Giriş
ABD’nin önceki Başkanı Donald Trump’ın Çin Halk Cumhuriyeti’nin hızlı ekonomik gelişimini yavaşlatmak ve ülkesinin dünyanın en büyük ekonomisi olarak kalmasını garantilemek için bazı sektörlerde uygulamaya soktuğu yaptırım ve kısıtlamalarla yeniden gündeme gelen ticarette korumacılık (protectionism) akımı, günümüzde Batı-Doğu eksenli ideolojik ve jeopolitik kamplaşmanın arttığı bir düzlemde bir kez daha bir ekonomik model olarak öne sürülmektedir. Ancak korumacılık, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği’nin yıkılarak kumanda ekonomisi ve karma ekonomi modellerinin düşüşe geçmesiyle birlikte küresel çapta hâkimiyetini sağlayan serbest piyasa ekonomisi modelinin temel ilkeleri ve mantığıyla örtüşmeyen bir yaklaşımdır. Bu yazıda, korumacılık politikalarının hangi koşullarda ve nasıl geçerli ve gerekli olabileceğini vurgulayan temel bazı yaklaşımları özetleyecek, daha sonra da, Türkiye ve ABD örneklerinden hareketle, günümüzde neden korumacılık yaklaşımının güçlendiğine dair bazı gözlem ve öngörülerimi sizlerle paylaşacağım.
Dış Ticarette Korumacılık Akımı: Temel Gerekçeler
Dış ticarette korumacılığı savunanlar, buna gerekçe olarak birçok faktör üzerinde dururlar. Bunların bir kısmı; ulusal güvenlik, iktisadi kalkınma, stratejik ticaret politikası ve dampingin önlenmesi gibi haklı görülebilecek nedenlere dayanır. Diğer bir grup görüşler ise ancak belirli koşullar altında geçerlidir; ulusal çalışma düzeyinin yükselmesi, ticaret hadlerinin iyileştirilmesi ve dış pazarlık gücünün artırılması gibi sebepler ancak belirli durumlarda geçerli olur.
Korumacılığa dayanak yapılan görüşlerin bazıları ise ulusal çıkarlarla ilgili olmaktan çok belirli meslek gruplarının özel çıkarlarını yansıtır. Somut ifade etmek gerekirse, devletler tarafından uygulanan koruyucu politikalar, korunan endüstrilerde çalışanları dolaysız biçimde yararlandırır. Bu bakımdan, bundan istifade eden üretici gruplar, mevcut gümrüklerin kaldırılmasına şiddetle karşı çıkar veya gönüllü ihracat kotaları ve diğer kısıtlamalarla bağlı oldukları endüstrilere karşı korumanın artırılmasını savunurlar. Bunun yanı sıra, korumacı bir ekonomide piyasa güçleri karşısında etkisini koruyabilen silahlı ve silahsız bürokrasinin güçlenen piyasa ekonomisi karşısında kendi özerk ve güçlü konumunu kaybetme korkusu da korumacı politikaların yeniden güçlenmesine sebebiyet verebilir. Bu bölümde, önce korumacı politikalara dayanak yapılan temel teori ve argümanları açıklayacağım.
1. Ulusal Güvenlik Argümanı: Bir savaş sırasında, ekonomik maliyeti ne olursa olsun, ulusal savunma endüstrilerine sahip olmak gerekir. Bu bakımdan, ulusal savunma ile doğrudan ilgili olan endüstrilerin kurulması ve geliştirilmesinde dış korumaya gerek vardır. Aslında liberal iktisadın kurucusu kabul edilen Adam Smith bile “Savunma zenginlikten daha önemlidir” diyerek, ulusal savunma amacıyla koruyuculuğu kabul etmiştir. Bununla birlikte, ulusal güvenlik bakımından hiçbir ülke tam anlamıyla kendi kendine yeterli sayılamaz. Ulusal güvenlik savı ile korumacılığı savunanlara göre, savaşta dayanma gücünü artıran ve askeri-siyasal nedenlerle kurulmasına karar verilen endüstrilerin dış rekabetten korunmasında zorunluluk vardır.
2. Genç Endüstri Tezi: İktisadi kalkınma amacıyla devletin dış ticarete müdahalesini gerektiren önemli nedenlerden birisi de “Genç Endüstri Tezi“dir (diğer ismiyle “Bebek Endüstri Tezi“). Bu görüşe göre, gelişip ilerde karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olacak endüstriler, optimum üretim düzeyine ulaşıncaya kadar, gümrük tarifeleriyle dış rekabete karşı korunmalıdırlar. Tarihsel veya doğal nedenlerle başka ülkelerde daha erken kurulmuş bulunan bir sanayi dalı, o alanda yeni kurulacak olanlara göre bir üstünlük kazanır. Bu, onun elde etmiş olduğu deneyim, teknik bilgi ve ölçek ekonomileri gibi gelişmelerin bir sonucu olabilir. Dolayısıyla, doğal kaynaklar, işgücü ve piyasa gibi özellikler yönünden kurulması ülke koşullarına en uygun olsa bile, deneyimsiz genç endüstrilerin olgunluk çağına gelinceye kadar dış rekabetten korunmaları gerekir. Bu yapılmazsa, yabancı firmaların rekabeti, daha çocukluk çağında gelişme fırsatı bulamadan onları boğacaktır. Genç Endüstri Tezi’nde dikkati çeken bir nokta, koruyuculuğun sürekli değil, geçici olduğudur. Koruma, endüstriye çocukluk çağını atlatıncaya kadar zaman kazandırmaya yarar. Maliyetlerin düşmesi, içsel ve dışsal ölçek ekonomileriyle açıklanır. Koruyuculuğun sağladığı şemsiye altında üretim hacmi genişledikçe, işçiler işi yaparak öğrenirler, daha gelişmiş teknikleri kullanmak olanağı doğar ve yönetim bilgisi ilerler. Bunlardan ayrı olarak, endüstrideki firma sayısı arttıkça, teknik bilgi alışverişi hızlanır, kalifiye işçi sağlanması kolaylaşır ve ulaştırma, haberleşme, bankacılık vb. gibi altyapı tesisleri tamamlanır. Firma dışından sağlanan bu gibi yararlara da dışsal ölçek ekonomileri denmektedir. Genç Endüstri Tezi, asıl olarak sanayileşmeye yeni başlayan ülkelerle ilgilidir. Ama ülkede ölçek ekonomileri sağlanabilecek her endüstriye de uygulanabilir. Ana sanayileşme stratejileri açısından bakılırsa, Genç Endüstri Tezi, “dinamik karşılaştırmalı üstünlükler”e dayanmakta ve ihracata yönelik kalkınma modellerine uygun bulunmaktadır. Bu sanayileşme stratejisine göre, her endüstrinin değil, yalnızca gelişme potansiyeline sahip olanların seçilip korunması gerekir. O bakımdan, bu tez, tüm endüstrilerin korunmasını öngören ithalât ikamesi (ithal ikamesi) stratejisinden farklı bir anlayışa dayanır. Genç Endüstri Tezi, aslen bir hayli eski olup, 18. yüzyıl sonları ve 19. yüzyıl başlarına kadar inmektedir. Bu görüşün savunuculuğunu Almanya’da Friedrich List ve ABD’de, zamanın Maliye Bakanı Alexander Hamilton yapmıştır. O dönemlerde dünyanın en ileri sanayileşmiş ülkesinin İngiltere olması nedeniyle, iki düşünür de, kendi ülkelerinde yeni gelişmekte olan endüstrilerin ileri düzeyde gelişmiş İngiliz sanayisi ile rekabete karşı korunmaları gerektiğini savunmuşlardır. Benzer durum, günümüzün az gelişmiş ülkeleri için de söz konusudur.
3. Stratejik Ticaret Politikası: Dış ticarette koruyuculuk lehindeki görüşlerden bir diğeri de, daha yeni sayılan Stratejik Ticaret Politikası’dır. Bu görüşe göre, sanayileşmiş bir ülke, korumacı önlemlerle, gelecekte ülkenin hızlı büyümesi için kilit kabul edilen yarı geçişkenler, bilgisayar, iletişim araçları ve benzeri ileri teknoloji endüstrilerinde karşılaştırmalı üstünlük yaratabilir. Bunun için, koruyucu dış ticaret önlemlerinden, sübvansiyon ve vergi önlemleri vb. önlemlerden geçici olarak yararlanılabilir. Sözü edilen ileri teknoloji endüstrileri yüksek risklerle karşı karşıyadır ve bu alanlarda ölçek ekonomilerinin gerçekleştirilebilmesi için büyük hacimde üretim gerektirirler. Ancak başarılı olduklarında büyük ölçüde dışsal ekonomi sağlarlar. Kısacası, Stratejik Ticaret Politikası tezine göre, ekonomide kilit endüstrilerin özendirilmesi dolayısıyla sağlanan dışsal ekonomilerden bütün ülke yararlanır ve böylece gelecekteki büyüme olanakları yükselir. Bu politika, bir anlamda Genç Endüstri Tezi’ne benzemektedir; ama onun gibi kalkınmakta olan ülkeler için değil, sanayileşmiş ülkeler için geliştirilmiştir. Ayrıca, ondan farklı olarak yüksek teknoloji endüstrilerine uygulanır. Bazı iktisatçılar, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Japonya’nın sanayi ve teknoloji alanındaki başarısını, büyük ölçüde, uyguladığı stratejik sanayi ve dış ticaret politikasına bağlarlar. Ancak bu tezin bazı zayıf noktaları da vardır. Öncelikle, başarılı olabilecek, yani gelecekte büyük dışsal ekonomi doğuracak olan endüstrilerin seçimi, sonra da bunları destekleyecek uygun politikalara karar verilmesiyle ilgili sorunlar bulunmaktadır. Ayrıca, bir ülke stratejik ticaret politikası uygular ve bunda da başarılı olursa, bu başarı öteki ülkelerin pahasına sağlanmış olur. Dolayısıyla, onlar da zaman içerisinde aynı yola başvurabilirler. Çok sayıda ülke aynı zamanda bu tür politikalar uygularlarsa ise, bu çabalar birbirini etkisizleştirir ve her birinin sağlayacağı yararlar çok sınırlı kalır.
4. Dampinge Karşı Korunma: Gümrük tarifelerinin konulmasını gerektiren başka bir neden de yabancı üreticilerin yaptıkları dampinge karşı yerli üreticileri korumaktır. Damping, ihracatçı firmanın malını dış piyasada, iç piyasada sattığından daha düşük fiyatla satmasıdır. Hemen hemen tüm ülkelerde yasalar dampingin önlenmesi için anti-damping vergilerinin konulmasını öngörür.
Korumacılığın Ulusal Güç Rekabetinde Yeri
Korumacı politikalar, bir ülke içerisindeki sınıfsal ve grupsal rekabet nedeniyle de zaman zaman güçlenebilir. Örneğin, Türkiye örneğinden ilerlemek gerekirse, Cumhuriyet rejimini kuran kadroların asker kökenli olmaları ve popülist halk hareketlerini hatalı bir şekilde rejimin temel niteliklerine karşıt olabilecek düzlemde değerlendirmeleri nedeniyle, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yönetimdeki etkisini kaybetmemek adına Türkiye’nin serbest piyasa ekonomisine geçişine destek vermesi oldukça geç bir tarihte, ancak 1980’lerde mümkün olmuştur. Turgut Özal’ın Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı ve Başbakan olmasıyla başlayan bu süreç, aslında peki hala 1970’lerde başlayabilir ve Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) 1978’de üye olarak bugün Avrupa Birliği’nin tam üyelerinden biri olması sağlanabilirdi. Bu konuda genelde AET’yi sol politikalar temelinde “onlar ortak, biz pazar oluruz” diyerek eleştiren rahmetli Bülent Ecevit’in popülist tavrı eleştirilse de, o dönemin yoğun TSK etkisindeki Türkiye siyaseti ve entelektüel hayatında güvenlik bürokrasisinin temel belirleyici olduğu da düşünülürse, güvenlik bürokrasisinin kendi konumunu kaybetme korkusundan söz etmek de bence yerinde olacaktır. Bu bağlamda, Türkiye’nin 1980’lerde Özal’la birlikte piyasa ekonomisine geçmesinin yanında, 1990’ların ortalarında Avrupa Birliği’nin Gümrük Birliği’ne dahil olması da tarihi bir ileri adımdır. Bu sayede, Türkiye ekonomisi Avrupa ekonomileri ile entegre olmuş, iç içe geçmiş ve AB üyeliğinin gerçek ve somut bir hedef haline geldiği bir süreç yaşanmıştır. Tesadüfi değildir ki, Türkiye’nin 2000’lerde sivilleşmesi ve demokratikleşmesi de ancak ekonominin devlet kontrolünden çıkmasıyla mümkün hale gelebilmiştir. Bu bağlamda, TSK’nın ilerici bir özelliği ise, halen askeri darbeler gerçekleştiren Mısır Ordusu’nun aksine, ekonomide tekel olmaya çalışmaması ve büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün vizyonu doğrultusunda ılımlı devletçi çizgiye daha yakın durmasıdır.
ABD’de Donald Trump ile yükselişe geçen korumacılık politikasında da, yine sınıfsal ve toplumsal bazı izler bulmak mümkündür. Şöyle ki, ABD’nin yoğun göç ve dış ticaret politikasıyla giderek üretimin ve genel olarak ekonominin küreselleşmesine bağlı olarak eski imtiyazlarını kaybeden beyaz Amerikalılar için, korumacılık modeli ve piyasa rekabeti yerine iş güvenliği, çok daha akılcı ve güvenilir bir politika haline gelmekte ve Çin gibi işgücünün daha ucuz olduğu bölge/ülkelere giden Amerikan firmalarının yeniden anavatana dönmeleri sağlanarak, daha fazla istihdam yaratılması hedeflenmektedir. Bu, bilgi, beceri ve eğitim düzeyi yüksek olmayan çalışan kesimler için her zaman cazip adlandırılabilecek bir politikadır. Bu sayede, ABD’de güçlü olan ve ekonomik çıkarlar yerine jeopolitik saiklerle hareket eden güvenlik bürokrasisi de, kendi özerk alanını korumakta ve ABD’ye hasım olarak değerlendirilen (Çin, Rusya, İran vs.) ülkelerde iş yapan Amerikan menşeli uluslararası firmaların gücünü dengelemektedir. Ancak bu politikanın bedeli de, elbette, ekonomik olarak genel perspektifte bazı kayıpların yaşanmasıdır.
Günümüzde Korumacılık
Korumacılık, günümüzde bazı stratejik sektörler (savunma sanayisi vs.) uygulanması pek de gerçekçi olmayan bir politikadır. Bunun sebebi, piyasa ekonomisi ve piyasa dinamiklerine dayalı sistemlerin herkes için daha faydalı ve kârlı olmasıdır. Bu, ilk olarak Adam Smith tarafından “Mutlak Üstünlükler Teorisi” (Theory of Absolute Advantages) adı altında açıklanmıştır. Smith’in ünlü eseri Ulusların Zenginliği‘nde (1776) vurguladığı bu temel iktisadi teze göre, her ülkenin kendisinin en iyi olduğu alanda üretimde uzmanlaşması ve yoğunlaşması, diğer ihtiyacı olan ürünleri ise ithal etmesi, hem bu ülke halkının, hem de diğer ülke halklarının en kaliteli ürüne en ucuz fiyatla ulaşmasını sağlayacağı için, ekonomik olarak herkesin lehine olacaktır. Smith, bu konuda İngiltere ile Portekiz’den yola çıkarak kumaş ve şarap ticareti örneğini vermiştir.
Adam Smith’ten sonra ise, David Ricardo, Mutlak Üstünlük Teorisi’ne ilişkin analizleri geliştirerek Karşılaştırmalı Üstünlük Teorisi’ni (Theory of Comparative Advantages) ortaya atmıştır. Teori o derece güçlü bir mantıksal yapıya sahiptir ki, karşılaştırmalı üstünlük yaklaşımının bugün bile uluslararası ticaretin temelini oluşturduğu kabul edilir. Ricardo’ya göre, uluslararası ticareti mutlak üstünlüklere dayandırmaya gerek yoktur. Böyle bir yaklaşım teorinin kapsamını da oldukça daraltır. Çünkü mutlak üstünlükler, karşılaştırmalı üstünlüklerin özel bir durumu gibidir. Mutlak üstünlüklerin gerçekleştiği durumlarda karşılaştırmalı üstünlük de vardır, ama bunun tersi geçerli değildir; yani, karşılaştırmalı üstünlük elde edilen her durumda mutlak üstünlük bulunmayabilir. Ricardo’nun yaptığı katkılara göre, uluslararası ticaret için üzerinde durulması gereken, ülkenin bazı malları diğer ülkeden daha ucuza üretmiş olması, yani bu mallarda mutlak üstünlük sahibi olması değildir. Tersine, önemli olan üretimdeki üstünlüklerin derecesidir. Yani bir ülke, diğerlerine göre hangi malların üretiminde göreceli üstünlük sahibi ise, o malların üretimi konusunda uzmanlaşmalıdır.
Ekonomi biliminin temelini oluşturan bu iki yaklaşıma karşın korumacılığın yükselmesi ise, yine güvenlik bürokrasisi ve savunma sanayisi gibi stratejik sektörlerin çıkarları ve gelecek projeksiyonlarıyla ilişkilendirilebilir. Bu konuda yine somut bir örnek vermek gerekirse, Türkiye’den Avrupa ülkelerine yoğun mal akışı sağlayan ve binlerce kişiyi istihdam eden tüccar/sanayici kesimler için ülkenin AB üyeliğinin sağlanması ve bu doğrultuda Kıbrıs Sorunu’nun uluslararası hukuka uygun ve adilane bir şekilde çözümlenmesi daha doğru bir yaklaşımdır. Benzer şekilde, Avrupa üniversiteleri ile entegrasyon sağlamak, Avrupa’dan öğrenci ve araştırmacı akışını hızlandırmak ve bilimsel iş birliklerini geliştirmek isteyen eğitimci/akademisyen çevreler için de Avrupa entegrasyonu daha doğru ve geçerli bir yaklaşımdır. Fakat konuya jeopolitik açıdan yaklaşan güvenlik bürokrasisi için, Kıbrıs’taki askeri varlık ve Doğu Akdeniz’deki jeopolitik hâkimiyet daha stratejik bir meseledir. Bu bağlamda, ancak her iki tarafın da kaygıları giderilebilirse bu konuda somut ve bütüncül bir politika geliştirilebilir. Bu anlamda, devlet yöneticilerinin bürokrasi kadar, üretici güçlerin taleplerini de dikkate almaları şarttır. Yoksa günümüzün Türkiye’si gibi, ekonomik sorunların arttığı ve genç işgücünün yurt dışına kaybedildiği olumsuz süreçler yaşanabilir. Bunların etkilerini ölçmek mümkün olmasa da, bir ülkenin en değerli hazinesi gençleri ise, bunun kaybını ciddiye almak gerekir.
Sonuç
Türkiye örneğinden de hareket ederek, günümüzde korumacılık politikalarının ancak bazı sektör ve durumlarda uygulanmasının daha doğru olduğu düşünülebilir. Bunun sebebi, küresel nüfus artışına da paralel olarak ekonomik rekabetin kızışması ve ekonomik menfaatlerin çok daha önemli hale gelmesidir. Bu bağlamda, çağdaş ve akılcı yönetişim, jeopolitik ve ekonomik menfaatleri dengeleyerek en doğru kararın verilmesini dikte eder. Bu ise, sıfır toplamlı bir oyun değil, makul dengeleri gözeten karmaşık bir politika setini zorunlu kılar.
Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ