TÜRKİYE’NİN MISIR POLİTİKASI: NE REVİZYONİZM, NE RESTORASYON, SADECE HİBRİT REALİZM

upa-admin 16 Şubat 2024 778 Okunma 0
TÜRKİYE’NİN MISIR POLİTİKASI: NE REVİZYONİZM, NE RESTORASYON, SADECE HİBRİT REALİZM

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Mısır’a yaptığı ziyaretler, İsrail’in Gazze’de uyguladığı kitlesel şiddet ve işgal politikalarına karşı hamleler olarak gözükebilir. Ancak geçen yıldan beri kaydedilen gelişmeler, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminde darbenin dış karargâhlarından biri olarak gösterilen BAE ile ilişkilerde yeni bir sayfa açma, Filistin liderliğinde alternatif olarak işaret edilen İsrail’in devşirdiği Muhammed Dahlan’ın Türkiye dahil İsrail bazındaki istihbari hareketliliği ve az önce değindiğimiz 15 Temmuz’daki konumu arkada bırakılarak “yeni açılımlar”la, dış politikadaki değişim anlaşılmaya çalışılıyor. Aslında İsrail’in 7 Ekim sonrasında, Hamas saldırılarından sonra, maalesef şimdilik 30 bine yakın Filistinli’nin yaşamını kaybettiği başlattığı kitlesel savaş olmasa, BM Genel Kurulu sırasında, İsrail Başbakanı Benyamin Netenyahu, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından New York’taki Türk Evi’nde kabul edilmişti. Yani bu olaylar olmasa idi, karşılıklı Büyükelçilerin atanması dahil, doğalgaz işbirliği ve Ceyhan-Leviathan boru hattını da içeren adımlar peş peşe gelecekti.

Peki bölgedeki ilişkiler, Türk Dış Politikası, hangi zeminde, algıda bir Batı karşıtlığına dönüştü ve bu siyasalar nasıl klasik ayarlara tekrar rücu etmeye başladı? Ya da daha açık bir dille sorarsak, Batı karşıtlığı yüzeysel, iletişimsel bir iç kamuoyu paketi miydi, bununla birlikte bölgede “Arap sokağı”na seslenen bir bölgesel liderlik inşası, bize bir yerlerden tanıdık mı geliyordu?

Tanıdık bir tarihsel gezinti alanında dolaşınca, yanıtlar biraz daha belirginleşiyor. Türkiye’nin Yunanistan’la birlikte ABD müttefiki olması, 1947 Truman Doktrini ile başlar. ABD Başkanı Harry Truman, 12 Mart 1947 tarihli ünlü Kongre konuşmasında hem Soğuk Savaş’ı resmen başlatır, hem de Türkiye ve Yunanistan’ı ABD müttefiki olarak ilan eder. Şu vurgu anlamlıdır: “Yunanistan’ı kaybedersek Türkiye’yi kaybederiz, Türkiye’yi kaybedersek, bütün bir Ortadoğu’yu kaybederiz.” Bu bakış açısı, dönem yüzeyinde sadece Yunanistan’da komünistlerin içinde yer aldığı iç savaş ya da İtalya’daki popüler komünist hareketin engellenmesi çerçevesinde önem arz etmemektedir. Aynı zamanda, komünizmin Ortadoğu’ya yayılması endişesini de içermektedir. Bu bağlamda, 1949’da kurulan NATO’ya, Türkiye ve Yunanistan 1952’de birlikte üye kabul edilmiş, her iki ülke ittifakın güneydoğu savunma kanadını oluşturmuştur.

Demokrat Parti (DP) iktidarındaki “küçük Amerika” vurgusu, Bağdat Paktı ve CENTO’da İran ve Pakistan’la SSCB’yi çevreleme siyaseti, 1980’lerde Özal’ın ANAP’ı ile “bölgesel süper güç” anlayışı, aslında stratejik orta boy devletin küresel anlamda taşeronluğunun bir politik meşruiyeti gibi yansıtılmıştır.

Bu zihniyet, AK Parti’de 2016’ya kadar siyaset yapan Prof. Ahmet Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” anlayışında, bölgesel perifeleri, büyük gücün yardımıyla kurmak bağlamında tekrarlanmıştır. Bunu çok net olarak 2009-2016 yıllarında gözlemleyebiliriz. Davutoğlu, bu dönemde, 2009-2014 arasında Dışişleri Bakanı, 2014-2016 arasında Başbakanlık görevlerini icra etmişti. 2009 öncesinde ise Dışişleri Bakanı danışmanı idi. 2009’da o zaman Başbakan olan Erdoğan’ın, Davos’ta, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile “one minute” polemiği, Türkiye’nin 2002-2009’da İsrail’le gelişen, 2008’de İsrail-Suriye ilişkilerindeki aracılığı, 2005’te Erdoğan’ın İsrail ziyaretini de kapsayan bir sürecin sonunda gelmişti. Bu politika değişikliğinin bir işareti miydi? 2010’daki Mavi Marmara hadisesi, 2011’de ekonomik yaptırımlar dışında, “özür, tazminat ve Gazze ablukasının kaldırılması” koşullarıyla ilişkilerin askıya alınması, 2010’da İran’a yönelik nükleer silah geliştirme iddiaları üzerinde, Mayıs’ta Brezilya ile üçlü Tahran Deklarasyonu’nun açıklanması bir başka soru idi. Halbuki, Türkiye’nin İran’daki temasları BM Güvenlik Konseyi denetimindeydi ve tüm detayların Türkiye tarafından taraflarla paylaşıldığı bir tabloyu gösteriyordu. Tek ayrılık, BM Güvenlik Konseyi’nin geçici üyesi olan Türkiye’nin “ek yaptırımlara” evet dememesiydi, bu da anlaşılabilirdi.

Ancak bu siyasalar, 2010’da önce Tunus, sonra Mısır ve Suriye’de ve diğer Ortadoğu ülkelerinde başlayan sözde Arap Baharı’nda iyice çatallaştı. Mısır’da Ordu, 1952’den beri siyaset ve ekonomideki vesayetini kullanarak, Mübarek’in sıkışması üzerine darbe yaptı. Yeni anayasa ile yapılan seçimlerde, 2012’de İhvan-ı Müslimin çizgisindeki Hürriyet ve Adalet Partisi’nin adayı Muhammed Mursi, Cumhurbaşkanı seçildi. O dönemdeki endişe, Mursi’nin Camp David dengesini ortadan kaldırma söylemiydi. Hatta Kahire’deki İsrail Büyükelçiliği defalarca göstericiler tarafından abluka altına alındı. 2013’te Mısır Ordusu’nun, Batı’daki ittifakları çerçevesinde Sisi’nin liderliğinde darbe yapması, AK Parti iktidarı ve Erdoğan tarafından şiddetle eleştirildi; karşılıklı hakaretler edildi, ikili ilişkiler buzdolabına konuldu, iktidar partisinin bugün de kullandığı “rabia” işareti, yani dört parmaklı el işareti, Mısır’da devrilen Mursi, İhvan çizgisine bir kitlesel destek olarak öne çıktı. Sisi ile “asla” görüşülmeyeceği defalarca ifade edildi.

Eş zamanlı olarak, Suriye’de başlayan kaos, Suriye’ye yönelik “açık kapı politikası”, milyonlarca sığınmacının kontrolsüz ülkeye girişi, AB ile geri kabul anlaşması, Türkiye’nin sığınmacı deposuna dönüşme riski, ABD politikalarına ters değil, tam tersi bunlarla uyumluydu. Zira ABD, Suriye kaosunda, Esad’ın düşmesi, Suriye’nin parçalanması, bu bölgeye kısmen de olsa yerleşmeyi öngörüyordu. Ve hedefini gerçekleştirdi. Siyasal iktidar, Mısır’da Mursi, Suriye’de Esad sonrası İhvan rejimi düşleri ile İhvan ekseni beklerken, Sisi, ülkesinin içinde askeri vesayetin de ekonomik odakların, Batı’nın desteği ve Rusya’nın dengeli siyasetiyle ayakta kaldı, rejimde konsolidasyon sağladı, Suriye’de ise PKK/PYD terörü antite haline geldi ve devletleşme eğilimi gösterdi, ABD ise müttefikliğini terör örgütü bazında saklamadı. Bunun öncesinde, 2009-2015 arasındaki çözüm süreci, 2009’da PKK terör örgütü üyelerinin Habur’dan girişi ve Suriye’ye gitmeleri, PKK terörünün PYD şubesinin ilerlemesinde ne yazık ki, sonuç üzerinde etkili oldu.

15 Temmuz 2016 sonrasında, Türkiye’nin Suriye’deki askeri operasyonları, yanlıştan dönme çerçevesinde, PKK/PYD terörüne karşı mücadelede, Suriye’nin kuzeyinde Akdeniz’e ulaşacak terör koridorunun engellenmesi zemininde başarılı oldu. Benzerleri Irak derinliğinde ortaya konuldu ve devam ediyor. Bu arada, Türkiye’nin Akdeniz’de ve diğer denizlerde Mavi Vatan politikası, Ersin Tatar’la 2020’de Kıbrıs’ta iki devletli çözüm anlayışı, 2019’da Libya ile imzalanan “deniz yetkilerinin sınırlandırılması anlaşması”, 2020’de Azerbaycan’ın Karabağ’daki topraklarını kurtarmasındaki dayanışma, 2021’deki Şuşa Beyannamesi, Mevlüt Çavuşoğlu’nun Dışişlerindeki popüler ve milliyetçi söylemi ön plana çıktı.

Türkiye’nin 2023 Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimi öncesinde, 2016’da başlayan siyaseti değiştirme eğilimleri, BAE dahil adımları, Mısır’la adım adım ilerleyen siyasetindeki temel belirleyici ne oldu?

Türkiye, 1947’den beri ABD müttefiki ve 1952’den itibaren NATO üyesi, bu hiç değişmedi… Son günlerde İsveç’in NATO üyeliği hakkındaki oylamada ana akım üç parti (AK Parti, CHP ve MHP) ülkedeki toplumsal ve siyasal kutuplaşmaya karşın birlikte olumlu oy kullandı. Cumhurbaşkanı’nın geçen seneki Yunanistan ziyaretinde de görüldü ki, Türkiye ile Yunanistan savaşmayacak, zaten savaşmasın da. ABD tarafından Patriot talebimiz karşılanmayınca, Rusya’dan aldığımız S-400’ler, Donald Trump’a rağmen, onun son günlerinde, ABD Kongresi tarafından CAATSA yaptırımlarına uğramamıza ve ABD tarafından “hasım” ilan edilmemize neden oldu. Şimdi İsveç karşılığında F-16 konusu çözüldü denilirken, ABD Yunanistan’a S-400 sürecinde dışlandığımız, ortaklığından çıkarıldığımız F-35 satışıyla koşut bir zamanda gerçekleşti. Oysa İsrail, bölgede, 2018’den beri F-35 uçuruyor.

Geldiğimiz noktada, Türkiye, 2002’den beri dış politikasında, ABD ile yaşadığı “güven bunalımları”na karşın (1947’den beri hep öyleydi zaten), 2016 sonrasındaki revizyonizm görüntüsü eklektik bir iletim stratejisi idi, hedef daha çok iç kamuoyunu konsolide etmekti.

Mısır’la realist zemini zorlayan gerilimin bugün Devlet Başkanları nezdinde karşılıklı ziyaretler düzeyine gelmesi elbette olumlu bir aşamayı göstermektedir. Peki sadece 2016 değil, 2009’dan beri yaşanan kafa karışıklıkları, bugünkü restorasyon görüntüleri, siyasal bir bilançoyu da ortaya koymuyor mu? Muhalefetin tek vurgusu, AB ile normalleşmeden  öteye gidemiyor. Halbuki Mısır’la eş zamanlı başlayan Suriye siyasası ile, yanıbaşımızda terör antiteleri oluştu, Irak boyutu ile 1300 km uzunluğunda devlet muhatabımız yok, stratejik göç mühendisliği ile hem ulusal alaşımımız tehlikede, hem de komşularımızda demografik değişimle, yeni siyasal varlıklar, terör devletçikleri oluşturuluyor.

Günün polemiklerinde herhalde bu gerçekleri kaçırıyoruz. Değerlerle karışık bir hibrit realizm, pragmatizmin ötesinde, bir savrulma potansiyelini işaret ediyor. Buraya dikkat etmek gerekiyor…

Doç. Dr. Deniz TANSİ

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.