1915 Olayları’nın 100. yıldönümü olduğu için, gerek Ermeni Diasporası, gerekse de Ermenistan açısından çok büyük bir önem taşıyan bir gün geride kaldı. Her ne kadar, Ermeni Diasporası’nın 100. yıla özgü etkinlikleri ve tanıtım çabaları yıl boyunca yoğun bir şekilde devam edecek olsa da, bu yıl için öngörülen esas fırtına dinmiştir. Türkiye, bu fırtınayı hafifletebilmek için Çanakkale Savaşları’nın 100. yıldönümü törenlerini 24 Nisan gününe almış ve Ermeni iddialarının uluslararası medyada görünürlüğünü biraz olsun azaltmayı denemiştir. Ne var ki, bu çabanın çok da başarılı olmadığını söylememiz gerekir. Zira törenlere Birleşik Krallık’ı temsilen Galler Prensi Charles ile ANZAC’ları temsilen Avustralya ve Yeni Zelanda Başbakanları katılmış olmasına karşın, İngiliz yayın kuruluşlarında dahi “Ermeni iddialarına” ilişkin haberler ile Erivan’daki anma töreni birinci sırada yer almıştır.
1915’de ve sonrasında özellikle Anadolu’nun doğusunda çok sayıda Ermeni kökenli Osmanlı vatandaşının hayatını kaybettiği, yaralandığı ya da zorunlu olarak Suriye’ye göç ettirildiği reddedilemeyecek tarihi bir gerçektir. Hatta ölenlerin önemli bir bölümünün “masum” siviller olduğu da ortadadır. Ancak tüm bu yaşananların “planlı” bir katliam olduğunu iddia etmek ve savaş koşullarında Ermeni komitacılarının, gerek cephe gerisinde, gerekse de Rus Ordusu ile birlikte gerçekleştirdikleri geniş çaplı katliamları ve kan banyosunu göz ardı etmek mümkün değildir. Üstelik Osmanlı’nın yapmaya çalıştığı şeyin, bölgede bulunan ve savaş ile hiçbir ilgisi olmayan, ancak komitacıların yaptıkları faaliyetlerden olumsuz yönde etkilenen/etkilenecek ve yine zorla da olsa komitacılara yardım etmek zorunda kalan/kalacak Ermenileri nispeten güvenli bölgelere taşıma girişimi olduğu ortadadır. Yani esasen bir soykırımdan değil, “tehcirden” yani zorunlu göç ettirme girişiminden bahsedilmektedir. Böyle bir şeye kalkışılmıştır; zira Rus Ordusu Anadolu’ya girmiştir ve bu ordunun rehberliğini bölge Ermenilerinden oluşturulan ve gönüllü olarak Rus Ordusu ile birlikte hareket eden komitacılar oluşturmaktadır. Bu tarz bir güvenlik riskiyle, ya da “vatana ihanet” girişimiyle karşı karşıya kalan her ülkenin, benzer bir eyleme girişme ihtimali yüksektir. Tehcir esnasında, Ermeni komitacılarının gerçekleştirdikleri geniş çaplı katliamların ve yine Rus Ordusu ile birlikte Osmanlı Ordusu’na karşı savaşıyor olmalarının etkisinde kalmış birçok Osmanlı idarecisi ve subayının, görevlerini ihmal ederek göç ettirilen Ermenilerin hayatlarını kaybetmelerine neden olduğu da bir gerçektir. Yine özellikle bölgede yaşayan Müslüman halkın, kendilerine karşı düzenlenen katliamların öcünü almak ya da özellikle zengin Ermenilerin mallarına el koyabilmek için birtakım katliamlara giriştikleri de ortadadır. Bunu yanı sıra, göç esnasında çok sayıda kişi de salgın hastalıklar ve soğuk nedeniyle hayatını kaybetmiştir. Ne var ki, yaşanan bu acılara/katliamlara karşın, Osmanlı’nın gerçekleştirmeye çalıştığı “zorunlu göç (tehcir)” girişiminin “planlı” ve “öngörülmüş” bir soykırım olduğunu iddia etmek ve bu olayı Nazilerin Yahudilere, Rusların “Çerkeslere ve Çeçenlere”, Fransızların “Cezayirlilere”, ya da Sırpların Srebrenica’da “Boşnaklara” yaptıkları ve soykırım teriminin karşılığı olduğunu düşündüğümüz eylemlerle bir tutmak mümkün değildir.
Ne var ki, özellikle Ermeni Diasporası’nın hedefi, “tehcir”i soykırım olarak görerek ve tanıtarak, kendilerini “anavatanlarına” bağlayan tek unsur olan bu olayı, kimliklerinin en önemli bir parçası olarak güvenlikleştirmek ve bunu başta ABD olmak üzere tüm dünyaya da kabul ettirerek toplumsal bir acıyı, kimliklerine dair bir bağlantı nesnesi olarak yapılandırabilmektir. Nitekim özellikle ABD, Fransa, Latin Amerika ve hatta Rusya’da doğan ve bu ülkelerin vatandaşı haline gelen Ermenilerin, fakir, gelişmemiş ve izole Ermenistan ile özdeşleşebilecekleri tek unsur, bu “duygusal farkındalık”tır. Bu yıl, 1915’de yaşanan tehcirin 100. yılı olduğu için, 1960’lı yılların ortalarından bu yana giriştikleri tanıtım çabalarının meyvesini alabilmek adına yoğun ve kurumsal bir çaba ortaya konmaktadır. Bu anlamda ciddi bir başarı elde ettiklerini de söylemek mümkündür.
Erivan’daki törene dört Devlet Başkanı katılmıştır. Bunlar Ermeni iddialarına destek veren ve tehciri “soykırım” adı altında resmen tanımış olan Rusya, Sırbistan ve Güney Kıbrıs ile soykırımı tanıdığı gibi, “inkarını” da suç sayma eğiliminde olan Fransa’dır. Halbuki Fransa’nın, Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nda 1 milyona yakın Cezayirli’yi katlettiği gayet iyi bilinmektedir. Dikkat edilirse, dört devlet ile de Türkiye’nin tarihsel/siyasal ilişkilerinin pek de iyi olmadığı görülebilecektir. Fransa, Avrupa’da Türkiye’ye en mesafeli yaklaşan ülkelerden biridir. Güney Kıbrıs’ın durumu Kıbrıs Meselesi nedeniyle zaten ortadadır. Sırbistan ise, tarihsel seyir içerisinde Türkleri ve Müslümanları kendisine bir rakip olarak gören ve Balkanlar’da Müslümanlara karşı girişilen ve Srebrenica özelinde soykırıma varan katliamların sorumlusu olan bir ülkedir. Burada en dikkat çeken ülke Rusya’dır. Son dönemde Türk hükümeti ile özellikle ekonomik/ticari ve enerji odaklı işbirliği ilişkileriyle ön plana çıkan Vladimir Putin’in, Ermeni iddialarını bir kez daha “soykırım” olarak tanımlaması ve Erivan’daki anma törenine katılması, Türkiye tarafından kınanmış ve Rusların tarihin çeşitli dönemlerinde Kafkasya ve Kırım’da yaptıkları katliamlar Moskova’ya hatırlatılarak bir cevap verilmeye çalışılmıştır.
Bu açıklama yapılırken ya da Putin Rusya’sı ile ilişkiler bağımlılık derecesine varacak şekilde geliştirilirken, bu ülkenin Ermeni tezlerine olan yakınlığı ve Ermenistan’ın bu ülkenin Güney Kafkasya’daki askeri/siyasal üssü olduğu gerçeği göz önünde bulundurulmamış gibi bir görünüm ortaya çıkmaktadır. Nitekim Ermenistan’ın, Türkiye ve Azerbaycan ile olan sınırlarında Rus askerleri konuşlanmış durumdadır. Bunun yanı sıra, Ermeni ekonomisi tamamıyla Rusya’ya bağımlıdır ve Rusya’nın, Gümrü başta olmak üzere, bu ülkede askeri üsleri de mevcuttur. Dağlık Karabağ’da Ermeniler tarafından gerçekleştirilen ve bugünkü Ermenistan Devlet Başkanı Sarkisyan’ın da bizzat yönettiği katliamlarda ve Hocalı Soykırımı’nda Rus askerlerinin katkıları da bilinmektedir. Bunların yanı sıra, Rusya’nın 19. yüzyıldan bu yana Kafkasya’daki Müslüman halklara (Çeçenler, Çerkesler, Ahıska Türkleri, Abhazlar, vb.) ve Kırım Tatarlarına karşı çeşitli siyasal isimler altında (Rus Çarlığı, SSCB, Rusya Federasyonu) yaptıkları geniş çaplı katliamlar ve hatta soykırım girişimleri de ortadayken ve doğalgaz ithalatı konusunda da bu ülkeye bağımlıyken, Akkuyu’daki Nükleer Santral İnşaatı’nın bu ülkeye verilmesi ve esasen Moskova’nın çıkarlarını koruyacak olan “Türk Akımı” adlı bir projeye katılarak, Azerbaycan ile birlikte gerçekleştirilecek TANAP’ı anlamsız hale sokmak, çok yanlış bir girişimdir. Türkiye, her anlamda Rusya’ya kazandıracak olan bu girişimlere katılmadan önce, Rusya’nın Türkiye’ye ne verdiğini ve siyasal meseleler bağlamında nasıl bir tavır takındığını aklında tutmak zorundadır.
Türkiye, soykırımı tanıdığı gerekçesiyle Vatikan ve Avusturya’dan büyükelçilerini çekmiş, Fransa ve Almanya’yı ise kınamıştır. Bu anlamda da bir eşgüdüm sağlanamamıştır. Türkiye’nin kınama ve büyükelçi çekme girişimlerini dışarıdan değerlendiren bir uzman, Ankara’nın soykırımı tanıyan ülkelere karşı tutumunun ülkelerin güçlerine ve önemlerine göre değiştiğini kolaylıkla fark edebilecektir. ABD Başkanı Obama, kişisel olarak Ermeni tezlerini kabul etmiş olsa da, 24 Nisan konuşmasında “soykırım” sözcüğünü kullanmamış ve daha önce de yaptığı gibi Ermenice “Büyük Felaket” anlamına gelen “Meds Yeghern” kalıbını kullanmıştır. ABD’deki Ermeni diasporası ile Obama’nın “soykırım” sözcüğünü kullanmaması nedeniyle küplere binmiştir. ABD’de, 100. yılda da soykırımın tanıtılamamış olması, diaspora açısından büyük bir başarısızlık olarak görülmektedir. Ne var ki, Obama’nın “Meds Yeghern” demeden önce kurduğu cümlelerin içeriği, ABD’nin aslında soykırımı kabul ettiğini, ancak Türkiye’nin bölgesel önemi/değeri nedeniyle bu sözcüğü kullanamadıklarını göstermektedir. Esas sorun da budur… Yani Ermeni diasporasının yoğun, sistemli ve başarılı girişimleri sonucunda, dünyanın dört bir yanında soykırım tezi kabul görmekte ve yaşananların ne olduğu konusunda en ufak bir bilgisi dahi olmayan devletler, Türkleri “soykırımcı” ve “vahşi” bir halk olarak görmektedir.
Bir 24 Nisan’ı daha “derin sıyrıklarla” da olsa geride bıraktık. Almanya Cumhurbaşkanı, Papa ve Rusya Devlet Başkanı’nın açıklamaları ciddi gerilimlere neden olsa da, ABD’nin “resmen” soykırımı tanımamış olmasını Türkiye açısından bir başarı olarak görenler bulunmaktadır. Halbuki bu konuda içerisinde bulunduğumuz cenderenin giderek daraldığına, yurtiçinde de soykırım tezine destek verenlerin seslerinin oldukça güç çıkmaya başladığına ve Çanakkale’de düzenlenen savaşın 100. yıldönümü törenlerine doğal olarak katılan İngiltere, Avustralya ve Yeni Zelanda dışında, dünya gündemine yön veren adı sanı duyulur ülkelerden katılan hemen hiçbir ülke Devlet Başkanının bulunmadığına da dikkat edilmelidir. Bu çerçevede, Ermeni iddialarına ilişkin yurtiçindeki farkındalığın arttırılmasının yanı sıra, Türk tezlerinin artık geniş çaplı ve topyekun bir şekilde tanıtılmasına yönelik siyasal, kültürel, sanatsal ve ekonomik etkinliklere hız verilmesi ve tıpkı Ermeni diasporasının yaptığı gibi, bunun kesintisiz olarak yapılmasına önem verilmelidir. Başlangıç adımı olarak da, Ermeni mezalimlerini işleyen ve tehciri objektif bir şekilde anlatan yüksek bütçeli ve dünyaca ünlü oyuncuların içerisinde bulunacağı bir sinema filmi dikkat çekici bir adım olabilecektir.
Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU
One Comment »