün ve Kemalizm’in özünü ele almıştır. Bu noktada, Bora, farklı yazarların onu nasıl tanımladığına referansta bulunarak çözümleme yoluna gitmiştir. Yazar, Çetin Altan’ın halkçılığı, Attila İlhan’ın ise devrimciliği ön plana çıkardığını belirtilirken, öte yandan şair Melih Cevdet Anday’ın Atatürk devrimlerini benimseyenlerle benimsemeyenler arasındaki bölünmesine dikkat çekmiş ve devrimleri benimseyenlerin devrimci, laik, ulusçu ve çağdaş olarak adlandırıldığını, bunları benimsemeyenlerin ise saltanatçı, şeriatçı ve ırkçı olarak tanımlandığına vurgu yapmaktadır. Zira Kemalizm algısı, yazara göre, onu destekleyenlerle desteklemeyenler arasında uzun süre bu ayrım temelinde şekillenmiştir.
Mustafa Kemal ikonunu da ele alan yazar, Kemalizm’in Atatürk kültünden soyutlanarak ele alınamayacağını belirtmektedir. Atatürk imgesi başlı başına bir söylemi ifade ederken, aynı zamanda Cumhuriyet’in kuruluşundan beri bu imge “kutsal” olarak gösterilmektedir. Bu bakımdan Ziya Gökalp’in 1922’de Mustafa Kemal’e hitap eden “İstida” şiirinde onu milletin velisi olarak tanımladığına değinen Bora, Mustafa Kemal’e iliştirilen metafizik unsurların onun üzerinden dinsel bir hâleye dönüştüğünü vurgulamaktadır. Zira Atatürk imgesinin sistematik olarak yeniden üretilmesi bir tür seküler kutsallık inşasıyla ifade edilmektedir. Bu durumun aynı zamanda Kemalist laisizmle çeliştiğini ifade eden yazar, Atatürk imgesinin kutsallaştırılmasının Cumhuriyet tarihi boyunca birçok kez hayata geçirildiğini aktarmaktadır. Ancak erken Cumhuriyet döneminde 1938 yılının sonrasına dikkat çekilerek, İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde Atatürk kültünün yeniden üretiminde bir gerileme yaşandığı vurgulanmaktadır.
Atatürk kültünün manivelası ise, Tanıl Bora tarafından, askeri müdahaleler olarak aktarılmaktadır. Öyle ki, siyasi iktidarları istikrarı bozmak ve Cumhuriyet’in kurucu değerlerini tehlikeye atmakla suçlayan darbecilerin kendi eylemlerini Atatürk imgesiyle meşrulaştırdığına dikkat çekilmektedir. Bu durumun ilk yansımasının 27 Mayıs 1960 darbesiyle gerçekleştiğini ifade eden Bora, asıl doruk noktasının 12 Eylül 1980 darbesiyle meydana geldiğini belirtmektedir. Keza 12 Mart 1971 muhtırasında ve 28 Şubat’ta Refah Partisi’ni hedefleyen müdahalelerde de Atatürk imgelemi başı çekmektedir. O halde, Atatürk imgesi, zamanın değişen politik gereksinimlerine göre farklılaşmaktadır.
Tanıl Bora
Mustafa Kemal’in salt kendisinin değil, sözlerinin de ikonlaştırıldığını belirten yazar Tanıl Bora, Mustafa Kemal’in düşünce dünyasının hangi parametrelere yaslandığını analiz etmektedir. Bu noktada Mustafa Kemal’in 1927 yılında yazıp Meclis’te okuduğu Nutuk ile çeşitli açıklamaların yer aldığı Söylev ve Demeçler iki temel kaynak olarak sunulmaktadır. Nutuk’un bir iç hesaplaşma anlatısı olduğunu aktaran yazar, parti içi ve dışı muhalefetin tasfiyesinin, tek parti rejiminin inşasının nasıl meydana geldiğinin izleklerinin bu kitapta yazılı olduğunu belirtmektedir. Ancak aynı zamanda dönemsel bir işlevi olan Nutuk’un 1950’den sonra yeniden basılmaya gereksinim duyulmadığının ve kutsal kitap muamelesi görmediğinin altı çizilmiştir.Nutuk’un yüceltilmesinde askeri darbelerin de önemini vurgulayan Bora, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Nutuk’un bütün “izm“leri afaki kılan bir “bilgelik kitabı” olarak konumlandırıldığını vurgulamaktadır.
Mustafa Kemal’in düşünce dünyasının yazarlar tarafından nasıl anlamlandırıldığını da aktaran Bora, Falih Rıfkı Atay’ın ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Atatürk’ü tanımlayan ifadelerine atıfta bulunmuştur. Mustafa Kemal, bu yazarlarca soyuttan ziyade somut, teorikten öte pratik oluşuyla aktarılırken, aynı zamanda düşünce dünyası “realizm”le ifade edilmektedir. Keza Atatürk’ün iradeciliğinin ve öncülüğünün de ön plana çıktığını belirten yazar, Mustafa Kemal’in fikriyatının gelişmesinde Osmanlı’nın son dönemlerindeki tartışmalarının etkili olduğunu belirtmiştir. Bu bakımdan manevi esin kaynağı olarak Namık Kemal gösterilirken, fikri ilham kaynağı olarak ise Ziya Gökalp’in ismi geçmektedir. Mustafa Kemal’in düşünce dünyasını modernizm ve milliyetçilik üzerinden açıklayan Bora, modernizmin anlatılarını benimseyen Mustafa Kemal’in bir ulus-devlet inşa ettiğine dikkat çekmektedir. Ayrıca modernizmin evrenselciliğiyle milliyetçiliğin özgücülüğü arasında bir gerilim olduğu aktarılarak, bu durum Kemalizm’in açmazı olarak ortaya konulmuştur.
Yazara göre, Mustafa Kemal’in meclis egemenliğini ve milletin var olma mücadelesini ön plana çıkaran sözleri üzerinden, ayrıca, somut millet ile soyut millet arasında mukayeseli bir analiz yapılmıştır. Bu bakımdan milli iradeyi yücelten sözlerin soyut milleti kapsadığını belirten Bora, somut millet olarak kavramsallaştırılan durumun halktan ibaret olduğunu ifade etmektedir. Bu paradoks, demokrasi ile milliyetçilik arasındaki zaviyeyi belirlerken, aynı zamanda milliyetçi ideolojinin, egemenliğin halk tarafından kullanılmasına rıza göstermeyen yanını tanımlamaktadır. Nutuk ve Erzurum Kongresi’ndeki ifadeler çözümlenerek, halk-millet arasındaki ayrışmada, halkın, milli bilinci içselleştirdikçe millet olacağı vurgulanmaktadır. Nitekim Kemalizm’in de “temiz” ama saf, cahil kalmış, aldatılmaya açık milleti eğitme-yetiştirme projesiyle halkı milleti dönüştürme davası olduğunu aktaran yazar, bu durumun tipik Jakoben bir anlayışı temsil ettiğini ifade etmektedir. Dolayısıyla, Kemalizm’in Mustafa Kemal imgesi, ruhu demokrat, ancak demokrasinin de terbiye meselesi olduğunu bilen ve bu bakımdan milleti olgunlaştırmayı kendisine şiar edinen bir “veli” pozisyonundadır.
Kemalist ideolojinin öğelerini inceleyen yazar, ilk olarak Türk inkılabını ve miladi söylemi ele almaktadır. Türk inkılabının, Fransız Devrimi ve Sovyet Devrimi’yle karşılaştırılmasının erken Cumhuriyet döneminin söylemleri için vazgeçilmez olduğunu aktaran Bora, bu mukayesede Türk inkılabının gerek evrenselliği, gerekse de biricikliğiyle yüceltildiğini belirtmektedir. Bu noktada tek parti döneminin kilit isimlerinden biri olan Recep Peker’in sözlerine atıfta bulunularak, inkılabın biricikliğinin salt politik ve iktisadi olmadığı, aynı zamanda içtimai ve kültürel boyutları da kapsadığı vurgulanmaktadır. Bu durumun gerekçesi olarak da, inkılabın sınıf temelli değil, tamamen milli bir devrim oluşu gösterilmektedir.
Recep Peker’in düşüncelerine yer vermeye devam eden yazar, Türk inkılabının Fransız ve Sovyet muadillerine göre kargaşa üzerinden değil, nizam-intizam içerisinde gerçekleştiğini alıntılamaktadır. Kemalist inkılabın miladi bir söylemi inşa ettiğine değinen Bora, Mahmut Esat Bozkurt’un fikirlerine yer vererek, inkılabın en çok Tanzimat ve Meşruiyet dönemleriyle sorun yaşadığını söylemektedir. Bu bakımdan, ayrıca, Osmanlı’da 19. yüzyıldan 20. yüzyılın ilk yarısına kadar gerçekleşen modernist dönüşümün Kemalist ideoloji tarafından önemsizleştirildiğine de değinilmektedir. Bu anlamda Kemalizm’in süreklilik-kopuş diyalektiğini kopararak, tarihi kendisiyle başlatan bir kopuş ideolojisini meydana getirdiğinin de altı -eleştirel bir gözle- çizilmektedir.
Kuşkusuz ki, yeni bir dönemi temsil eden bu kopuşun en büyük simgesi olarak da yeni başkent Ankara gösterilmektedir. Yoksul ve ilkel mahalleleriyle bozkırın ortasında yoktan var edilmiş bir modernlik sembolü olarak Ankara’nın önemine değinen Bora, Aka Gündüz’ün Ankara’yla ilgili tespitlerine yer vererek, şehir inşa etme projesinin insan ve toplum yaratma projesiyle örtüştüğünü açıklamaktadır. Kemalist inkılabın demokrasiye bakışını dönemin İçişleri Bakanlığı görevini de ifa etmiş olan Şükrü Kaya’nın demokrasiyi “devleti takviye eden bir kuvvet” olarak tanımlayan sözleriyle ele alan yazar, demokrasinin hedeflerinin detaylandırıldığı bu söylemin zaman içerisinde yerini “halkı eğitme” idealine bıraktığını aktarmaktadır. Bu noktada Cumhuriyet Gazetesi’nin kurucusu olan Yunus Nadi ve oğlu Nadir Nadi’nin “bilgisizlik ve gözlerine perde inmiş” diye nitelendirdiği “halk” tanımlamalarına yer verilmektedir. Kemalist elitin bu sözlerinin İslamcı muhafazakârlık tarafından eleştirildiğine değinen Bora, Ankara Valiliği de yapmış olan Nevzat Tandoğan’ın solcu gençler için söylemiş olduğu “Size ne oluyor, memlekete komünizm lazım olursa onu biz getiririz!’” ifadelerine atıfta bulunarak, “halka rağmen halk için inkılap” felsefesinin radikal boyutlarını göstermektedir.
Kemalizm’in siyasi felsefesini “Muhafazakâr Cumhuriyetçilik” kavramıyla açıklayan Bora, 1946’da başlayan çok partili hayattan günümüze kadar CHP’nin bu felsefeden pek de fazla uzaklaşamadığını aktarmaktadır. Yine de Kemalizm’in politik felsefesinin salt CHP’ye ve orduya özgü olmadığına değinilerek, merkez sağ geleneğin de bu çizgiye yakın olduğu belirtilmektedir. Nitekim Celal Bayar’ın “Atatürk, seni sevmek milli ibadettir” sözünden dolayı değil, bu çizgiyi benimsediği için Kemalist olduğunu aktaran yazar, Bayar’ın Türkiye’de sınıfsal kültür olmadığı ve iktidarın hiçbir azınlık zümrenin elinde toplanmadığı için kuvvetler ayrılığına ihtiyaç olmadığına ilişkin ifadelerine de bu noktada yer vermektedir. Kemalist ideolojinin unsurlarını çözümlemeye devam eden Bora, tek parti rejiminin inşasını, 1925’teki Şeyh Said İsyanı’ndan sonra çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu’na bağlamaktadır. Bu kanun ile Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılmış, İstiklal Mahkemeleri kurulmuş ve basın zapturapt altına alınmıştır. Aynı zamanda Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyiminin yaşattığı hayal kırıklığıyla birlikte dünya ekonomisindeki bunalımın, rejimin kendisini güçlendirme konusunda büyük bir gayrete sevk ettiği belirtilmektedir. 1931-1935 yılları arasındaki bu gidişatın otoriterlikten totaliterliğe evirildiği aktarılarak, bu dönemde Türk Ocakları’nın, Türk Kadınlar Birliği’nin, Mason localarının ve Türk Spor Kurulu’nun kapatıldığına değinilmiştir. Bu derneklerin kapatılma gerekçesinde CHP’nin ilke ve ülküleriyle bir farklılık taşımadığı dolayısıyla varlık sebeplerinin ortadan kalktığı vurgulanmaktadır.
Totaliter istekler, 1935 CHP Kongresi’nden sonra İçişleri Bakanlığı bürokrasisiyle parti örgütlenmesinin birleşmesi ve 1939’da meydana gelen tüzük değişikliğinin bir tezahürü olan parti-devlet bütünleşmesiyle açığa çıkmaktadır. Bu noktada asıl olanın parti mi, yoksa devlet mi olduğunu sorgulayan Tanıl Bora, o dönemde dünyada sosyalist Sovyetler Birliği, nasyonal sosyalist Almanya ve faşist İtalya’da partinin ağırlık kazandığına değinmektedir. 1930’lı yıllarda Kemalist seçkinci grup içerisinde faşizm ve nasyonal sosyalizmin bazı kesimlerce sempatiyle karşılandığını da belirten Bora, bu durumu Falih Rıfkı Atay’ın Mussolini ve Franco’yu öven sözlerine yer vererek örneklendirmektedir. Aynı zamanda tek parti döneminin sembol isimlerinden biri olarak görülen Recep Peker, faşizme yatkınlık konusunda baş temsilci olarak sunulmaktadır. Peker, ihtiraslı bir anti-liberal olmanın yanı sıra, klasik demokrasiye karşı disiplinli hürriyeti savunmaktadır.
Bu noktada Recep Peker’in İnkılap Dersleri eserine atıfta bulunan yazar, Batı’da gerçekleşen hürriyet inkılabının bir sonucu olan parlamentarizmin, bu eserde istikrarlı bir devletin yaşamasını olanaksız kılan bir olay olarak aktarıldığına yer vermektedir. Peker’e göre, sınıf inkılabı ve sosyalizm akımları da parlamentarizmin içerisinden filizlenmiştir. Bu bakımdan, Peker, Kemalizm’in mütecanis yapısının somut bir yansıması olarak gösterilmektedir. O’nun “Türkiye’de sınıf yoktur, cins yoktur, imtiyaz yoktur’’ sözleri bu durumu en açık şekilde ortaya çıkarmaktadır. Peker’in beynelmilel düşüncelere, sınıf çatışmalarına karşı faşizmi müspet karşıladığı, hatta İtalya ve Almanya seyahatlerinin sonrasında hazırladığı faşist bir programı kurultayda sunduğu ve Atatürk’ün buna tepki gösterdiği söylenegelse de, Tanıl Bora’ya göre Peker’in kapsamlı bir faşist programı söz konusu değildir.
Zaten sınıf çatışmalarından duyulan korkunun bir tezahürü olarak faşizm ve nasyonal sosyalizmin Kemalist ideologlara cazip göründüğüne değinilse de, faşizmi ortaya çıkaran şiddetli sınıfsal kutuplaşmanın Türkiye’de var olmadığının altı çizilmiştir. Zira toplumsal seferberliğin, denetim mekanizmalarının ve kitle iletişim araçlarının sınırlılığına vurgu yapan Bora, faşizmin “Milli Şef”lere sempatik görünmekle birlikte, onda bir aşırılık ve tekinsizlik havasının yattığına da dikkat çekmektedir. Ayrıca Batı’nın liberal demokratik geleneğine sadık olan anti-faşist bir Kemalist aydın zümresinin varlığından da bahsedilmektedir. Kemalist ideoloji başlığında laisizme de bir parantez açan yazar, laisizmin Kemalizm’in herşeyi kendiyle başlatan miladi söyleminde başat bir konumda olduğunu belirtmektedir. Öyle ki, laisizm, Kemalist devrimin özü olarak addedilmektedir.
Mustafa Kemal’in 1923-1925 yılları arasında İslami söylemi kullandığını belirten Bora, 30 Ağustos 1925’te Kastamonu’da söylemiş olduğu “İyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müridler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakiki tarikat tarikat-ı medeniyedir. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kâfidir.’’ sözlerine atıfta bulunarak, dini referanslardan vazgeçildiğini vurgulamaktadır. Bu noktadaki reformları aktaran Bora, hilafetin kaldırılması, alfabenin değiştirilmesi, ‘devletin dini İslam’dır’ ibaresinin anayasadan kaldırılması, Medeni Kanunun kabulü, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun çıkarılmasını laik uygulamalara örnek olarak vermektedir. Erken Cumhuriyet döneminde deist açılımların var olduğu belirtilse de, bunların ikincil planda kaldığı vurgulanmaktadır. Zira Bora’ya göre, İslam, adeta “milli din” olarak tanzim edilmeye devam etmekte ve dinin-maneviyatın yerine milliyeti geçirme anlayışı baskın hale gelmektedir.
Bu noktada hilafetin kaldırılmasının bile din referans gösterilerek meşrulaştırıldığının altını çizen Bora, Kemalizm’in Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurma sebebini de dini kontrol etme ve kullanma isteğine dayandırmaktadır. Kemalist ideolojiyi anlamlandırırken kadına da ayrı bir başlık açan yazar, kadının Kemalizm’de bir özneden ziyade bir yapı olarak konumlandırıldığına ve kadının özgürlüğünün inkılabın gururu olarak atfedildiğine dikkat çekmektedir. Bu noktada kadına yönelik Kemalist anlatıyı detaylandıran Bora, kadın haklarının Atatürk tarafından yapılmış bir bağış olarak görüldüğüne ve kadınının özgürlük sınırlarının da bu minvalde çizildiğine yer vermektedir. Öyle ki, kadının özgürlük sınırları annelik ve zevcelik yükümlülükleriyle tanımlanmış olup, Mahmut Esat Bozkurt’un “kadın”ın eş anlamlısı olarak “anne”yi kullanmasına vurgu yapılmaktadır. Erken Cumhuriyet, kadınların meslek sahibi olması konusunda olumlu olmakla beraber, çalışma sahası bakımından kadınlığa mütenasip işleri uygun görmektedir. Bu bakımdan, Bora, Kemalist iktidarın modernlik koşulları altında kadına, annelik ve zevcelik ödevini yüklediğine dair saptamalarda bulunmuştur. Kemalizm’in bir ideolojik kalıba sığdırılamadığı iddialarının aksine, Tanıl Bora, doktrin inşa etme sürecinde Kemalizm üzerine yazılan kitaplara dikkat çekmektedir. Yazılan kitapları tek tek aktaran yazar, bunların hiçbirinin resmi doktrin olarak imtiyaz kazanmadığına değinmektedir. Bu kitapların yazarlarından Şeref Aykut, Recep Peker ve Mahmut Esat Bozkurt’un anti-liberalizm yanlarına vurgu yapılmış ve demokrasinin yozlaşması karşısında tamamının milli uyanış mitini işlediklerine değinilmiştir. Bilahare, farklı Kemalizmlerin ideolojik konumlanışı aktarılmaktadır.
İlk olarak Şevket Süreyya Aydemir tarafından tek parti döneminin ikinci adamı olarak gösterilen İsmet İnönü’nün özelliklerine değinilmiş olup, O’nun, öğreti oluşturmaktan ziyade pragmatist yönüne vurgu yapılmıştır. İnönü’nün iktisadi rejimden öte bağımsızlığa önem verdiğine değinilmiş ve modern devlet inşa etmenin gerekliliğine yaptığı vurguya yer verilmiştir. Diğer tarafta ise İnönü’yü inkılabı statükoculuğa dönüştürmekle suçlayan ve Kemalizm’i sürekli devrim olarak gören Jakoben anlayış söz konusudur. Sürekli devrim fikrinin temsilcisi olarak Reşit Galip’i gösteren yazar, O’nun inkılapçı radikalizmden taviz vermediği için önce kovulduğunu, akabinde ise Milli Eğitim Bakanlığı’na getirildiğinin altını çizmektedir. Aynı zamanda Reşit Galip’in 23 Nisan 1933’ten itibaren 80 yıl boyunca ilkokullarda okutulan Andımız eserinin de yazarı olduğuna değinilmiştir. Bir başka Jakoben timsali olarak Mahmut Esat Bozkurt’un düşüncelerine de yer verilerek, O’nun Türkiye’ye en uygun rejim olarak mesleki temsilciliği işaret ettiğine değinilmiştir. Bozkurt, demokrasinin zaafları olduğunu ifade ederken, salt politik sahada kalmayan aynı zamanda içtimai ve iktisadi boyutları da olan bir devlet rejiminden yanadır.
Kemalizm’i “siyasi sahada kalmayan“ topyekûn bir ekonomi-politik ve sosyal program olarak doktrinleştirme iddiasında bulunan Kadro dergisine de bu bölümde bir parantez açılmaktadır. Yayın hayatı 1932-1934 yılları arasında bitmiş olan bu derginin, özellikle 1980’lerden sonra üzerine en fazla akademik çalışmanın yapıldığı yayıncılık deneyimlerinden biri olduğuna yer verilmiştir. Derginin fikri temelinin Şevket Süreyya Aydemir tarafından atıldığına vurgu yapan yazar, derginin temel meselesinin “İnkılap bitti” anlayışına karşı çıkarak inkılabı derinleştirmek olduğunu aktarmaktadır. Kadro adının seçilmesinin de tesadüfi olmadığına değinilerek, ideolojik ilkelerin onları sindirmiş ve uygulama yeteneğine sahip öncü kadroları gerektirdiğine vurgu yapılmıştır. Elbette ki, tarifi yapılan öncü kadrolar bizatihi derginin yazarlarıdır. Türk İnkılabı’nın anti-emperyalist karakter iddialarının Kemalizm için bir gurur vesilesi olarak konumlandırıldığına değinen yazar, Batı’yla pragmatist ilişkiler yürüten Mustafa Kemal’in ölümünden sonra bağımsızlıkçı hassasiyetlerin yitirildiği ve çok partili yaşama geçişle birlikte ABD merkezli emperyalist sistemin güdümüne girildiğine dair değerlendirmeleri aktarmaktadır. İbrahim Kaypakkaya ve Türk sosyalistleri içerisindeki bir kesim hariç bu yorumların sosyalist çevrelerde de kabul gördüğü hatırlatılmaktadır. Anti-emperyalist fikirler Kemalizm’e sosyalist bir içerik yükleme konusunda temel dayanak olmuştur. Aynı zamanda sol düşüncenin Kemalizm’i gericiliğe karşı modernist ve laisist gelenek olarak sahiplendiğinin de altı çizilmektedir.
27 Mayıs askeri darbesinin Sol-Kemalizm için bir kırılma anı olduğuna değinen yazar, Hasan Ali Yücel ve CHP ileri gelenlerinin, anti-demokratik liberal-muhafazakâr iktidarı deviren 27 Mayıs askeri darbesini “Birinci Cumhuriyet’in sonu” olarak tanımladığını aktarmaktadır. 27 Mayıs sonrası ortaya çıkan anayasanın göreceli bir özgürleşme ortamı yarattığına ve sol düşüncenin etkisini artırdığına değinilmektedir. Bu noktada özellikle 27 Mayıs’a giden süreçte öğrenci protestolarında keşfedilen “Bursa Nutku“, Atatürk’ün devrimciliğinin kanıtı olarak popülerleşmektedir. Sağ cenah ise böyle bir nutkun sahih olmadığını ifade etmiştir. 1960’ların ikliminde sosyalizmi Kemalizm’in üst aşaması olarak değerlendiren düşünce akımlarını inceleyen yazar, Milli Demokratik Devrim (MDD) hareketiyle Yön dergisinin fikirlerine göndermede bulunmaktadır. Kemalizm’in sol yorumları gibi bir sağ eğilimi de yansıtıp yansıtmadığını sorgulayan Bora, Peyami Safa’nın Kemalizm’i bir Doğu-Batı sentezi olarak gören yaklaşımına ve Mümtaz Turhan’ın “Atatürk ilkeleri“ni milliyetçiliğe temellük etme girişimlerine odaklanmaktadır. Ayrıca Sol-Kemalizm’e mesafe koymaya çalışanların Atatürkçülük adını sıklıkla kullandığına ve askeri darbelerden sonra resmi ideolojiyi tahkim etmek için de jenerik isim olarak yine Atatürkçülüğün işlendiğine yer verilmiştir.
Türkiye siyasal hayatında gerçekleşmiş olan askeri darbelerin siyasi vesayet geleneğini kurumsallaştırdığına değinen Tanıl Bora, bu süreçte ordunun sürekli Atatürkçülüğü aşılamaya çalışmasına da dikkat çekmektedir. Harbiye Marşı’nın sözlerine yer verilerek, Cumhuriyet’in kurucusu ve kollayıcısı olarak ulusal elit bir subay zümresinin inşa edildiği gösterilmektedir. Atatürkçülüğün resmi ideoloji olarak düzenlenmesinin 12 Eylül 1980 darbesiyle gerçekleştiğini belirten yazar, 1961 Anayasası’yla 1982 Anayasası’nın mukayeseli bir analizini yaparak, 1961 Anayasası’nda yalnızca 1 kez geçen Atatürk ifadesinin 1982’deki anayasa metninde 13 kere geçtiğini vurgulamaktadır. Bu dönemde Genelkurmay Başkanlığı’nın üç ciltlik Atatürkçülük kitabı yayınlattığına ve öğretim kurumlarında “Atatürkçülük ve İnkılap Tarihi” derslerinin konulduğu da hatırlatılmaktadır. 28 Şubat 1997 müdahalesiyle 27 Nisan 2007 muhtırası dönemlerinde de İslamcı-muhafazakâr hükümetlere karşı ordunun, “Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı gidiş” mottosunu kullandığına yer verilmektedir. Bu durumun 1997’de hükümetin istifasıyla sonuçlandığına değinen Bora, 2007’deki e-muhtıra sürecinde ise AKP’nin -28 Şubat sürecinden kazandığı deneyimle- daha güçlü olduğunu belirtmektedir. Öyle ki, AKP’nin sağlam bir burjuvazi ve uluslararası diplomasi desteğine sahip olduğunun da altı çizilmektedir. Zira bu süreçten AKP güçlenerek çıkmış ve darbe girişimi suçlamasıyla davalar açılmış geniş kapsamlı tutuklamalar meydana gelmiştir.
Tanıl Bora, son olarak “Kemalizm’in Krizi” bölümünde “karşı-devrim” anlatısını ve Kemalizm’in kendisini yeniden üretme pratiklerini özetlemektedir. Kemalist karşı devrimciliğin İnönü döneminde başladığını aktaran Bora, Metin Heper’in konu hakkındaki düşüncelerine yer vererek, İnönü döneminde devrimin duraklatıldığını ve Atatürk’ün karizmatik yönetiminin rutinleştirildiğini ifade etmektedir. İnönü’nün duraklatmaktan ziyade karşı devrimcilikle suçlanmasının en tipi örneğini Attila İlhan yapmaktadır. Zira İlhan’a göre, “İnönü Atatürkçülüğü”; Kuvayı Milliye ruhunun kaybı, anti-emperyalist bakış açısının yitirilişi anlamına gelmektedir. 12 Eylül 1980 rejiminin “reel Atatürkçülüğü“nün Kemalistler tarafından yozlaşma olarak görüldüğüne yer veren Bora, karşı devrimin bizzat Atatürkçülüğü de ele geçirdiğini vurgulamaktadır. Özellikle 12 Eylül rejiminin otoriter ve militarist yanının Atatürkçülüğü aşılamaya çalışması, bu otoriter düzenle birlikte Kemalizm’i de sorgulamaya açık hale getirmektedir. 12 Eylül’ün resmi Atatürkçülüğünden ayrışma girişimlerinde Nadir Nadi ve Uğur Mumcu’nun çabalarına yer veren yazar, Kemalizm içi eleştiride 12 Eylül’ün Atatürkçülüğü yozlaştırdığına dönük değerlendirmeleri aktarmaktadır. 12 Eylül’ün sözde Atatürkçü rejiminin dine alan açan yapısının Kemalist cephede olumsuz karşılandığına değinilerek, bu dönemde sol ve liberal kanaat önderlerinin de Kemalizm’i eleştirdiğine yer verilmiştir. Kemalizm’e yönelik artan bu eleştiriler Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı gibi aydınların suikastlarla öldürülmesi sonucunda yerini tehdit algısına bırakmaktadır. 1990’larda kriz içerisinde olan Kemalizm’in aydınlar tarafından sorgulandığı ve sivil ve demokratik bir içtihat için zemin arandığı vurgulanmaktadır. Nitekim Kemalizm’in kendisini yeniden üretme çabalarında sivil-demokratik ve hümanist bir çizgide yer alan Türkan Saylan’ın uygulamalarına değinen Bora, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin (ÇYDD) faaliyetlerini İslamcı taban çalışmasına ve hayır-hasenat ağına bir alternatif olarak göstermektedir. Öte yandan, Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD), ÇYDD’yi salt laikliğe odaklanmakla ve anti-emperyalist bir duyarlılık göstermemekle itham etmektedir. Tüm bu tartışmaların odağında Kemalizm’i Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisi olarak tanımlayan Bora, bu ideolojinin hegemonya olup olmadığını da bu bağlamda sorgulamaktadır. Bilindiği üzere, hegemonya, salt baskıya dayanmamaktadır. Aynı zamanda “rıza üretimi“ni de gerektirmektedir. Bu bakımdan, Bora, Atatürk kültünün ve Kemalizm’in milliyetçilik bağlamında bir hegemonik kapasiteye sahip olduğunun altını çizmektedir.
Tanıl Bora, Cereyanlar Türkiye’de Siyasi İdeolojiler kitabında yer verdiği “Kemalizm” bölümüyle bu ideolojiyi tarihsel gelişim içerisinde farklı siyasi görüşe sahip düşünür ve yazarların görüşlerine yer vererek kuramsal bir derinlik içerisinde aktarmaktadır. Bu eser, Türkiye’de çeşitli politik kesimlerin hakkında sıkça konuştuğu ve hâlâ da tartışılmakta olan Kemalist ideolojiyi anlamak ve çalışmak isteyenler için rehber bir kitap niteliğindedir. Bu bakımdan son derece titiz bir çalışmanın ürünü olan bu kitabı, tüm okurlarımıza tavsiye etmekteyim.
İsmail Uğur AKSOY