PESCO GİRİŞİMİ VE OLASI AVRUPA ORDUSU’NUN AB DIŞINDA KALAN BİR TÜRKİYE İÇİN RİSKLERİ

upa-admin 12 Ekim 2023 591 Okunma 0
PESCO GİRİŞİMİ VE OLASI AVRUPA ORDUSU’NUN AB DIŞINDA KALAN BİR TÜRKİYE İÇİN RİSKLERİ

Giriş

Türkiye Cumhuriyeti, selefi Osmanlı İmparatorluğu’nun son asrı da dahil olmak üzere, 19. yüzyıldan başlayarak 200 yılı aşkın bir süredir sistematik bir şekilde -arada ileri geri hamleler olsa da- Batılılaşma ve Batı dünyası ile bütünleşme (entegrasyon) hedefi güden bir devlettir. Bu bağlamda, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde yapılan kapsamlı reformlar ve Batı ülkeleriyle siyasi, ekonomik, askeri ve kültürel alanda artan etkileşimlerin ardından, Batı tipi seküler bir ulus-devlet olarak kurumsallaşan Türkiye, 1949 yılında Avrupa Konseyi’ne, 1952 yılında NATO’ya ve 1995 yılında Avrupa Birliği’nin (kısaca AB) Gümrük Birliği’ne dahil olmuş ve Batılı stratejik kurumlarda yerini almıştır. Türkiye, 2005 yılından bu yana AB’ye tam üye olmak için de müzakere sürecini sürdürmektedir. NATO’nun en önemli ve güçlü ordularından birisi olan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (kısaca TSK) sahip olan Türkiye, Batı dünyasının güvenliği açısından; göçmen (sığınmacı) krizi, Rusya’nın Gürcistan ve Ukrayna örneklerinde olduğu gibi yakın çevresindeki askeri müdahaleleri, radikal İslamcı ve diğer terör örgütleriyle mücadele, insan kaçakçılığı ve uyuşturucu maddelerle mücadele ve demokrasi, insan hakları, hukuk devleti ve sekülerizm (laiklik) gibi Batılı değerlerin Ortadoğu’ya ve Türk dünyasına da yayılabilmesi gibi konularda çok önemli rollere sahiptir. Bu nedenle, Batı dünyasının Türkiye’nin güvenliğini gözden çıkarmaya ve başka bir kampa geçmesine izin vermeye lüksü olmadığı gibi, Türkiye’nin de dış ticaretinin neredeyse yarısını yaptığı Avrupa ve artık özüne işleyen Batılı değerlerden, yani genel anlamda Batı dünyasından kopmak gibi bir seçeneği yoktur.

Bu yazıda, bu son derece stratejik ve kopması pek de mümkün olmayan ilişkilerde, yakın gelecekte -özellikle Doğu Akdeniz’deki egemenlik yetki alanları ve münhasır ekonomik bölge (MEB) sorunları çözülmediği takdirde- Türkiye ile AB ve Avrupa ülkeleri arasında sorun yaratabilecek bir husus olan Avrupa Ordusu’nun kurumsallaşması konusu değerlendirilecektir. Bu bağlamda, yazıda, ilk olarak önceden gerçekleştirilen Avrupa Ordusu girişimleri kısaca özetlenerek, tarihsel arka plan oluşturulacaktır. Daha sonra, Avrupa Ordusu bağlamında yapılan güncel girişimlerden PESCO (Kalıcı Yapılandırılmış İş Birliği) ve Avrupa Müdahale Girişimi (EI2) girişimleri analiz edilecektir. Üçüncü ve son bölümde, AB tam üyeliği ve bu girişimlerin dışarısında kalan Türkiye’nin Kıbrıs ve Doğu Akdeniz konusunda yaşayabileceği bazı riskler speküle edilecektir. Speküle edilecek dememin sebebi ise, bu konular için henüz elde yeterince done olmaması ve ancak gelecek tahayyülleri ve tahminlerine dayalı yorumlar yapmaya elde imkânların bulunmasıdır.

Avrupa Ordusu Girişimleri

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, AB’nin temellerini oluşturan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) girişimi öncesinde, 7 Mart 1948 tarihinde imzalanan Brüksel Antlaşması ile yeni bir Avrupa güvenlik ve savunma örgütü olarak Batı Avrupa Birliği (BAB) oluşturulmuş ve Belçika, Fransa, Lüksemburg, Hollanda ve Birleşik Krallık’ın katılımıyla Avrupa Ordusu konusunda ilk girişime başlanmıştır. İtalya ve Almanya’yı başlarda dışlayan bir yapıda kurumsallaşan BAB, daha sonradan bu ülkeleri üye olarak kabul etse de, 1950’lerin başında Fransız devlet adamları André Philip ve René Pleven gibi kişilerce dile getirilen Avrupa Ordusu fikri (Pleven Planı olarak bilinen proje), o dönemde Avrupa’nın yeni yapılandırılmasında kritik roller üstlenen ABD’nin de etkisiyle reddedildi. ABD, kuşkusuz, bu dönemde, Avrupa Ordusu’na engel olmaktan ziyade, Sovyetler Birliği kaynaklı komünist yayılmacılık tehlikesi karşısında NATO güçlerinin birlikte ve bir arada hareket etmesini istiyordu. 1952 yılında Avrupa Savunma Topluluğu (AST) kurularak bu yönde bir ileri adım atılmak istense de, hiç şüphesiz, Soğuk Savaş dinamiklerinin oluştuğu bir ortamda ABD ve NATO’nun kapsayıcı yapısı ve muazzam etkisi nedeniyle Avrupa Ordusu konusunda ciddi bir ilerleme sağlanamadı.

İlerleyen dönemde, Soğuk Savaş derinleşirken, 1966 yılında, Fransa, Charles de Gaulle önderliğinde, ABD ile yaşadığı sorunlar ve dış politikasında daha bağımsız hareket edebilmek maksadıyla NATO’nun askeri kanadından çekildi. Bu hamlenin ardından, Fransa’nın öncülüğünde BAB ve AST’nin kurumsallaştırılarak Avrupa Ordusu’nun kurumsallaşması denendiyse de, bu girişimlerden de beklenen olumlu netice elde edilemedi. Bu dönemlerde, AB’nin öncülü olan Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Topluluğu (AT) girişimleri, gerek savunma bütçelerine ABD gibi devasa bir ekonomi kadar büyük pay ayıramamaları, gerekse de öncelikli olarak halklarının refahını geliştirme hedefine odaklandıkları için, Sovyet tehdidi karşısında ABD ve NATO ile uyumlu hareket etmeyi tercih ettiler.

Maastricht Antlaşması (1992) ile Avrupa Birliği’nin oluşumu sonrasında Avrupa’nın bütünleşme hedefi giderek derinleşse ve yeni üyeleri kapsamaya başlasa da, askeri-güvenlik politikalarında Washington ve NATO’ya bağlılık devam etmiş ve Avrupa Ordusu konusunda somut ve başarılı bir aşama kaydedilememiştir. Fakat AB’nin Almanya öncülüğünde kısa zamanda bir ekonomik dev haline geldiği ve özellikle ekonomi ve diğer yumuşak güç enstrümanlarıyla ABD ve Rusya ile rekabet edebilecek bir güce evirildiği 2000’lerde, ABD ile yaşanan diplomatik uyuşmazlıkların da etkisiyle, Avrupa Ordusu fikri yine güç kazanmaya başlamıştır. Nitekim AB’nin Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası’nı (OGSP) oluşturmaya başladığı bu yeni dönemde, Avrupa Savunma Ajansı, Petersberg Görevleri, Avrupa Güvenlik Stratejisi, Berlin Plus Antlaşması ve Avrupa Birliği Savaş Grupları gibi girişimler oluşturularak, Avrupa savunması konusunda ileri adımlar atılması sağlanmıştır. 2009 Lizbon Antlaşması ile birlikte AB’nin ortak askeri eylemlerine izin verilmesi de bu trendi güçlendiren bir faktör olmuştur. 2007 yılında AB üyeleri arasında ortak bir Avrupa Ordusu’nun kurulması çağrısı yapan Angela Merkel gibi yüksek profilli liderlerin de etkisiyle, bu konu giderek daha fazla önem kazanmaya başlamıştır.

PESCO ve Avrupa Müdahale Girişimi (EI2)

Birleşik Krallık’ın Birlik’ten ayrılması sonrasında 27 üyeye düşen AB’nin Avrupa Ordusu oluşturulması konusunda günümüzde yaptığı en önemli girişim Kalıcı Yapılandırılmış İş Birliği olarak ifade edilen PESCO’dur. 2017 yılında hayata geçirilen PESCO’ya -anayasasında tarafsızlık ilkesi yer alan- Malta dışında tüm AB üyeleri dahil olmuş ve üye sayısı 26’ya yükselmiştir. PESCO’nun amaçları şöyle özetlenmektedir:

PESCO

  1. Avrupa’nın savunma kapasitesini geliştirmek adına üye devletlerin bağımsız projelerinin ve girişimlerinin planlı ve uyumlu hale getirilmesi,
  2. OGSP hedefleri ve girişimleri doğrultusunda kapasite geliştirilmesinin sağlanması,
  3. Avrupa Savunma Fonu (EDA) ve Koordineli Yıllık Savunma Denetimi (CARD) ile tutarlı ve uyumlu hareket edilmesi.

PESCO haritası

Lizbon Antlaşması temelinde kurulan PESCO, ulusüstü AB’ye bağlı bir hükümetlerarası ve uluslararası girişim olarak ortaya çıkmıştır. Üçüncü ülkelere de açık olan PESCO girişimine şimdiye kadar ABD, Norveç, Kanada, Birleşik Krallık ve Türkiye gibi başka ülkelerce de ilgi gösterilmiştir. NATO’ya bir alternatif olarak ortaya çıkmayan ve daha ziyade Avrupalı devletlerin dağınık ve koordinasyonsuz savunma harcamaları ve girişimlerini tutarlı ve uyumlu hale getirmeyi amaçlayan PESCO, buna karşın Avrupa Ordusu’na dönüşebilme yolunda müspet sinyaller vermektedir. Öyle ki, Belçikalı ünlü siyasetçi ve ALDE grubunun Avrupa Parlamentosu’nda bir dönem lideri olan Guy Verhofstadt, geçtiğimiz yıl içerisinde, AB ülkelerinin savunma konusunda 240 milyar avro ile Rusya’dan 4 kat daha fazla bir kaynakları olduğunu vurgulayarak, Ukrayna krizinin de etkisiyle, 27 dağınık ordu yerine 1 birleşik ordunun kurulabileceği yönünde açıklamalar yapmıştır.

EI2

Avrupa içerisinde savunma-güvenlik alanındaki bir diğer girişim ise Avrupa Müdahale Mekanizması veya kısa EI2 girişimidir. 2018 yılında Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un girişimiyle başlatılan Avrupa Müdahale Mekanizması, 11 AB üyesi ülke (Almanya, Belçika, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İspanya, İsveç, İtalya, Portekiz) ile birlikte Birleşik Krallık ve Norveç’i de içeren 13 üyeli bir güvenlik girişimidir. PESCO’ya benzer şekilde, NATO’ya bir rakip olmaktan ziyade üye ülkeler arasındaki stratejik kültür ve koordinasyonu geliştirmek amacı taşıyan EI2, senaryo planlama, istihbarat paylaşımı, askeri doktrin ve yardımlaşma gibi konularda üye ülkeler arasındaki iş birliğini geliştirmeyi amaçlamaktadır. Macron’un NATO’yu eleştiren sözleri de hatırlandığında, bu girişimlerin NATO’ya alternatif olmamalarına rağmen Avrupalı liderlerin akıllarında daima bir Avrupa Ordusu kurmak fikri olduğu iddia edilebilir.

AB Dışında Kalan Türkiye İçin Olası Riskler

Avrupalı kurumlara on yıllar önce üye olan ve gelecekte de Avrupa kurumlarına dahil olması öngörülen Türkiye’nin çeşitli siyasi (Kıbrıs Sorunu, Doğu Akdeniz vs.) ve yapısal sorunlar (demokrasi ve hukuk devletinin coğrafyadaki zorlu koşulların etkisiyle geliştirilememesi ve siyasal kültürün demokrasiye yatkın olmaması) nedeniyle AB dışında kaldığı bir gelecekte, hiç şüphesiz ki, Avrupa savunma girişimleri PESCO ve EI2’ye dahil olan ülkelerle Türkiye arasındaki gerginlikler askeri bir nitelik kazanma riski taşımaktadır. Bu ülkeler, doğal olarak, Ege ve Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanları, karasuları ve MEB alanları konusunda sorun yaşadığımız Yunanistan ve Kıbrıs Sorunu’nun çözülememesi nedeniyle siyasi ilişkilerin normalleştirilemediği Güney Kıbrıs Rum Kesimi’dir (BM’ye kayıtlı resmi adıyla Kıbrıs Cumhuriyeti). Bu ülkeler, kuşkusuz, kendi ulusal çıkarları gereği ve Türkiye ile sorunları siyasi ve askeri olarak çözme kapasitesine haiz olmadıkları için, Türkiye’nin de dahil olmaya çalıştığı Avrupa kurumlarını sürece dahil etmeye çalışmaktadırlar. Nitekim 2020-2022 döneminde Fransa, Türkiye ile bu konuda çok sert polemikler ve hatta bazı fiili durumlara (Courbet hadidesi) girmek durumunda kalmış ve iki ülke ilişkileri ciddi şekilde gerilmiştir. Fransa, bu konuda kendi üyesi olduğu AB ve PESCO girişimlerine dahil olan üye ülkeleri korumak durumunda olduğunu belirtirken, Türkiye de NATO müttefikliğine vurgu yapmış ve kendisini bu şekilde savunmuştur. Benzer şekilde, AB’nin Irini Operasyonu kapsamında 2020 yılında bir Türk gemisinin Libya açıklarında durdurulması da, yakın gelecekte yaşanabilecek gerginlikler adına bize fikir vermektedir.

Bu noktada, gerçekçi bir gelecek tahayyülü yapıldığında, giderek bir Avrupa Ordusu haline gelmeye başlayan PESCO ve EI2 gibi girişimlerin veya bunlardan bağımsız olarak gelişebilecek bir Avrupa Ordusu yapılanmasının Türkiye ile Yunanistan ve Kıbrıs arasındaki sorunlarda aktör haline gelmesi ve Türkiye ile Avrupalı müttefiklerinin arasında ciddi sorunların ve belki de askeri çatışmaların yaşanması bence imkân dahilindedir. Bunun temel sebebi, taraflar arasında bu konuda bir uzlaşı olmaması ve sorunların sürekli ötelenerek ileride yaşanması muhtemel büyük bir krize uygun zemin yaratılmasıdır. Yani Doğu Akdeniz’de karasuları, deniz yetki alanları, MEB’ler ve tabii ki Kıbrıs’ta bir uzlaşıya varılmadığı sürece, giderek bir bütünlük görüntüsü sergilemeye başlayan AB ile Ankara arasındaki gerginlikler de kriz boyutuna varabilir. Bunu önlemenin yolu ise, Türkiye’yi AB üyesi haline getirmek veya bu konularda uzlaşı sağlamak olmalıdır.

Ayrıca elbette Türkiye’nin de bu sorunlar karşısında elinde önemli kozlar olacaktır. Öncelikle, AB üyesi devletlerin güvenlik ve tehdit algılamaları henüz yekpare değildir. Örneğin, Doğu Avrupa ve Baltık ülkeleri için öncelikli tehdit Rusya ve bu bağlamda NATO ve ABD desteği şart iken, Batı Avrupa ülkeleri için Rus tehdidi Ukrayna işgaline kadar o kadar da önemli bir mesele değildi ve ABD-NATO desteği de daha az aranıyordu. Elbette Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle bu durum değişmiş ve Avrupa’da bir tür birlik şimdilerde sağlanmış olsa da, Türkiye ile yakın ilişkileri olan Macaristan ve Polonya gibi ülkelerle Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin pozisyonlarının türdeş olduğunu söylemek halen zordur. Daha da önemlisi, NATO üyesi ve ABD ile ilişkilerini düzeltmiş bir Türkiye, kuşkusuz Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi gibi askeri, siyasi ve ekonomik açıdan daha etkisiz Batı müttefiklerine kıyasla NATO ve Washington’dan daha büyük destek alma şansına sahiptir. Rusya ile de ilişkilerini koparmayan Ankara, bu bağlamda kendisini bölgesinde önemli bir güç olarak konumlandırmaya çalışmaktadır. Ankara, büyük potansiyeli sayesinde, ekonomik sorunları olmasa aslında bu konuyu çoktan gerçekleştirmiş bile olabilirdi. Bir diğer husus, hiç şüphesiz, Türkiye’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika kaynaklı düzensiz göçle mücadele konusunda üstlendiği ağır sorumluluklardır. Bu şekilde Avrupa güvenliğine büyük katkı yapan Ankara, bu nedenle Brüksel tarafından Atina veya Lefkoşa’nın istekleri doğrultusunda gözden çıkarılabilecek sıradan bir partner değildir. Ancak elbette, Fransa ve Almanya gibi ülkelerle sorunlar yaşayan ve ABD ile arasını düzeltemeyen bir Türkiye, bu durumda Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’ta daha ciddi sorunlar yaşama ihtimali taşıyacaktır.

Sonuç

Sonuç olarak, Cumhuriyetin ikinci yüzyılı başlarken, Türkiye’nin geleceği konusundaki belirsizlikler hayal kırıcıdır. Türkiye, AB üyelik hedefini gerçekten istiyorsa, buna uygun hareket etmelidir. Ankara, bunu istemiyorsa, buna alternatif farklı stratejik planlamalar yapılmalıdır. Durumu somutlaştırmak gerekirse; Kıbrıs’ta çözüm ve AB üyeliği ciddi bir alternatif olarak görülmüyorsa, o zaman ekonomik sorunlar yaşamamak adına dış ticarette şimdiden farklı ülkelere (Asya, Ortadoğu vs.) yönelinmelidir. Çünkü ekonomik olarak en büyük pazar ve dış ticaret ortağı AB olduğu sürece, Türkiye, siyasi sorunlarda taviz vermek durumunda kalabilir. Yok AB üyeliği hedefinde ciddi ise, Ankara, o zaman AB standartlarına uygun şekilde demokrasi, hukuk devleti, insan hakları, basın-yayın-fikir özgürlüğü ve Doğu Akdeniz’de sorunları çözme arayışında olmalıdır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.