AVRUPA’DA LİBERAL SOSYALİZMİN DURUMU: ALMANYA ÖRNEĞİ

upa-admin 03 Ağustos 2017 4.933 Okunma 2
AVRUPA’DA LİBERAL SOSYALİZMİN DURUMU: ALMANYA ÖRNEĞİ

Giriş

Siyaset Bilimi’nde siyasal ideolojilere ayrılan bölümde “liberal sosyalizm”e ayrı bir başlıkta yer verilmesi pek alışılmış bir durum değildir. Ama bu deyim (ideoloji), aslında çok yeni olmayıp, İtalya’da 1930’lu yıllardan bu yana “socialismo liberale”, sonrasında da “liberalsocialismo” olarak yaygın şekilde kullanılmakta ve Siyaset Bilimi kitaplarında da yer almaktadır. Günümüzde Siyaset Bilimi kitaplarında sosyalizm ya da liberalizm başlığı altında yer almakla birlikte, “liberal sosyalizm”i tek bir başlıkta ele almak için yeterli malzeme ve birikim olduğu konusunda Siyaset Bilimcilerin çoğu mutabık olmamaktadır. Siyaset Bilimi’nde bu zamana kadar liberal sosyalizme yer verilmeyişini, genel olarak bu akımın hem egemen sosyalist söylem içinde, hem de egemen liberal söylem içinde marjinal olarak bakılmış olmasına bağlamak mümkün olabilir. (Çağla, 2010, s. 242) Buna karşın, “sol liberal”, “liberal sol”, “sosyal liberal”, “liberal sosyalizm” gibi tabirleri son yıllarda siyaset sahnesinde ve Siyaset Bilimi’nde sıklıkla görmekteyiz. Bu yazıda, Avrupa’da liberal sol partilerin ortaya çıkışı ve günümüzdeki durumları incelenecek ve özellikle Almanya’daki duruma (2017 Almanya federal seçimleri örneğinde) bakılacaktır.

Liberal Sosyalizm Ortaya Çıkışı 

Yüzyılın başlarında kapitalist dünya sistemi ardı ardına siyasal ve ekonomik krizlere maruz kaldı. Önce Birinci Dünya Savaşı bu zeminde patladı, savaş sonrası dönem de sorunlara çözüm olmadı. Söz konusu bu dönemde, gerek liberal, gerekse sosyalist düşünürler arasında bir bütün olarak siyasal rejimlerde ve münferit olarak kurumlarda reform ihtiyacı gün geçtikçe kendini hissettirdi. Temsil biçimleri, demokrasinin korunması ve kalıcılığı konularında ciddi fikir tartışmaları gerçekleşti. Avrupa’nın neredeyse tamamında bu tür tartışmalar yaşanırken, İtalya’da Giuseppe Mazzini ve Carlı Catteneo’nun fikirlerinden esinlenen radikal demokratik ve federalist reform programları ön plana çıkmaya başlamıştır. İtalya’da Faşizm’in iktidara gelişiyle kesintiye uğrayan bu siyasal entelektüel hareketlilik, son yıllarda yavaş yavaş da olsa yeniden gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. (Çağla, 2010, ss. 242-243)

“Sol liberalizm”in kendisini 1980’lerde yeniden hissettirmesinin perde arkasında, Avrupa’da yaşanan dönüşümlerin ideolojik kırılma noktalarının yer aldığını görmekteyiz. Aslında solun 1960-1980 arasında yaşadığı tartışmalar ve bu tartışmalar neticesinde yaşanan kamplaşmalar, sol liberalizmin doğuşunda etkili olmuştur. Söz konusu sol liberal söylemin gelişiminin erken dönemi ipuçları için, 1960-1980 arası sol hareketlerinin tartışma gündemlerine ve genel durumuna bakmak gerekmektedir. (Aladağ, 2013, s. 57) Nitekim 1970’li yıllarda Keynesçi “refah devleti”nin yaşamış olduğu olumsuz süreçler ve sosyal demokrasi görüşünün bu olumsuz süreçlere paralel bir şekilde yaşadığı ideolojik kaos, sol liberalizme geniş bir alan açmıştır.

“Liberal” Avrupa “Sosyal”Avrupa’ya Karşı (mı?)

Avrupa Birliği’nin kurucu ülkelerinden olan Hollanda, Fransa ve Almanya’da 2017’nin seçim yılı olması nedeniyle, Brexit sonrası yeni dengelerin ve AB bütünleşmesinin izleyeceği yönün belirlenmesi ve netleşmesinde kritik bir süreç yaşanmaktadır. Hollanda halkının Mart 2017’de sandık başına giderek bir süredir yükselişte olan aşırı sağın temsilcisi Geert Wilders liderliğindeki Özgürlük Partisi (PVV) yerine mevcut Başbakan Mark Rutte’nin liderliğindeki Özgürlük ve Demokrasi için Halk Partisi’ne (VDD) seçimi kazandırması, AB’nin Brexit sonrası karamsarlık tablosundan sıyrılarak motivasyonunu yükseltmiştir.

Mayıs 2017’de AB için kritik önem taşıyan ikinci önemli seçim olan Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerini de Yürüyüş Hareketi (En Marche!) lideri Emmanuel Macron’ın kazanmasıyla, Avrupa entegrasyonu yenilenerek bir kez daha ivme kazanmıştır. Fransa’da son yıllarda güçlenen aşırı sağın lideri Marine Le Pen’in yükselişinin önünün kesilmesi ve Brexit sonrası azalan bütünleşme motivasyonun arttırılması, kritik ülke olan Fransa’daki seçim sonuçlarıyla pekişmiştir.

Bunlara ek olarak, Birleşik Krallık’ta da iktidardaki Muhafazakâr Parti’nin lideri ve Başbakanı Theresa May’in Brexit pazarlığında elini daha güçlendirmek adına yaptığı erken seçim stratejisi planı geri tepmiş ve May iktidarını korusa da, sol çizgideki Jeremy Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nin beklenmedik oy artışı İngiltere’de Brexit sürecini yavaşlatmıştır.

Jonathan Hopkin, Foreign Affairs dergisinde kaleme aldığı “A Tale of Two Socialists (İki Sosyalistin Öyküsü) başlıklı makalesinde, Fransa ve İngiltere’deki son seçimlerin bazı seviyelerde zıt sonuçlar verdiğinin ve bu sonuçların dünyadaki merkez sol partilerin liderleri için keskin bir ders niteliğinde olduğunun altını çizmektedir. Hopkin, Macron’un selefi olan François Hollande’ın çok popüler olmadığı için ikinci dönem görevi reddettiğini ve partisinin seçtiği isim olan Benoit Hamon’un da seçimlerin ilk turunda beşinci sırada yer alarak ve oyların yüzde altısının biraz üzerinde oy alarak, Hollande’nin Başkanlığı döneminde zedelenmiş olan Sosyalist Parti’nin (PS) markasını diriltmek konusunda başarısız olduğunu belirtir. Buna karşılık olarak, sosyalist-sol kanattan olan Jeremy Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nin son seçimde oyların yüzde 40’ını alarak seçim anketlerini şaşkına çevirdiğine dikkat çeker. (Hopkin, 2017)

Britanya, Fransa ve yazının devamında Almanya’yı tartışırken dikkatleri çeken, bütün Batı Avrupa ülkelerinin yurttaşlarını piyasa güçlerinin inişli ve çıkışlı durumundan koruyan, ayrıntılı ve külfetli sübvansiyonların bulunduğu birer refah devleti olmalarıdır. Bu durumun yansımalarının neler olabileceği konusunda Michael G. Roskin şöyle yazar: “… Kimi Avrupalı düşünürler – ki bunların hepsi muhafazakâr değildir-, yüzde 10 civarındaki kalıcı işsizliğin ve solgun ekonomik büyümenin aşama aşama Avrupa hayat standartlarını düşüreceğinin ve bazı hükümetlerin iflas ettireceğinin farkındadırlar. Özellikle Avrupalılar hızlı bir biçimde emeklilik çağına doğru yaşlanmakta olduklarında, en basitinden hükümet harcamalarını karşılamaya yetmeyen vergi gelirleri söz konusudur… Görünüşe göre azınlıkta kalan bazı Avrupalılar ufukta beliren ekonomik tehlikelerinin farkındadırlar ve refah giderlerini, vergileri ve işgücü esneksizliklerini kısacak reformlarda ısrar etmektedirler. Bunlar, Avrupa’nın ABD tarzı bir ekonomik yöne doğru daha fazla hareket etmesinden memnun olacaklardır. Avrupalılar, bu tür düzenlemeleri ‘liberal’, hatta ‘ultraliberal’ olarak adlandırmaktadırlar. Çoğunluk ise ‘sosyal’ refah ve iş himayeleri diye adlandırdıkları şeylerle yola devam edilmesini istemektedir.” (Roskin, 2014, s. 308)

Söz konusu güncel bir örnekle bu durumu açıklayacak olursak; AB’nin en önemli tartışma sorunlarından biri de Avrupa’nın sosyal[1] bir modelden liberal[2] bir modele doğru hareket etmesinin gerekip gerekmediğidir. Fransızların ve Hollandalıların çoğu, 2005’te, çok fazla liberal olduğu, yani refah ve iş himayelerini kaldırılacağı korkusuyla AB anayasası (Avrupa anayasası) aleyhinde oy kullanmışlardır. (AB Anayasası için seçenekler, 2005) AB’nin iki kurucu üyesi olan Fransa ve Hollanda’da, seçmenlerin AB anayasasını reddetmesi ile belgenin geleceği belirsizliğe girmiştir. Bu tür programlara bir kez başvurulması durumunda dahi, yurttaşlar bunlardan en küçük kısıntı yapılmasından bile korkmaktadır. (Roskin, 2014, s. 309)

Hopkin, Fransa Cumhurbaşkanlık seçimlerinde Macron’un zaferinin bazı gözlemcilerin tarafından erken ilan edilmesi konusunda acele edildiğini belirterek, seçimin ilk turunda seçmenlerin yaklaşık yüzde 40’nın Euro bölgesi ile kemer sıkma politikalarını reddeden adayları tercih ettiğinin altını çizmektedir. Zira yazar, yüzde 21 oy alan  Marine Le Pen ve yüzde 19’la büyük çıkış yapan sosyalist politikacı Jean-Luc Mélenchon’un oylarının iyi tahlil edilmesi gerektiğini belirtir. Hopkin, iki konuya dikkatlerimizi çekmektedir: Birincisi, Macron’un, Fransa’nın geniş çaplı demokratik güçlerinin ırkçı görüşleri olan Le Pen’e karşı verdikleri tepki oyları sayesinde oyların üçte ikisini almasıdır. İkinci olarak ise, ikinci tur oylamada Beşinci Cumhuriyet tarihinde ilk kez bu kadar yüksek oranda boş oy kullanılmıştır.

Avrupa’da Sosyalizmin Geleceği

Sosyal refah devletinin zayıflaması ve yeni sağın (neo-liberal) yükselişi ile ilgili tartışmalar, son yirmi yıldan bu yana özellikle de 2008 ekonomi krizi ile birlikte hem akademik, hem de politik arenada giderek daha fazla yer almaya başlamıştır. Özellikle Batı merkezli olmak üzere ve ABD’nin ve tüm dünyanın güçlü sağ dalganın etkisi altına girdiği düşünüldüğünde, bu dalganın nereden geldiği, nereye doğru yöneleceği ve evrileceği soruları tartışma konusu olarak gündemini korumaktadır. Özellikle sosyalistler için de bu tartışma stratejik önem arz etmektedir. (Özkazanç, 2007, s. 15)

Liberal sosyalizmin belki de en önemli özelliği, otoriter sosyalizmi reddetmesi ve hukuk devletini ve demokrasiyi derinleştirmek ve yurttaşların siyasete katılımını arttırmak gibi amaçlarının olmasıdır. Liberal sosyalistler, siyasal liberalizmin tamamını, ancak ekonomik liberalizmin sadece bazı özelliklerini savunan sosyalistler olarak da tanımlanmaktadırlar. Siyaset Bilimciler, burada önemli bir noktaya dikkatleri çekerek, liberal sosyalizmin neredeyse hiçbir zaman bütünlüklü ve sınırları belirli tek bir siyasal doktrin olmadığının ve çeşitli Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da farklı bakış açılarıyla geliştiğinin altını çizmektedirler. (Çağla, 2010, s. 243) Fakat liberal sosyalizmin, çoğunlukla popüler siyasal akımların gölgesinde kaldığını da görmekteyiz.

Son yıllarda Avrupa’da aşırı sağ (popülist) söylemlerin ve hareketlerin yükselişe geçişi ile oluşan tedirginliği analiz eden sol-liberal görüşlü Der Freitag gazetesinde yazan Steffen Vogel, bir yıl önce kaleme aldığı “Das linke Europa” (Sol Avrupa) başlıklı yazısında, günümüz Avrupa haritasına baktığımızda Akdeniz’e komşu ülkelerde “sol”un, Akdeniz’den uzaklaştıkça “sağ”ın kuvvetlendiğine işaret etmiştir. Vogel, bu teorisine örnek olarak da Yunanistan’ın Çipras hükümetini, Fransa’nın eski Cumhurbaşkanı Hollande’ı, İtalya’nın eski Başbakanı Matteo Renzi’yi, İspanya’da Podemos’un yükselişini, Portekiz’de “Sosyal Demokrat-Sol” koalisyonun kurulmasını ve Birleşik Krallık’ta solcu Corbyn’in İşçi Partisi’ne Genel Başkan seçilmesini saymaktadır. (Vogel, 2016)

Almanya

Liberal sosyalizm açısından Almanya’ya baktığımızda ise; Almanya’da geleneksel olarak işçi sınıfı ve sendikalı işçilerin partisi olduğunu savunan Sosyal Demokrat Parti (SPD), her zaman sosyal altyapı vurgusu yapan ve sosyal politikaları önce çıkaran söylemlerin yanında, aynı zamanda işsizlik sigortasında birtakım kısıtlamalara da gitmek istemektedir. 2000’li yılların başında SPD eski Genel Başbakanı Gerhard Schröder’in “2010 Ajandası” isimli istihdam pazarı reformları, partinin geleneksel desteğinin düşüşüne neden olmuştur. Bundan dolayı, eski Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz, SPD’ye yeni bir ivme kazandırması umuduyla partinin Genel Başkanlığına getirilmiş ve 2017 seçimlerinde Genel Başkan adayı olarak seçilmiştir. Schulz, yaklaşan seçimlerde SPD’yi söz konusu bu politikasını “düzeltme” üzerine konumlandırarak ve sosyal adalet ile vergi dağıtımına vurgu yaparak seçmeni ikna etmeye odaklanmış durumdadır. (Almanya’nın Siyasi Partileri, 2017)

Almanya’da Yeni Liberaller Partisi: Neue Liberale

2013 yılındaki Almanya federal seçimlerinde yüzde 5’lik seçim barajını aşamayan liberaller (Hür Demokratik Parti-FDP), meclis dışında kalmalarıyla varoluş mücadelesi vermeye başlamıştı. FDP’nin seçim yenilgisi ardından FDP’den kopan bir grup politikacı, ilerleyen zaman içinde Yeni Liberaller Partisi’ni (Neue Liberale) kurdular. Partinin liderliğine Sylvia Canel ve Najib Karim eşbaşkan olarak seçildiler. (Lacmann, 2014)

FDP’nin seçim yenilgisi ardından seçilen yeni lideri Christian Lindner ise, partisinden ayrılarak Yeni Liberaller Partisi’ne geçenler konusunda, Almanya için yeni bir liberal partinin gereksiz olduğu ve bu kişilerin amaçlarının inandırıcı olmadığı açıklamasını yaparak, özgürlük mücadelenin FDP çatısı altında yapılması gerektiğinin çağrısını yapmıştı. Eylül 2014 yılında kurulan Hamburg merkezli Yeni Liberaller Partisi, girdikleri 2015 yılında Hamburg eyalet seçimlerinde % 0,5 (18.464) oy oranına ulaştı. (Werner, 2014) İlerleyen zaman içinde eyaletlerde teşkilatlanmalarına öncelik veren Yeni Liberallere, Temmuz 2017’de Federal Seçim Komitesi tarafından -FDP’nin tepkilerine rağmen- sonbahardaki federal seçimlere katılma izni verilmiştir. (Neue Liberale, 2017)

FDP ve Yeni Liberallerin parti programlarında liberal ideolojinin savunduğu değerler ortak olsa da,  iki partinin aralarında bazı nüanslar olduğu da görülmektedir. Örneğin, FDP vergilerde indirime gitmeyi savunsa da, finans  piyasalarını başıboş bırakmamaktan yana olduğundan, bu konuda Yeni Liberaller Partisi’nden ayrışmaktadır. (Almanya’nın siyasi partileri, 2017) Yeni Liberaller ise, parti programlarında herkes için daha basit, daha şeffaf ve adaletli bir vergi sistemini savunarak, 1991’den bu yana alınan ‘dayanışma vergisi’nin Alman halkı içim bir külfet olduğunu ve kalkması gerektiğini parti programında savunmaktadırlar. Söz konusu bu vergi Alman halkı için önemlidir; zira 1991 Körfez Savaşı’nın yükü ve Soğuk Savaşı’nın bitimiyle birleşen Almanya’nın Doğu tarafının yeniden inşaası için gerekli masraflar, toplanan bu vergilerden fonlanmaktadır. Yeni Liberallere göre, sosyal devlet anlayışının gereği olarak imar ve kalkınma devletin görevidir ve bunu halka yüklemeden finansmanını devletin üstlenmesi gerekir. (Neue Liberale Parteiprogramm)

Sonuç yerine…

Bir önceki FDP’yi analiz yazımda Almanya’da liberalin yükselişini açıklamaya çalışırken, önemli bir faktörü de atlamamamız gerektiğini ifade etmeye çalışmıştım. Pek çok gelişmiş ülkede gözlemlendiği gibi, Almanya’da da seçmenlerin büyük bir bölümünün zihninde, kişilik, ideolojiden daha önemli hale gelmeye başlamıştır. Partilerin küçülmesi ve çoğu büyük partilerin siyasi yelpazenin merkezine doğru hareket etmesiyle birlikte, seçmenleri ikna eden şey, çoğu zamanlar adayların kişilikleri ve karizmaları olmaktadır. Christian Lindner de, bu konuda epey renkli ve iddialı bir isimdir. (Ertuğral, 2017)

Ama Zeynep Atikkan’ın isabetli tabiriyle, Almanya’da merkez siyasetin “Merkelleşmesi”, Almanya’da da siyasi sistemin bir çeşit de facto Başkanlık sistemine doğru evrildiğini ve merkez siyasetin büyük çapta Merkelleştiğinin altını çizmektedir. (Atikkan, 2014, s. 45) Atikkan, Merkel’i, ideoloji sonrası günümüzde siyasal meşruiyetin kişi karizması çerçevesinde şekillenen bir dönemde duruma göre çevreci, yeşil, muhafazakâr veya liberal olabilen bir kişi olarak tanımlamakta, yani Merkel’in temsil ettiği merkez sağın bütün partilerle koalisyona girebilecek bir kimliğe büründüğüne ve geniş kitleleri kucakladığına işaret etmektedir. (Atikkan, 2013, s. 46)

Son yıllarda, Siyaset Bilimciler ve analistler, genelde sosyalist ve sosyal demokrat partilerin iktidarı kazanmak için merkeze yaklaşması gerektiğini savunmaktalar. Ancak son yapılan Birleşik Krallık seçimlerinde sosyalist-sol kanatta olan Jeremy Corbyn’in yaptığı çıkış, sosyalizmin tekrar bir alternatif olabileceğini göstermiş oldu. Ada ülkesi Britanya ve yaşlı kıta Avrupa için bunu söylemek henüz her ne kadar erken olsa da, bu kış Britanya’ya sosyalizm gelme ihtimalini gözardı etmemek lazım.

Almanya’daki son seçim anketlerinin sonuçlarına göre ise; merkezi temsil eden Başbakan Angela Merkel’in partisi CDU/CSU % 37-% 40, sosyal demokrat SPD  % 23-% 24,5 bandında seyretmektedir. Diğer önemli partiler ise, başta liberal FDP olmak üzere, Sol Parti (Die Linke), Yeşiller Partisi (Grüne) ve aşırı sağ Almanya için Alternatif (AfD) partileridir ve bunların oy oranları % 7-% 10 bandında seyretmektedirler. Yeni Liberallerin de aralarında olduğu küçük partilerin toplam oylarının ise son aylarda % 3’lere kadar indiğini görmekteyiz. (Sonntagsfrage Bundestagswahl, 2017)

Seçim ertesinde söz konusu bu anketlere göre oy sonuçları çıkarsa, Federal Meclis aritmetiğinin oldukça karışık olacağı ve koalisyon pazarlıklarının çetin geçeceği beklenmektedir. Batı Avrupa’da özellikle Birleşik Krallık’ta ve Almanya’da, liberallerin iktidar ortağı oldukları dönemlerde oylarının eridiğini ve meclis dışı kaldıklarını görmekteyiz. Liberal FDP’nin koalisyon ortağı olması durumda göstereceği performansa bağlı olarak ve Birleşik Krallık’ın sol rüzgârının göstereceği etkiye göre, Yeni Liberaller Partisi ve türevi olan sol liberallerin belki bu sonbaharda değil, ama sonraki seçimlerde kayda değer bir yükselişe geçmesini görebiliriz.

 

Yusuf ERTUĞRAL

 

 

KAYNAKÇA

[1] Avrupalılara göre refah devleti, ABD terminolojisinden ise “liberal”.

[2] Avrupalılara ve Latin Amerikalılara göre sınırlanmamış kapitalizm (ABD’deki anlamının tam tersi).

2 Comments »

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.