BİR KRİZİ YÖNETMEK Mİ, BİR DÜZENİ KURGULAMAK MI? RUSYA’NIN İSRAİL-İRAN SAVAŞI STRATEJİSİ

upa-admin 21 Haziran 2025 842 Okunma 0
BİR KRİZİ YÖNETMEK Mİ, BİR DÜZENİ KURGULAMAK MI? RUSYA’NIN İSRAİL-İRAN SAVAŞI STRATEJİSİ

Giriş

Ortadoğu’nun yapısal kırılganlıkları, tarihsel olarak yalnızca bölge içi aktörleri değil, küresel güçleri de doğrudan pozisyon almaya zorlayan bir güvenlik mimarisi üretmiştir. Son olarak İsrail ile İran arasında patlak veren silahlı çatışma, bu mimarinin en hassas noktalarını yeniden harekete geçirmiş; konvansiyonel güvenlik parametrelerinin ötesine taşan diplomatik, ekonomik ve stratejik çok katmanlı bir kriz ortaya çıkarmıştır. Bu kriz, sadece iki devlet arasındaki çatışma olarak değerlendirilemeyecek denli karmaşık ve bölgesel denklemle sınırlı tutulamayacak denli çok yönlüdür.

Söz konusu çatışma, İran’ın nükleer altyapısına yönelik İsrail kaynaklı müdahalelerle ivme kazanmış; karşılıklı saldırılar hızla derinleşerek hava saldırıları, nükleer çatışma ihtimali, enerji güvenliği ve uluslararası hukuk tartışmalarını içeren bir güvenlik açmazına evrilmiştir. Bu noktada dikkat çeken en kritik unsur, savaşın yalnızca yerel etkiler doğurmaması, aynı zamanda küresel sistemin güç dağılımına dair temel refleksleri de tetiklemesidir. Amerika Birleşik Devletleri’nin sahadaki rolüne dair belirsizlikler, Çin’in temkinli tavrı ve Avrupa’nın kırılgan enerji bağımlılığı göz önünde bulundurulduğunda, kriz, uluslararası düzeyde çok taraflı stratejik okumaları zorunlu kılmaktadır.

Bu karmaşık denklem içinde, Rusya Federasyonu’nun tavrı özel bir incelemeyi gerektirir. Moskova, doğrudan çatışmanın tarafı olmamasına rağmen, hem tarihsel ittifak ilişkileri, hem coğrafi yakınlık, hem de sistem içi iddialı konumlanışı nedeniyle krizin dış çevresinde değil, merkezine yakın bir pozisyonda yer almaktadır. Rusya’nın çatışmaya yönelik diplomatik refleksleri, yalnızca bölgesel dengeyi gözetme amacına hizmet etmekle kalmamakta, aynı zamanda çok kutuplu dünya düzeni tahayyülünün bir testi olarak da kendini göstermektedir.

Bu yazıda, İsrail–İran Savaşı’na ilişkin Rusya’nın diplomatik pozisyonunu, arabuluculuk girişimlerini, enerji ve güvenlik stratejilerini, ABD müdahalesine yönelik olası senaryolarını ve nihayetinde küresel sistem içindeki geleceğe dönük konumlanma arayışını bütüncül bir şekilde değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Makale boyunca, Rusya’nın yalnızca konjonktürel refleksler sergileyen bir aktör değil, krizleri yöneten, yeniden çerçeveleyen ve uzun vadeli uluslararası düzen tasarımına müdahil olan stratejik bir yapı üretmeye çalıştığı argümanı temel alınacaktır.

Rusya’nın Savaşın Başlangıcına Yönelik Tutumu ve Diplomatik Çerçevesi

İsrail ile İran arasında patlak veren çatışma, yalnızca iki aktör arasında yaşanan bir güvenlik krizi değil, aynı zamanda bölgesel düzenin kırılgan doğasını ve uluslararası sistemin reflekslerini test eden çok katmanlı bir güvenlik açmazı olarak değerlendirilmelidir. Savaşın başlangıç safhası, özellikle İran’ın nükleer altyapısına yönelik İsrail kaynaklı hassas saldırıların ardından ivme kazanmış; bu durum, İran tarafından egemenliğe doğrudan müdahale şeklinde yorumlanmış ve karşılıklı kinetik eylemler, giderek tırmanan bir çatışma döngüsünü beraberinde getirmiştir.

Rusya Federasyonu, çatışmanın ilk anlarından itibaren meselenin yalnızca bölgesel değil, küresel yansımaları olacağı yönünde kuvvetli mesajlar üretmiş; bu doğrultuda izlediği diplomatik çizgiyi hem temkinli, hem de müdahil bir pozisyonda konumlandırmıştır. Moskova tarafından yapılan açıklamalarda, İsrail’in İran topraklarını hedef alan saldırıları, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 2/4 maddesi çerçevesinde uluslararası hukukun ihlali olarak değerlendirilmiş; özellikle nükleer araştırma merkezlerine yönelik saldırılar, sadece teknik altyapıya değil, aynı zamanda bilimsel ve sivil kapasiteye yöneltilmiş sistemik tehditler olarak nitelendirilmiştir.

Kremlin’in diplomatik dilinde öne çıkan temel paradigma, askeri araçların bu türden yüksek yoğunluklu krizlerde sürdürülebilir bir çözüm üretmeyeceği yönündedir. Rus dış politika söylemi, bu süreçte tarafsız bir denge gözetme amacıyla hem İran’ın nükleer araştırmalar konusundaki meşru haklarına, hem de İsrail’in güvenlik kaygılarına eşit mesafede duran bir pozisyon almaya özen göstermiştir. Ne var ki, bu pozisyon, dengeleyici bir söylemden ziyade, Rusya’nın çok kutuplu sistem anlayışı ve bölgesel krizlere yaklaşımındaki klasik “dengeleyici güç” kimliğiyle doğrudan ilişkilidir.

Devlet Başkanı Vladimir Putin tarafından yapılan açıklamalarda ise, savaşın sadece konvansiyonel sınırlarla sınırlı kalmayacağına ve nükleer boyut taşıyan hassas noktalara temas ettiği sürece, küresel güvenlik mimarisinin temel taşlarını sarsabileceğine dair ciddi uyarılar yer almıştır. İran’da görev yapan nükleer bilim insanlarının güvenliğine ilişkin Moskova’nın özel hassasiyet göstermesi ve bu konuda doğrudan diplomatik temaslarda bulunması, Rusya’nın yalnızca politik değil, aynı zamanda stratejik düzeyde de müdahil olmak istediğini göstermektedir. Bu açıdan bakıldığında, Rusya’nın konumlanışı; pasif bir gözlemcilikten uzak, uluslararası sistemi dengeleme kapasitesi olan orta düzeyde revizyonist bir güç olarak hareket etme çabasıdır. Gerek Dışişleri Bakanlığı nezdinde yayımlanan resmî bildirilerde, gerekse Başkanlık düzeyindeki söylemlerde, çatışmanın derinleşmesinin yalnızca İsrail ve İran’ı değil, bölgedeki tüm aktörleri etkileyecek domino etkisine sahip olduğu vurgulanmaktadır. Bu stratejik değerlendirme, Rusya’nın krizin derinleşmesinden doğrudan zarar görmeyeceği ancak küresel düzlemde yeniden konumlanma fırsatı elde edebileceği gerçeğini de zımnen içinde barındırmaktadır.

Rusya’nın Arabuluculuk Çabaları ve Diplomatik Hamleleri

İsrail–İran Savaşı’nın uluslararası nitelik kazanmasının ardından Rusya’nın üstlendiği pozisyon, yalnızca tepkisel değil, aynı zamanda proaktif bir diplomatik stratejinin göstergesi olarak okunmalıdır. Moskova, çatışmanın doğrudan tarafı olmamasına karşın, hem coğrafi yakınlık, hem tarihsel ittifak ilişkileri, hem de büyük güç statüsünün gerekleri doğrultusunda arabuluculuk misyonunu üstlenmeye istekli olduğunu açık bir biçimde beyan etmiştir. Savaşın henüz ilk günlerinde Kremlin tarafından yapılan açıklamalarda, taraflar arasında diplomatik temasların kurulmasının elzem olduğu vurgulanmış; Rusya, bu doğrultuda hem İsrail, hem de İran ile çok kanallı bir diyalog süreci başlatmıştır. Özellikle Çin’in de benzer şekilde arabuluculuğa hazır olduğunu açıklaması, Moskova’nın yalnız hareket etmediğini ve bu süreci küresel güç dağılımı bağlamında çok kutuplu bir eksende konumlandırmak istediğini ortaya koymuştur.

Rusya’nın arabuluculuk teklifinin merkezinde iki temel öneri yer almaktadır: Bunlardan ilki, İran’ın sivil amaçlı nükleer faaliyetlerinin –özellikle enerji üretimi ve tıp alanındaki araştırmaların– uluslararası denetim altında devam ettirilebilmesi; diğeri ise İsrail’in uzun süredir dile getirdiği güvenlik kaygılarının somut garantilerle giderilmesidir. Bu çerçeve, Rusya’nın yalnızca krizi yumuşatma amacıyla değil, aynı zamanda Ortadoğu’daki kalıcı çözüm arayışlarına yön verme niyetiyle hareket ettiğini göstermektedir. Kremlin’in diplomatik girişimleri kapsamında İsrail’in arabuluculuk teklifine olumlu yanıt vermemesi dikkat çekici bir kırılma noktası olmuştur. Tel Aviv yönetimi, Moskova’nın İran ile yakın ilişkilerini gerekçe göstererek Rusya’nın tarafsız bir arabulucu olamayacağı yönünde rezervlerini ortaya koymuş; bu durum Rusya’nın diplomatik inisiyatifini sınırlayan unsurlardan biri olmuştur. Ancak bu sınırlama, Rusya’nın bölgesel denklemden çekilmesine neden olmamış, aksine Moskova’nın çok taraflı temas trafiğini daha da yoğunlaştırmasına zemin hazırlamıştır. İran tarafı ise, Rusya’nın girişimlerine yapıcı bir yaklaşım sergilemiş; özellikle nükleer altyapıya yönelik saldırıların ardından, nükleer personelin güvenliğinin sağlanması konusunda Moskova’nın rolünü destekleyici açıklamalarda bulunmuştur. Bu bağlamda, Rusya’nın İran nezdindeki meşruiyeti, yalnızca mevcut müttefiklik ilişkilerinin değil, aynı zamanda uluslararası sistemde alternatif güvenlik mimarilerinin geliştirilmesi yönündeki söyleminin de bir uzantısıdır.

Kısaca Rusya’nın arabuluculuk söylemlerini değerlendirirsek, bu çabaları klasik bir kriz yönetimi arayışı olarak değil, küresel normları yeniden tanımlama iddiası taşıyan bir diplomatik inşa süreci olarak değerlendirebiliriz. Moskova, bu süreçte yalnızca bir barış aktörü değil; aynı zamanda uluslararası sistemdeki güç asimetrilerine meydan okuyan alternatif bir kutup olarak kendisini konumlandırma gayretindedir. Her ne kadar İsrail’in rezervleri bu çabaların etkisini kısmen sınırlandırsa da, Rusya’nın diplomatik angajmanı bölgesel denklemde kalıcı bir etki yaratma potansiyelini korumaktadır.

Rusya’nın Üçlü Diplomasisi

İsrail–İran çatışmasının uluslararası düzeyde bir güvenlik krizine evrilmesiyle birlikte, Rusya’nın yürüttüğü diplomatik manevraların yalnızca bölgesel düzeydeki aktörlerle sınırlı kalmadığı, aynı zamanda küresel güçlerle senkronize temaslar içerdiği dikkat çekmektedir. Moskova’nın hem Tahran ve Tel Aviv ile doğrudan görüşmeler yürütmesi, hem de Washington ile kurduğu stratejik diyalog, Rus dış politikasının krizi çok katmanlı bir mimari içinde ele alma kapasitesini ve küresel sistemdeki düzenleyici rol arayışını gözler önüne sermektedir.

Kremlin’in savaşın ilk başından itibaren hem İsrail, hem de İranlı yetkililerle sürekli temas etmesi ve bu temaslarda Moskova’nın tarafsız ve yapıcı bir rol üstlenmeye hazır olduğu mesajını vermesi Rusya’nın olayı diplomatik yönden çözüme kavuşturmak istediğinin açık bir göstergesidir. Kremlin’den gelen bilgilere göre, İran tarafı ile yapılan görüşmelerde nükleer tesislerde görev yapan bilim insanlarının ve teknik personelin güvenliğinin sağlanmasına yönelik çağrılar ön plana çıkarken, İsrail tarafıyla yapılan temaslarda ülkenin güvenlik kaygılarının askeri yöntemlerle değil, diplomatik ve bölgesel güvenlik mimarileri aracılığıyla giderilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Rusya, her iki başkentle de kurduğu temaslarda, çatışmanın tırmanmasını önleyecek bir çerçeve oluşturmak adına yapıcı öneriler sunmuş; taraflar üzerinde caydırıcı etki yaratacak yeni güvenlik garantileri formüle etmeye çalışmıştır. Ancak bu sürecin asıl stratejik eşiği, Rusya’nın ABD ile kurduğu doğrudan temaslarda kendini göstermiştir. Putin’in, ABD Başkanı Donald Trump ile gerçekleştirdiği görüşmede kullandığı diplomatik söylem dikkat çekicidir. Kremlin kaynaklarına göre, Putin, Washington yönetiminin çatışmaya doğrudan müdahil olması hâlinde yalnızca Ortadoğu’nun değil, küresel güvenlik sisteminin de ciddi bir kırılganlıkla karşı karşıya kalacağını ifade etmiş; taraflara diplomasiye öncelik vermeleri yönünde çağrıda bulunmuştur. Bu görüşmenin yalnızca sembolik bir temas olmadığı, ABD ile Rusya arasında doğrudan krizin yönetimine ilişkin karşılıklı mesaj trafiğinin açıldığını göstermesi bakımından ayrıca önem taşımaktadır.

Stratejik Denge Arayışı ve Enerji Jeopolitiği

Tırmanan çatışmanın, jeopolitik sonuçları bakımından yalnızca Ortadoğu ile sınırlı kalmadığı, aynı zamanda Avrasya güvenlik mimarisini de doğrudan etkilediği göz önünde bulundurulmalıdır. Özellikle savaşın başladığı ilk andan itibaren dikkatlerin Ukrayna cephesinden kademeli olarak bölge dışına kayması, Rusya açısından hem stratejik bir fırsat hem de temkinle yönetilmesi gereken kırılgan bir denge alanı oluşturmuştur. Moskova, Ukrayna’daki askeri angajmanını sürdürürken, Batı kamuoyunun ve özellikle ABD yönetiminin dikkatinin İsrail lehine yeniden yapılandırılması sürecini, küresel düzeyde stratejik baskının azaltılması için işlevsel bir gelişme olarak değerlendirmektedir. Bu bağlamda, Washington’un savunma kaynaklarını ve diplomatik enerjisini Ortadoğu’ya kaydırması, Kiev açısından ciddi bir destek kaybı riskini beraberinde getirirken; Moskova için NATO eksenli koordinasyonun zayıflamasına yol açabilecek taktiksel boşluklar yaratmaktadır. Ancak bu konjonktürel avantaj, Rusya için salt bir kazanç perspektifinden ibaret değildir. İsrail–İran çatışmasının Hürmüz Boğazı gibi kritik enerji geçiş hatlarını etkileme potansiyeli, küresel petrol arzı açısından ciddi bir kırılganlık doğurmakta; bu durum, enerji ihracatına dayalı Rus ekonomisi açısından hem fırsatlar, hem de sistemsel tehditler barındırmaktadır. Hürmüz Boğazı’nın olası bir askeri kriz neticesinde geçici olarak kapanması, küresel petrol fiyatlarında ciddi bir yükseliş yaratabileceği gibi, alternatif tedarik kaynaklarına yönelik talebi de artıracaktır. Böyle bir senaryo, kısa vadede Rusya’nın enerji ihracat gelirlerini artırabilir; fakat aynı zamanda Rusya’yı enerji alanında daha fazla uluslararası denetime ve stratejik rekabete açık hâle getirme riski taşımaktadır. Bu bağlamda, Kremlin’in enerji jeopolitiğine dair yaklaşımı ikili bir denge arayışını yansıtmaktadır: Bir yandan enerji fiyatlarındaki dalgalanmalardan fayda sağlayarak ekonomik kazanımlar elde etmeye çalışmakta, diğer yandan küresel enerji güvenliği söylemi üzerinden uluslararası sistemde sorumlu bir aktör profili çizmeye özen göstermektedir. Rusya’nın özellikle Çin ve Hindistan gibi enerji ithalatçısı ülkelerle kurduğu stratejik enerji iş birlikleri, bu denge politikasının daha geniş bir Avrasya perspektifiyle senkronize edildiğini göstermektedir.

Ayrıca, İsrail–İran çatışmasının uzun vadeli bir yıpratma ya da vekalet savaşına dönüşmesi hâlinde, Rusya açısından iki farklı kırılganlık alanı daha belirginleşmektedir. İlki, İran’ın rejimsel istikrarına yönelik olası tehditlerin, Rusya’nın güney ekseninde yeni bir istikrarsızlık hattı oluşturmasıdır. İkincisi ise, bölgedeki geniş çaplı bir savaşın Türkiye, Körfez ülkeleri ve Çin gibi enerji transit aktörlerinin tutumlarını sertleştirmesi ve Rusya’nın enerji güzergâhlarını yeniden kurgulamaya zorlaması ihtimalidir. Sonuç itibarıyla, Rusya için bu çatışma yalnızca diplomatik bir test değil, aynı zamanda enerji güvenliği, ekonomik sürdürülebilirlik ve küresel jeopolitik yeniden konumlanma bağlamında çok katmanlı bir stratejik sınavdır. Moskova’nın bu krizi nasıl yöneteceği, sadece askeri veya diplomatik reflekslerine değil, aynı zamanda enerji merkezli jeopolitik hesaplarının ne kadar sürdürülebilir olduğuna da bağlıdır.

ABD Müdahalesi Durumunda Rusya’nın Senaryoları

Rusya’nın İsrail–İran çatışmasına yönelik stratejik pozisyonu, büyük ölçüde krizin bölgesel sınırlar içerisinde yönetilebilirliği varsayımına dayanmaktadır. Ne var ki, bu varsayımın en ciddi kırılma noktasını, Amerika Birleşik Devletleri’nin olası doğrudan askeri müdahalesi senaryosu oluşturmaktadır. ABD’nin doğrudan angajmanı, yalnızca çatışmanın şiddet düzeyini artırmakla kalmayacak; aynı zamanda Rusya’nın bölgesel nüfuz kapasitesi ile küresel statü arayışı arasındaki dengeyi ciddi biçimde sarsacaktır. Bu nedenle, Kremlin nezdinde ABD müdahalesi, yalnızca taktiksel değil, stratejik düzeyde bir alarm eşiği olarak değerlendirilmekte; hatta kimi stratejik çevrelerde bu tür bir müdahalenin, “kademeli sistemik karşılıklar” gerektiren bir senaryo olarak kodlandığı görülmektedir.

Moskova’nın bu senaryoya ilişkin temel refleksi, doğrudan çatışma opsiyonunu dışlayarak, çok katmanlı ve esnek müdahale araçları üzerinden şekillenen bir asimetrik yanıt doktrini çerçevesinde gelişmektedir. Bu doktrinin ilk aşamasını, diplomatik alanda yüksek yoğunluklu angajman oluşturur: Rusya, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni aktif biçimde devreye sokarak ABD müdahalesinin uluslararası hukuk zemininde meşruiyetsizliğini vurgulama stratejisini benimseyecektir. Buna paralel olarak, Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), BRICS ve Avrasya Ekonomik Birliği gibi platformlarda konuya ilişkin ortak bildiri ve diplomatik pozisyon üretme çabaları hızlandırılacaktır. Bu çerçevede, Moskova’nın ikinci refleksi, jeopolitik baskı unsurlarını bölgesel düzeyde yeniden kurgulama üzerine inşa edilmektedir. ABD’nin müdahalesi, Rusya açısından sadece İran’ın değil, aynı zamanda Çin’in enerji arz güvenliği, Türkiye’nin transit pozisyonu ve Hindistan’ın denge politikaları gibi alanlarda da yeni fırsat ve riskleri doğuracaktır. Kremlin’in bu koşullarda, İran’a yönelik savunma sanayii iş birliklerini artırarak hem teknik destek hem de istihbarat paylaşımı düzeyinde kapasite aktarımı gerçekleştirmesi, dolaylı yoldan çatışma denklemini etkileme girişimi olarak değerlendirilebilir. Ancak bu tür girişimlerin kırmızı çizgisi, doğrudan Amerikan hedeflerine yönelik kinetik angajmandan mutlak şekilde kaçınmaktır.

Buna karşılık, Rusya’nın enerji politikası araçları bu denklemde stratejik bir baskı mekanizması işlevi görebilir. ABD’nin müdahalesinin küresel enerji arzını tehdit etmesi durumunda, Rusya’nın Avrupa üzerindeki enerji bağımlılığını yeniden bir kaldıraç olarak kullanması mümkündür. Bu, yalnızca ekonomik bir pozisyon alış değil, aynı zamanda Washington’un uluslararası meşruiyetini zayıflatacak bir siyasi anlatının destekleyici unsuru olarak da konumlanmaktadır. Kremlin’in enerji kartını jeopolitik bir manevra sahasına dönüştürme kapasitesi, bu süreçte hem caydırıcılık hem de sembolik güç inşası bağlamında değerlendirilmelidir.

Rus dış politika doktrininde bu tür kriz anlarında öne çıkan bir diğer stratejik eğilim, melez güvenlik refleksleri olarak tanımlanabilir. Yani Kremlin, klasik devletlerarası savaş paradigmasına ek olarak, vekil aktörler, bilgi savaşları, medya operasyonları ve siber müdahale gibi alanları da aktif biçimde devreye sokacaktır. Bu anlamda, Moskova’nın açık çatışma yerine çok düzlemli baskı araçlarıyla süreci yönlendirme gayreti, hem stratejik maliyetleri düşürmek hem de çatışmayı kontrollü bir biçimde yönetmek amacı taşımaktadır.

Tüm bu olasılık seti değerlendirildiğinde, Rusya açısından ABD’nin müdahalesi; caydırılması gereken fakat doğrudan karşı konulamayacak bir tehdit kategorisinde yer almaktadır. Bu durum, Moskova’nın klasik güvenlik anlayışından ziyade, post-soğuk savaş sonrası geliştirdiği stratejik sabır ve dengeleme kapasitesine dayanan yeni bir kriz yönetimi modelinin uygulamaya konulmasını gerektirecektir. Başka bir ifadeyle, Rusya bu çatışmayı bir hegemonik meydan okuma olarak değil; kontrollü diplomatik, ekonomik ve bilgi-temelli enstrümanlarla şekillendirilmesi gereken bir uluslararası düzen mücadelesi olarak görmektedir.

Gelecek Perspektifi, Rusya’nın Pozisyonunu Nasıl Koruyacağı

İsrail ile İran arasında tırmanan kriz, Rusya’nın yalnızca bu bölgeye dönük kısa vadeli reflekslerini değil, aynı zamanda çok kutuplu uluslararası sistemde kendine biçtiği uzun vadeli rolü de yeniden gözden geçirmesini zorunlu kılmıştır. Moskova açısından mesele, doğrudan çatışmanın parçası olmak değil; çatışmanın doğuracağı yeni jeopolitik yapıların içinde belirleyici bir pozisyon elde etmektir. Bu hedef, mevcut düzende statükoyu körü körüne savunmakla değil; düzenin yeniden şekillenmesini fırsata çevirebilecek kontrollü müdahale alanları inşa etmekle ilişkilidir. Rusya’nın bu yaklaşımı, klasik büyük güç politikalarının ötesine geçen bir stratejik esneklik barındırmaktadır. Kremlin, çatışmaların merkezinde yer almadan bölgesel istikrarın biçimlendirilmesinde söz sahibi olmak istemekte; diplomatik masaya yüklediği ağırlığı, silahlı kuvvetlerden ziyade çok yönlü temas ağları, enerji politikaları ve alternatif güvenlik anlatıları üzerinden kurgulamaktadır. Bu nedenle, Moskova’nın önümüzdeki dönemde çatışmayı sona erdiren değil, onu yöneten ve koşullarını şekillendiren bir aktör olarak görünme arzusu daha belirgin hâle gelecektir.

İran ile kurulan stratejik ortaklığın sürdürülmesi, bu senaryoda yalnızca geleneksel ittifak politikalarının sonucu değildir. Tahran’ın istikrarı, Rusya’nın güney eksenindeki güvenlik derinliği için yapısal bir eşiktir. İran’daki rejim krizleri, doğrudan Kafkasya’dan Orta Asya’ya kadar uzanan etki alanlarını zayıflatabilir. Bu nedenle Moskova, İran’a yönelik diplomatik ve teknik desteği bir “ittifak göstergesi” olmaktan çıkarıp bir “bölgesel denge sigortası”na dönüştürme niyetindedir. Öte yandan, enerji geçiş hatları üzerindeki kontrol ve güvenlik mimarisinin yeniden kurgulanması ihtiyacı, Rusya’nın bu kriz sürecindeki pozisyonunu hem ekonomik hem stratejik düzeyde güçlendirebilir. Hürmüz Boğazı gibi hayati arterlerin risk altına girmesi, Avrupa ve Asya pazarlarının arz güvenliği konusunda Moskova’ya yönelmesini hızlandırabilir. Ancak bu potansiyel yalnızca ekonomik kazanç anlamına gelmez; aynı zamanda Rusya’nın enerji tedarik zincirini, küresel diplomasi içinde kaldıraç işlevi görecek şekilde yeniden yapılandırma fırsatını da beraberinde getirir. Daha önemlisi, Moskova bu krizi Batı merkezli müdahale biçimlerinin sınırlılığını görünür kılmak için işlevselleştirme çabasındadır. ABD’nin tek taraflı güvenlik politikalarının yol açtığı istikrarsızlıklar, Rus dış politikasının uzun süredir savunduğu çok kutupluluk prensibini güçlendirecek bir argümana dönüşebilir. Bu anlamda Rusya, sahadaki askeri gelişmelerden çok, sahne arkasındaki sistem tartışmalarında öne çıkmayı hedeflemektedir. Buradaki temel yönelim, revizyonist ama radikal olmayan bir yeniden konumlanma arayışıdır. Moskova, mevcut uluslararası sistemin yıkılmasından değil, reforme edilerek çok aktörlü bir yapıya evrilmesinden yana pozisyon alır. İsrail–İran çatışması gibi krizler ise bu dönüşüm sürecinin test alanları olarak değerlendirilmektedir. Kremlin için mesele, askeri üstünlük kurmaktan ziyade, kriz ortamında rasyonel aktör olarak kalabilmektir.

Sonuç Yerine

İsrail ile İran arasında patlak veren çatışma, bölgesel bir gerilim hattının çok ötesinde, uluslararası güvenlik mimarisinin istikrarı ve kırılganlığı arasındaki dengeyi yeniden gündeme taşımıştır. Bu çatışmanın niteliği, hem askeri kapasitenin sınırlarını hem diplomatik girişimlerin yeterliliğini hem de uluslararası normların işlevselliğini sorgulatmakta; yalnızca çatışan tarafların değil, sistemin bütününe etki eden stratejik bir test alanı yaratmaktadır.

Bu süreçte Rusya’nın sergilediği pozisyon, klasik büyük güç reflekslerinden çok daha fazlasını içermektedir. Moskova’nın askeri angajmana yönelmekten ziyade çok kanallı diplomasiye ağırlık vermesi, taraflar arasında arabuluculuk talep etmesi ve küresel kurumları devreye sokma çabası, yalnızca kriz yönetimi değil, aynı zamanda yeni bir uluslararası düzen tahayyülünün taktiksel izdüşümü olarak değerlendirilmelidir. Kremlin, yalnızca bir çatışmayı yatıştırma aktörü değil; sistemsel düzeyde alternatif meşruiyet kanalları açmaya çalışan stratejik bir mühendislik faaliyeti yürütmektedir.

Bu bağlamda, Rusya’nın pozisyonu bir yandan İran’ın egemenlik alanının korunmasına yönelik destekleriyle, diğer yandan İsrail’in güvenlik kaygılarını tanıyan dengeli söylemleriyle şekillenmiştir. Bu denge, retorikten ibaret olmayan; enerji politikaları, uluslararası hukuk vurgusu, bölgesel güvenlik ağları ve büyük güçler arası etkileşim gibi çoklu katmanlarda yürütülen bir stratejik eşgüdüm pratiğine dayanmaktadır. Özellikle Hürmüz Boğazı’nın güvenliği, küresel enerji fiyatlarındaki dalgalanma ihtimali ve Ukrayna savaşına yönelik dikkat kayması gibi parametreler, Rusya’nın çatışmadan doğrudan zarar görmeden fırsat üretme potansiyelini belirginleştirmiştir.

Öte yandan, Amerika Birleşik Devletleri’nin çatışmaya doğrudan müdahil olması hâlinde, Rusya’nın göstereceği reflekslerin doğrudan askeri değil; diplomatik, ekonomik ve enformasyonel düzlemlerde geliştirilen çok katmanlı bir caydırıcılık stratejisi üzerinden inşa edileceği anlaşılmaktadır. Bu durum, Rusya’nın Soğuk Savaş sonrası geliştirdiği “çok kutuplu sabır” doktrininin krize uyarlanmış yeni bir versiyonunu ortaya koymaktadır.

Nihayetinde, Rusya açısından bu kriz, ne sadece bir bölgesel pozisyon alma çabası ne de geçici bir diplomatik manevra alanıdır. Aksine, mevcut uluslararası düzenin meşruiyet krizine dair sistemsel bir müdahale fırsatı olarak görülmekte; Moskova, askeri zafer arayışından çok stratejik derinlik ve diplomatik ağırlık inşa etmeye odaklanmaktadır. Rusya’nın bu süreçte geliştirdiği stratejiler, yalnızca bugüne değil; geleceğin uluslararası düzen tasarımında nasıl bir aktör olarak kalmayı hedeflediğine dair güçlü ipuçları sunmaktadır.

Sadık ARPACI
Uluslararası İlişkiler, Rusya Uzmanı
Tel: +905459323677
Email: by.sadik@hotmail.com

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.