RUSYA’NIN AFRİKA AÇILIMI: WAGNER’İN GÖLGESİNDE YENİ BİR KOLONYAL ÇAĞ MI?

upa-admin 13 Nisan 2025 257 Okunma 0
RUSYA’NIN AFRİKA AÇILIMI: WAGNER’İN GÖLGESİNDE YENİ BİR KOLONYAL ÇAĞ MI?

Giriş

Soğuk Savaş yıllarında Sovyetler Birliği’nin anti-emperyalist retoriği doğrultusunda Moskova’dan Afrika kıtasına yönelen diplomatik ve ideolojik destek, özellikle bağımsızlık mücadelesi veren ülkelerde büyük bir yankı bulmuşturr. Angola, Mozambik ve Etiyopya gibi ülkelerde sosyalist devrimci hareketlerle kurulan ilişkiler, Moskova’nın küresel etkisini Batı karşıtı bir eksende genişletme çabasının parçasıydı. Ancak 1991’de Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte Rusya’nın dış politika öncelikleri köklü biçimde değişti; Afrika kıtası da, ekonomik zorluklar ve iç siyasi çalkantılar nedeniyle uzun süre dış politika gündeminde marjinal bir konumda kaldı.

2000’li yılların ortalarından itibaren Rusya’nın Vladimir Putin liderliğinde yeniden küresel bir güç haline gelme yönelimi, Afrika’yı da Rus dış politikasının radarına yeniden dahil etti. Bu dönüş, klasik diplomatik kanalların ötesine geçerek, askeri, ekonomik ve paramiliter araçları kapsayan çok katmanlı bir stratejiye evirildi. Rusya’nın Afrika’daki faaliyetleri, yalnızca devletlerarası ilişkilerle sınırlı kalmadı; aynı zamanda Wagner Grubu gibi gayriresmî ama Kremlin ile sıkı ilişkili aktörlerin öncülüğünde yeni bir nüfuz alanı inşasına da dönüştü.

Bu süreçte, Moskova, kıta ülkelerine Batı’nın sunduğu koşullu yardımların aksine daha esnek anlaşmalar ve güvenlik vaatleri sunarak cazip bir ortak profili çizmeye çalıştı. Özellikle Fransa gibi eski sömürge güçlerinin etkisinin azaldığı bölgelerde, Rusya’nın “alternatif ortak” olarak konumlanması, yalnızca politik değil, aynı zamanda ideolojik ve tarihsel anlamlar da taşıdı. Rus dış politikasının bu yeni safhasında, Afrika, yalnızca ekonomik çıkarların ya da güvenlik anlaşmalarının ötesinde, çok kutuplu dünya düzeni vizyonunun sahnelendiği bir jeopolitik laboratuvar haline geldi.

Wagner Grubu’nun Libya, Mali, Sudan ve Orta Afrika Cumhuriyeti gibi ülkelerde yürüttüğü operasyonlar, sahada klasik diplomatik araçların yerini hızla güvenlik-odaklı iş birliklerinin ve askeri angajmanların aldığını gösterdi. Bu bağlamda, Rusya’nın Afrika’daki mevcudiyeti, sadece konjonktürel bir strateji değil, aynı zamanda küresel güç rekabetinde Batı karşıtı pozisyonunu pekiştirmeye yönelik daha derin bir arayışın uzantısı olarak değerlendirilmelidir. Kimi analistlere göre, bu eğilim, Batı’nın klasik kolonyal yöntemlerine karşı “yeni kolonyalizm“in daha esnek, hibrit ve gayriresmî bir biçimi olarak ortaya çıkmaktadır.

Rusya’nın Afrika’daki Stratejik Hedefleri

Rusya’nın Afrika’ya yönelik dış politikasındaki temel yönelim, kıtanın sunduğu doğal kaynak zenginliği, diplomatik nüfuz potansiyeli ve Batı karşıtı bloklar inşa etme imkânı gibi çok katmanlı çıkarlar etrafında şekillenmektedir. Afrika, yalnızca enerji ve maden kaynakları açısından değil, aynı zamanda Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşlarda oy potansiyeli, Çin ve Batı ile rekabet alanı oluşu ve güvenlik iş birliklerinin geliştirilmesine uygun ortamıyla Moskova için cazip bir hedef haline gelmiştir.

Enerji, altın, elmas ve uranyum gibi stratejik ham madde kaynakları, Rusya’nın Afrika açılımının ekonomik motivasyonlarını oluşturan temel dinamikler arasında yer almaktadır. Özellikle Orta Afrika Cumhuriyeti, Mali, Sudan ve Madagaskar gibi ülkelerle Rusya arasında yapılan anlaşmalar, maden işletme haklarının Rus şirketlerine devredilmesi ya da doğrudan Wagner Grubu gibi paramiliter yapılarla bağlantılı firmalar aracılığıyla sahada faaliyet yürütülmesini içermektedir. Bu strateji, Rusya’nın değerli madenler konusunda olan dış bağımlılığını azaltmak ya da Batı yaptırımlarının ekonomik etkisini yumuşatmak amacıyla yeni kaynaklara erişim sağlamaya yöneliktir. Aynı zamanda, Kremlin, bu kaynaklara doğrudan erişim sağlayarak devlet dışı aktörlerin üzerinden yürütülen ekonomik bir hegemonya inşa etmektedir.

Bununla birlikte, Afrika kıtası, Rusya için sadece ekonomik değil, aynı zamanda uluslararası sistemdeki güç dağılımını etkileme potansiyeli bakımından da stratejik bir sahadır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda toplamda 54 oy hakkına sahip olan Afrika ülkeleri, diplomatik destek arayışında olan Moskova açısından önemli bir koz olarak değerlendirilmektedir. Özellikle Batı’nın Ukrayna Savaşı bağlamında uyguladığı uluslararası izolasyon politikalarına karşı, Afrika ülkeleriyle geliştirilen ittifaklar, Rusya’nın küresel alanda yalnızlaştırılamayacağını gösterme çabasının bir uzantısıdır. Kremlin’in bu stratejisi, “yeni çok kutupluluk” söyleminin yalnızca retorik düzeyde değil, aynı zamanda diplomasinin teknik düzleminde de işlerlik kazanmasını hedeflemektedir.

Rusya’nın Afrika’daki varlığı aynı zamanda Batı’ya karşı yürüttüğü jeopolitik satrancın bir parçası olarak da okunmalıdır. Fransa’nın geleneksel etkisini kaybetmeye başladığı Sahel bölgesinde ve ABD’nin güvenlik ağının zayıfladığı Doğu Afrika’da, Moskova’nın güvenlik iş birlikleri ve askeri anlaşmalar yoluyla etkisini arttırması, yalnızca bölgesel çıkarların ötesinde, Batılı aktörlere karşı sembolik bir üstünlük inşa etme arzusunun göstergesidir. Bu bağlamda, Rusya’nın Afrika’daki askeri üs talepleri, silah satışları, güvenlik danışmanlığı hizmetleri ve ortak tatbikat faaliyetleri, klasik diplomasiye alternatif olarak uygulamaya koyduğu hibrit dış politikanın yapıtaşlarını oluşturmaktadır.

Kıtanın bazı bölgelerinde hükümetlerin istikrarsız yapısı ve Batı’ya karşı duyulan tarihsel güvensizlik, Rusya’nın “koşulsuz destek sağlayan” ortak olarak sunulmasına zemin hazırlamaktadır. Bu strateji, insan hakları, demokrasi ve şeffaflık gibi değerler üzerinden kurulan Batı merkezli söylemlere karşı “egemenlik” ve “iç işlerine karışmama” ilkeleriyle şekillenen alternatif bir normatif çerçeveyi de beraberinde getirmektedir. Bu anlamda, Afrika ülkelerine yönelik dış politika vizyonu, Kremlin’in küresel sistemdeki ideolojik pozisyonunu da yansıtmaktadır.

Wagner Grubu’nun Rolü ve Yöntemleri

Rusya’nın Afrika kıtasındaki etkisinin görünür ve çoğu zaman belirleyici aktörlerinden biri olan Wagner Grubu, devlet dışı bir güvenlik şirketi görüntüsü altında faaliyet göstermesine karşın, Kremlin ile olan doğrudan bağları ve operasyonel uyumu nedeniyle devletin dış politika araçlarından biri olarak değerlendirilmektedir. Wagner’in Afrika’daki faaliyetleri, klasik devlet diplomasisinin sınırlı kaldığı alanlarda Rusya’nın nüfuzunu derinleştirmek, güvenlik sektörü üzerinden ekonomik ve siyasi kontrol sağlamak gibi çok yönlü hedeflere hizmet etmektedir.

Wagner Grubu’nun kıtadaki operasyonları, çoğunlukla siyasi istikrarsızlık yaşayan ya da Batı ile ilişkilerinde sorunlar yaşayan ülkelerde yoğunlaşmaktadır. Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti, Libya ve Sudan gibi örneklerde, bu yapı, yerel yönetimlere sağladığı güvenlik danışmanlığı, Başkanlık saraylarının korunması, isyancı gruplara karşı askeri destek gibi görevlerin yanı sıra, bazı durumlarda iç savaş dinamiklerine de doğrudan müdahil olmuştur. Bu müdahaleler, yalnızca güvenlik sağlamakla sınırlı kalmamakta, aynı zamanda rejimlerin meşruiyetini yeniden inşa etme sürecinde stratejik bir araç olarak kullanılmaktadır.

Wagner’in yöntemleri, klasik güvenlik şirketlerinden farklı olarak hem askeri, hem de ekonomik alanları içeren hibrit bir yapıya dayanmaktadır. Grubun sahada aktif olduğu bölgelerde sıklıkla görülen uygulamalardan biri, doğal kaynakların işletilmesi karşılığında sağlanan askeri destek anlaşmalarıdır. Bu modelde, Wagner, altın ve elmas madenleri gibi stratejik ekonomik kaynakların denetimini üstlenmekte, bu faaliyetlerden elde edilen gelir ise doğrudan grubun finansmanına aktarılmaktadır. Böylece, Rusya, resmi bütçesini zorlamadan ve doğrudan devlet kontrolüne ihtiyaç duymadan Afrika’daki ekonomik çıkarlarını bir güvenlik şirketi eliyle yürütmektedir.

Wagner’in faaliyetleri sadece fiziki şiddet ya da askeri operasyonlarla sınırlı değildir. Grup, aynı zamanda medya, sosyal medya ve kamuoyu yönlendirme araçları üzerinden psikolojik harp tekniklerini de sistematik biçimde kullanmaktadır. Özellikle Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Rusya yanlısı filmler, müzik klipleri ve sosyal medya kampanyaları yoluyla Batı karşıtı bir anlatı inşa edilmekte, Rusya ise “sömürgeciliğe karşı gelen bir dost ülke” imajıyla sunulmaktadır. Bu tür yumuşak güç teknikleri, sadece mevcut rejimlerin desteklenmesi değil, aynı zamanda halk tabanında uzun vadeli bir sempati yaratılması amacıyla tasarlanmaktadır.

Ancak Wagner’in faaliyetleri, beraberinde ciddi tartışmaları ve eleştirileri de getirmiştir. Uluslararası insan hakları örgütleri, grubun faaliyet gösterdiği ülkelerde sivillere yönelik işlenen şiddet eylemleri, keyfi infazlar, işkence ve yağma gibi vakalara dikkat çekmektedir. Bu durum, Rusya’nın Afrika’daki varlığını bir kurtarıcı ya da alternatif ortak olmaktan ziyade, yeni tür bir sömürgeci yapı olarak konumlandıran yorumların güç kazanmasına neden olmaktadır. Ayrıca Wagner’in faaliyetlerinin Kremlin’in denetiminde ama doğrudan sorumluluğunda olmaması, hem hesap verilebilirlik mekanizmalarının işlemesini engellemekte, hem de Rus dış politikasının gri bölgede hareket etmesine olanak tanımaktadır.

Wagner Grubu, sahadaki taktiksel başarılarının ötesinde, Rusya’nın geleneksel diplomasi yerine benimsediği pragmatik ve hibrit dış politika stratejisinin bir yansımasıdır. Bu yapı, modern jeopolitik rekabetin sadece devlet aktörleri arasında değil, aynı zamanda devlete bağlı paramiliter yapılar üzerinden de yürütüldüğünün çarpıcı bir örneğini sunmaktadır. Wagner’in Afrika’daki varlığı, Rusya’nın yalnızca Batı ile rekabet etmekle kalmayıp, aynı zamanda uluslararası düzenin kurallarını yeniden tanımlamaya çalıştığını da göstermektedir.

Yeni Kolonyalizm Tartışmaları, Yerel Halkın Algısı ve Tepkileri

Rusya’nın Afrika kıtasındaki yükselen etkisi, resmi söylemlerde sıklıkla Batı sömürgeciliğine karşı geliştirilen bir “alternatif ortaklık modeli” olarak sunulsa da, sahadaki uygulamalar bu söylemi zayıflatan çelişkili dinamikler içermektedir. Kremlin’in tarihsel olarak anti-emperyalist mücadeleleri desteklemiş bir geleneğe yaslanarak oluşturduğu Afrika politikası, günümüzde hem yerel yönetimlerin, hem de halkların gözünde karmaşık ve ikircikli biçimlerde algılanmaktadır.

Birçok Afrika ülkesinde, özellikle Fransa ve İngiltere gibi eski sömürge güçlerine karşı duyulan tarihsel öfke ve güvensizlik, Rusya’nın “dış müdahaleye karşı egemenliği savunan” bir aktör olarak algılanmasını kolaylaştırmaktadır. Kremlin’in özellikle Wagner Grubu üzerinden yürüttüğü askeri ve güvenlik iş birlikleri, Batı’nın insan hakları ve şeffaflık taleplerine kıyasla daha az koşullandırılmış olması nedeniyle bazı rejimler tarafından cazip bir seçenek olarak görülmektedir. Bu durum, Rusya’nın “koşulsuz destek veren stratejik ortak” imajını pekiştirirken, Batı karşıtı politikaların halk desteğiyle meşrulaştırılmasına da katkı sunmaktadır.

Ancak bu yüzeysel meşruiyetin ardında, yerel halklar nezdinde artan şüphe ve memnuniyetsizlikler de dikkat çekmektedir. Wagner Grubu’nun güvenlik sağlama gerekçesiyle yürüttüğü operasyonlar sıklıkla sivil kayıplara, zorla yerinden edilmelere ve ekonomik kaynakların özel aktörlerce kontrol altına alınmasına neden olmaktadır. Özellikle Orta Afrika Cumhuriyeti ve Mali gibi ülkelerde, Rusya’ya yakın şirketlerin maden ocaklarında çalıştırılan işçilerin maruz kaldığı kötü çalışma koşulları, sömürgeci pratikleri çağrıştıran yeni bir emek sömürüsü düzeni olarak algılanmaktadır. Bu bağlamda, Rusya’nın sunduğu güvenlik ve ekonomik iş birlikleri, giderek halk tabanında “yeni bir sömürgeciliğin” aracı olarak değerlendirilmeye başlamaktadır.

Propaganda faaliyetleri yoluyla inşa edilen “Rusya eşittir özgürlük” algısı, sahadaki gerçeklik karşısında giderek aşınmaktadır. Sosyal medya ve yerel gazetelerde sıklıkla dile getirilen yolsuzluk, kamu kaynaklarının paylaşımındaki adaletsizlik ve Wagner Grubu’nun cezasız kalan eylemleri, Rusya’nın Batı’dan farklı olmadığı yönündeki kanaatleri güçlendirmektedir. Halkla doğrudan temas etmeyen, yalnızca iktidar elitleriyle yürütülen kapalı müzakereler, Rusya’nın Afrika’daki etkisini kırılgan kılmakta ve bu etkilerin sürdürülebilirliğini sorgulanabilir hale getirmektedir.

Öte yandan, bazı muhalif sivil toplum örgütleri, Rusya’nın kıtadaki varlığını Batı karşıtı retoriğin bir maskesi olarak nitelemekte ve bu varlığın, bölgesel elitlerle kurulan çıkar ilişkileri üzerinden yeni bir bağımlılık rejimi oluşturduğunu ileri sürmektedir. Bu eleştiriler, özellikle genç ve eğitimli kesimler arasında yaygınlık kazanmakta; “Rusya’nın değil, halkın çıkarlarının savunulması” çağrıları kıta genelinde artan bir yankı bulmaktadır. Bu bağlamda, Rusya’nın Afrika’daki varlığı yalnızca dış politika hamlelerinin bir uzantısı değil; aynı zamanda ideolojik bir mücadele alanına da dönüşmüş durumdadır. “Yeni kolonyalizm” tartışmaları, yalnızca sahadaki askerî ve ekonomik eylemlerle değil, bu eylemlerin nasıl algılandığı ve bu algıların nasıl karşılık bulduğu ile de doğrudan ilişkilidir. Dolayısıyla, Kremlin’in kurumsal düzeydeki ittifakları, halk nezdindeki desteği garanti altına almak için yeterli olmamakta; uzun vadede toplumsal karşılık üretmeyen dış politika stratejileri, Rusya’nın Afrika’daki nüfuzunu zayıflatabilecek potansiyel riskler taşımaktadır.

Putin’in Büyük Satranç Tahtası, Afrika’nın Küresel Rekabet İçindeki Yeri

Afrika, 21. yüzyılda yeniden şekillenen küresel jeopolitik dengelerin en dinamik sahalarından biri haline gelmiştir. Kıtanın demografik potansiyeli, doğal kaynak zenginliği ve stratejik coğrafi konumu, yalnızca bölgesel değil, aynı zamanda küresel güçler için de vazgeçilmez bir rekabet alanı oluşturmuştur. Bu bağlamda, Rusya, Afrika’daki varlığını yalnızca ekonomik ya da güvenlik temelli bir açılım olarak değil, aynı zamanda Batı merkezli uluslararası düzeni dengelemeye yönelik çok kutupluluk vizyonunun bir bileşeni olarak konumlandırmaktadır.

Vladimir Putin’in dış politika doktrini, özellikle 2014’ten itibaren Rusya’nın Batı ile ilişkilerinde yaşanan derin kırılmaların ardından, alternatif küresel ittifaklar ve stratejik derinlik alanları inşa etme arayışını merkeze almıştır. Bu stratejinin merkezinde yalnızca Avrasya coğrafyası değil, Afrika gibi Batı’nın görece ihmal ettiği ama stratejik önemi giderek artan bölgeler de yer almaktadır. Rusya’nın Afrika ile geliştirdiği savunma anlaşmaları, maden işletme imtiyazları ve siyasi danışmanlık hizmetleri, Kremlin’in Batı karşısında kurumsal bir cephe inşa etme çabasının doğrudan yansımalarıdır.

Bu süreçte Çin Halk Cumhuriyeti ile olan ilişkiler de ayrı bir stratejik çerçevede değerlendirilmeyi gerektirmektedir. Çin, Kuşak ve Yol Girişimi üzerinden Afrika’da altyapı ve finansal yatırımlar aracılığıyla nüfuz tesis ederken, Rusya da güvenlik ve siyasi istikrar vaadiyle daha farklı bir zemin üzerinden kıtada varlık göstermektedir. Her iki aktör de Batı’nın eleştirel değerler sistemine karşı “egemenlik” ve “kalkınma” odaklı bir model sunmakta; bu durum, Afrika ülkelerinin dış politika manevra alanlarını genişletmesine olanak tanımaktadır. Ancak Çin’in kurumsal, ekonomik yönelimi ile Rusya’nın daha pragmatik ve zaman zaman militer yöntemlere dayalı varlığı, iki aktörün rekabetinin kaçınılmaz olduğunu da göstermektedir. Bu bağlamda, Afrika yalnızca Batı ile Doğu arasında değil, Doğu’nun kendi içindeki güç dengelerinde de kritik bir alan haline gelmiştir.

Öte yandan, Afrika’daki Batılı aktörlerin zemin kaybetmesi de dikkat çekicidir. Fransa’nın Sahel bölgesindeki etkisini yitirmesi, ABD’nin kıtaya olan ilgisinin giderek güvenlik tehditlerine indirgenmesi, Avrupa Birliği’nin ise bütüncül bir Afrika politikası geliştirememesi, Rusya’nın bu boşluğu doldurmasına imkân tanımaktadır. Özellikle askeri darbelerin ardından oluşan iktidar boşluklarında Rusya’nın hızlı reflekslerle devreye girmesi, Kremlin’in klasik diplomatik süreçlere kıyasla daha çevik bir strateji izlediğini göstermektedir. Bu çeviklik, Putin yönetiminin “yeni küresel düzen” vizyonunun uygulama araçlarından biri olarak Afrika’yı daha da öncelikli hale getirmiştir.

Afrika’daki bu çok yönlü jeopolitik rekabet, yalnızca kıtanın kaderini değil, aynı zamanda küresel düzeydeki güç hiyerarşisinin de yeniden inşasını etkilemektedir. Moskova, Afrika’da yalnızca dost ülkeler değil, aynı zamanda Batı karşıtı söylemlerin yankı bulduğu bir kamuoyu da inşa etmeye çalışmakta; bu da uzun vadeli ideolojik bir mücadeleye işaret etmektedir. Rusya’nın Afrika’daki varlığı bu nedenle yalnızca güncel çıkarlarla açıklanamaz; bu varlık aynı zamanda Kremlin’in dünyaya yönelik nasıl bir düzen tahayyül ettiğini de gözler önüne sermektedir.

Değerlendirme ve Genel Perspektif

Rusya’nın Afrika kıtasına yönelik son yıllardaki yönelimi, klasik dış politika parametrelerinin ötesinde; güvenlik, ekonomi, propaganda ve paramiliter araçların iç içe geçtiği çok katmanlı bir stratejinin tezahürü olarak okunmalıdır. Soğuk Savaş yıllarındaki ideolojik dayanışmanın yerini, günümüzde daha çok çıkar temelli, esnek ve zaman zaman örtük yöntemlerle yürütülen bir etki politikası almıştır. Bu değişim, yalnızca Rusya’nın dış politika araçlarını değil; aynı zamanda küresel sistemin dönüşen doğasını da gözler önüne sermektedir.

Afrika, Batı’nın normatif değerleriyle şekillendirmeye çalıştığı düzenin kırılganlaştığı, alternatif aktörlerin meşruiyet üretebildiği ve çok kutupluluk arayışlarının en görünür hale geldiği kıta olarak öne çıkmaktadır. Bu bağlamda, Rusya, Batı’nın müdahaleciliğine karşı sunduğu “egemenlik” odaklı diplomasiyle yeni ortaklık biçimleri kurarken, sahada yürüttüğü Wagner destekli operasyonlar aracılığıyla bu ortaklıkları askeri ve ekonomik güvenlik çerçevesine yerleştirmektedir. Ancak bu yaklaşımın sahadaki yansımaları, birçok Afrika ülkesinde yeni bir bağımlılık rejiminin oluştuğuna yönelik eleştirileri beraberinde getirmektedir.

Rusya’nın sunduğu destek yapısının cazibesi, çoğu zaman koşulsuzluk ve hızlı müdahale kapasitesiyle ilişkilendirilse de, uzun vadede bu modelin hem yerel halklar nezdinde, hem de bölgesel dengeler açısından ciddi sorunlar üretme potansiyeli taşımaktadır. Özellikle paramiliter aktörlerin hesap vermezliği, ekonomik kaynakların tek taraflı tahsisi ve toplumla kurulan zayıf temas noktaları, Kremlin’in etkisini kırılgan kılmakta; Afrika’daki varlığını sürdürülebilir kılacak bir toplumsal altyapının inşasını engellemektedir.

Güç projeksiyonunun yalnızca diplomatik masalarda değil, aynı zamanda istikrarsız coğrafyalarda, sahada, hızlı ve esnek yöntemlerle yürütüldüğü günümüz dünyasında; Afrika, büyük güç rekabetinin laboratuvarına dönüşmüş durumdadır. Rusya’nın bu denklemdeki pozisyonu, yalnızca kısa vadeli çıkarlar veya bölgesel nüfuz alanları ile sınırlı değildir. Aynı zamanda yeni bir uluslararası düzen tahayyülünün hem temsilcisi hem de uygulayıcısı olarak, Afrika’daki her adımı küresel ölçekte yeni kırılmaların habercisi niteliği taşımaktadır.

Sadık ARPACI
Uluslararası İlişkiler, Rusya Uzmanı

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.