Giriş
Son yıllarda uluslararası güvenlik ortamı, yalnızca klasik silahlı çatışmalar veya sınır anlaşmazlıklarıyla değil, giderek artan ölçüde insansız sistemler aracılığıyla şekillenmektedir. Özellikle 2025 yılı itibarıyla Rusya’nın Avrupa’nın doğu sınırında gerçekleştirdiği drone temelli hava sahası ihlalleri, bu dönüşümün en somut göstergelerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Polonya ve Estonya hava sahalarında yaşanan son olaylar, yalnızca askeri düzlemde değil; diplomatik, hukuki ve stratejik açılardan da yeni tartışma alanları yaratmıştır. Bu makalede, Rusya’nın söz konusu eylemleri uluslararası hukuk, NATO güvenlik mimarisi ve teknolojik caydırıcılık perspektiflerinden değerlendirilmektedir.
Yeni Nesil Güvenlik Ortamı ve Drone Teknolojisinin Rolü
Drone sistemleri (insansız hava araçları), son on yılda savaş alanlarını ve uluslararası güvenlik hesaplamalarını kökten değiştirmiştir. Bu sistemler, düşük maliyetleri, uzun menzil kabiliyetleri, radar tespitinden kaçabilme özellikleri ve otonom ya da yarı-otonom görev icra edebilme kapasitesiyle devletlerin hem keşif, hem de saldırı stratejilerinde merkezi bir konuma yerleşmiştir. Rusya’nın Ukrayna Savaşı boyunca geliştirdiği drone teknolojisi, yalnızca cephe hattında değil, psikolojik ve stratejik baskı unsuru olarak da kullanılmıştır.
2025 yılının Eylül ayında Polonya ve Estonya’da yaşanan olaylar, Rusya’nın bu teknolojiyi artık doğrudan NATO topraklarında denediğini göstermektedir. Polonya hava sahasına giren 20’den fazla Rus menşeli drone’un tespiti, NATO radar sistemlerinin yanı sıra elektronik harp unsurlarını da harekete geçirmiştir. Droneların bir kısmı imha edilirken, bazıları Polonya içlerinde kilometrelerce ilerlemiştir. Bu durum, Avrupa hava savunmasının mevcut teknolojik kapasitesini sorgulatmış ve NATO’nun doğu kanadında bir “drone güvenlik boşluğu” bulunduğu tartışmalarını doğurmuştur.
Estonya örneğinde ise drone yerine Rus savaş uçaklarının (MiG-31) hava sahasına izinsiz girmesi söz konusudur. Her ne kadar uçaklar kısa süre sonra geri dönmüş olsa da, bu eylem, Baltık ülkelerinin hava sahasının ne kadar kırılgan olduğunu göstermiştir. Özellikle Rusya’nın uçuş planlarını bildirmemesi, transponder’larını kapatması ve NATO’nun bu tür ihlallere karşı sınırlı önleme süresine sahip olması, güvenlik riskini artırmaktadır.
Egemenlik, Uluslararası Hukuk ve Hava Sahası İhlalleri
Uluslararası hukuk açısından bakıldığında, her devlet kendi hava sahası üzerinde mutlak egemenlik hakkına sahiptir. Bu ilke, 1944 tarihli Chicago Sözleşmesi’nin 1. maddesinde açıkça belirtilmiştir. Bu çerçevede, bir devletin başka bir devletin hava sahasına izinsiz girmesi, egemenlik ihlali anlamına gelir ve hukuken yasadışıdır. Söz konusu ihlal, ister “manned” (pilotlu) uçak ister drone olsun, aynı nitelikte değerlendirilir.
Ancak burada drone teknolojisinin getirdiği yeni bir hukuki boşluk söz konusudur. Drone’lar çoğu zaman anonimdir; kim tarafından fırlatıldıkları, kimin kontrolünde oldukları veya hangi amaçla kullanıldıkları anında tespit edilemeyebilir. Bu durum, “devlet sorumluluğu” kavramını karmaşıklaştırmaktadır. Uluslararası hukukta bir devletin eyleminden bahsedebilmek için, o eylemin doğrudan veya dolaylı olarak o devlete atfedilebilmesi gerekir. Fakat Rusya’nın son dönemde kullandığı hibrit yöntemler, bu atfı belirsizleştirmektedir.
Bir başka tartışma konusu da orantılılık ve meşru müdafaa hakkıdır. Eğer bir drone, bir ülkenin hava sahasına izinsiz girmiş fakat doğrudan saldırı eylemi gerçekleştirmemişse, o ülkenin bu drone’u düşürme hakkı orantılılık ilkesiyle sınırlıdır. Bu durum, NATO üyesi ülkeler açısından ciddi bir ikilem yaratmaktadır: Drone’un kaynağı ve amacı tam olarak belirlenmeden yapılan bir imha eylemi, tırmanma riskini arttırabilir. Ancak müdahale edilmediğinde de hava sahası güvenliği ihlal edilmiş olur.
Bu bağlamda, Polonya ve Estonya örnekleri uluslararası hukukun yeni sınırlarını göstermektedir. Mevcut normlar, klasik uçak ve füze tehditlerine göre şekillendiği için, düşük irtifada uçan, küçük boyutlu, karıştırıcı sinyaller yayan dronelara uygulanmakta zorlanmaktadır. Dolayısıyla gelecekte yeni bir “Drone Hukuku” (Law of Drones) tartışmasının doğması muhtemeldir.
Rusya’nın Stratejik Motivasyonları
Rusya’nın bu ihlalleri gerçekleştirmesinin ardında yalnızca teknik testler değil, aynı zamanda stratejik mesajlar yatmaktadır. Öncelikle, Moskova bu tür eylemlerle NATO’nun tepki süresini ve koordinasyon kapasitesini ölçmek istemektedir. NATO’nun doğu kanadındaki savunma sistemleri, özellikle Polonya, Litvanya ve Estonya gibi cephe ülkelerinde farklı ulusların kontrolündedir. Bu durum, karar alma süreçlerinde gecikmelere neden olabilir. Rusya, bu gecikmeleri analiz ederek ilerideki olası çatışma senaryolarında avantaj elde etmeyi hedefliyor olabilir.
İkinci olarak, drone saldırıları psikolojik ve siyasi bir baskı aracıdır. NATO ülkeleri, halklarının güvenlik algısı üzerinden siyasal baskıya açık hale gelebilir. Polonya gibi ülkelerde “Rus tehdidi” söylemi iç politikada sertleşmeye, savunma harcamalarının artmasına ve NATO’ya bağımlılığın daha da derinleşmesine neden olabilir. Rusya açısından bu durum, Batı’nın dikkatini Ukrayna cephesinden başka yöne çekme ve bölgesel istikrarsızlık yaratma amacına hizmet eder.
Üçüncü olarak, bu ihlaller uluslararası kamuoyuna “Rusya’nın geri adım atmayacağı” mesajını vermektedir. Kremlin, NATO’nun doğu sınırındaki güçlenmesini sürekli bir provokasyon olarak değerlendirmekte ve hava sahası ihlalleriyle bu politikayı sembolik olarak reddetmektedir. Böylece Rusya, hem iç kamuoyuna, hem de Batı’ya “tehdit altında da olsa aktif güç” imajını sunmaktadır.
NATO’nun Tepkisi ve Kolektif Savunma Sorunsalı
NATO açısından bu ihlaller, kolektif güvenlik anlayışının ne ölçüde işlediğini test eden olaylardır. Polonya ve Estonya, ihlallerin ardından NATO Anlaşması’nın 4. maddesi uyarınca danışma süreci başlatmıştır. Bu madde, “bir üye devletin toprak bütünlüğü veya güvenliği tehdit altındaysa, üye ülkeler arasında istişare yapılmasını” öngörür. Her ne kadar 5. madde (kolektif savunma) devreye sokulmamış olsa da, bu gelişmeler ittifak içinde ciddiyetle ele alınmıştır.
NATO’nun yanıtı, diplomatik protestolarla sınırlı kalmamış, doğu kanadında “Operation Eastern Sentry” adlı bir hava gözetim operasyonu başlatılmıştır. Bu operasyonun amacı, Polonya-Baltık hattında hava savunma koordinasyonunu arttırmak ve radar ağını güçlendirmektir. Aynı zamanda üye ülkelerin drone tespit ve imha sistemleri konusunda ortak standartlar belirlemesi gündeme gelmiştir.
Ancak NATO’nun tepkisinin ölçülü olması da dikkat çekicidir. Çünkü aşırı sert bir karşılık, doğrudan Rusya ile askeri bir tırmanmaya yol açabilir. Bu nedenle NATO, şu aşamada caydırıcılık ve savunma dengesini korumaya çalışmaktadır. Yine de bu olaylar, Avrupa güvenlik mimarisinde yeni bir savunma konseptinin —özellikle anti-drone teknolojilerinin entegrasyonunun— kaçınılmaz olduğunu göstermektedir.
Geleceğe Yönelik Yansımalar
Rusya’nın Polonya ve Estonya üzerindeki hava ihlalleri, gelecekteki güvenlik paradigmasını etkileyecek birkaç temel sonuç doğurmuştur. İlk olarak, devletlerin hava sahası güvenliği artık yalnızca uçak ve füze tehditlerine göre değil, mikro boyutlu drone sistemlerine göre yeniden tasarlanmak zorundadır. Bu da, hem radar teknolojilerinde, hem de elektronik harp altyapısında büyük bir dönüşüm anlamına gelir.
İkinci olarak, drone saldırıları uluslararası hukukta “gri bölge” oluşturmuştur. Bu tür ihlaller, açık bir savaş eylemi olarak sınıflandırılmadığı için uluslararası toplumun tepkisi sınırlı kalmaktadır. Bu da saldırgan devletlere düşük maliyetli provokasyon fırsatları sunmaktadır. Bu nedenle, yeni bir uluslararası düzenleme —örneğin drone uçuşlarının sınır aşan kullanımlarını düzenleyen bir protokol— yakın gelecekte gündeme gelebilir.
Üçüncü olarak, bu gelişmeler Avrupa’daki savunma stratejilerini dönüştürmektedir. Baltık ülkeleri, Polonya ve İskandinavya hattında ortak hava gözetleme ağları, entegre radar sistemleri ve elektronik karıştırma teknolojileri hızla geliştirilmektedir. Avrupa Birliği düzeyinde de “drone duvarı” projesi gündeme gelmiş, bu kapsamda sınır bölgelerine sensör tabanlı erken uyarı sistemleri kurulması planlanmaktadır.
Son olarak, bu olaylar jeopolitik düzlemde “düşük yoğunluklu hibrit savaş” kavramını yeniden gündeme taşımıştır. Artık savaşlar tanklar veya nükleer silahlarla değil; düşük maliyetli, kimliksiz, küçük cihazlar aracılığıyla yürütülmektedir. Bu durum, hem devletlerin savunma stratejilerini, hem de uluslararası ilişkilerdeki kriz yönetimini köklü biçimde dönüştürmektedir.
Sonuç
Polonya ve Estonya hava sahalarının Rusya tarafından drone ve savaş uçaklarıyla ihlal edilmesi, 21. yüzyılın güvenlik düzeninin yeni karakterini gözler önüne sermektedir. Bu ihlaller, teknolojik ilerlemenin hukuk ve diplomasi alanında yarattığı boşlukları açığa çıkarmakta; egemenlik, caydırıcılık ve güvenlik kavramlarını yeniden tanımlamaktadır. NATO açısından bu olaylar, kolektif savunma ilkesinin sınandığı; Rusya açısından ise caydırıcılığın test edildiği anlar olmuştur.
Gelecekte uluslararası toplumun, hava sahası egemenliğini yalnızca fiziksel sınırlarla değil, dijital ve elektromanyetik sınırlarla da koruması gerekecektir. Drone teknolojisi çağında güvenlik, artık sadece silah gücüyle değil, veri, siber altyapı ve koordinasyon kapasitesiyle ölçülmektedir. Bu bağlamda, Polonya ve Estonya örnekleri, modern dünyanın en önemli güvenlik derslerinden birini sunmaktadır: Egemenlik, artık yalnızca toprağın değil, gökyüzünün ve görünmeyen frekansların da korunmasıyla mümkündür.
Oğuzhan MANİOĞLU
























































