GİRİŞ
Türkiye topraklarının yüzde 5’ini oluşturan Doğu Trakya bölgesi, Balkan coğrafyası içinde yer almaktadır. Bu durum, Türkiye’yi coğrafi açıdan bir Balkan ülkesi yapmaktadır. Modern Türkiye Cumhuriyeti yaklaşık olarak 550 yıl Balkanlar’da hüküm sürmüştür.[1] Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğunun mirasını taşıyan Türkiye’nin Balkan politikasının temel taşlarını tarih, coğrafya ve insan faktörleri oluşturmaktadır.[2] Bu faktörler hem Balkanlar bölgesini Türkiye için önemli kılmakta, hem de Türkiye’nin Balkan devletleri ve halkları ile olan ilişkilerini yakından etkilemektedir.[3] Osmanlı İmparatorluğu ile başlayan bu politik süreçte, Balkan ülkeleri ile tarihi açıdan ortak bir miras bulunmaktadır. Türkiye’nin Balkanlar’da siyasi bir rol üstlenerek Balkanlar’a yönelik politikalarda aktif rol üstlenmesinin sebebi, Türkiye’nin kültürel ve tarihi faktörlerinin balkan coğrafyasındaki bağlılığı ile doğru orantılıdır.
Türkiye’nin Balkan coğrafyasındaki etkisinin sebeplerinden birisi de demografik yapılanmadır. Buna göre, Türkiye’nin Balkanlar’daki siyasi etki temelini Osmanlı’dan kalan Müslüman toplulukları oluşturmaktadır. Türkiye şu anda Balkanlar’da Osmanlı mirasına dayalı olan bu tarihi birikimin avantajlarını kullanmaktadır.[4] Fakat bununla birlikte, Türkiye uzun yıllar boyunca Balkanlar’dan bu doğrultuda göç almıştır. Bu göçün 1990’lardaki bir boyutu da, Bosna Hersek savaşındaki çıkan çatışmalar sonrasında Türkiye’ye gelen Müslüman ve Türk topluluklarında görülmektedir. Türkiye’deki Balkan kökenlilerin sayısı nüfusun yaklaşık beşte birini oluşturmaktadır.[5] Ayrıca resmi verilere göre, Balkanlar’da 1 milyon 100 bin civarında Türk, 8 milyonun üzerinde de Müslüman nüfus yaşamaktadır.[6] Coğrafi açıdan değerlendirildiğinde de, Balkanlar, Türkiye’yi Avrupa’ya bağlayan bir köprü olarak düşünülmektedir. Bu yüzden Balkanlar’daki tüm gelişmeler Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir. Balkanlar’daki çatışma ortamının son bulması ve barışın aktif olarak egemen olması Türkiye’nin bölgedeki temel çıkarıdır. Bununla birlikte, Balkanlar coğrafyası Türkiye’nin batı sınırı için ‘’savunma kalkanı’’ olarak da fayda sağlamaktadır.[7]
Türkiye, Balkanlar’a yönelik politikasını Bosna Hersek Savaşı boyunca da göstermiştir. Yugoslavya’nın dağılmasından önce başlayan Bosna krizinin mihenk taşı olan bu politika, uluslararası aktörlerin de bölgede stratejik açıdan rol üstlenmesi ile tamamlanmıştır. ABD (Amerika Birleşik Devletleri), AT (Avrupa Topluluğu), NATO (Kuzey Atlantik Paktı Örgütü) gibi aktörler ile bir araya gelen Türkiye, bunun dışında bölgede bıraktığı tarihi misyonuna sahip çıkarak Bosna Hersek Savaşı boyunca Bosnalı halkın yanında duran bir politika sergilemiştir.
Bu çalışmada ilk olarak genel hatları ile Türkiye’nin Balkan politikası hakkında bilgi verilmektedir. İkinci olarak, Yugoslav coğrafyasındaki kriz ve gelişmeler ele alınmaktadır. Üçüncü olarak, Bosna Hersek sorunu ve süreç içerisinde gelişen olaylara Türkiye Cumhuriyeti’nin göstermiş olduğu politik tutum ile uluslararası aktörlerle yaptığı işbirlikleri incelenmektedir. Çalışmada son olarak, Bosna Hersek olaylarına Türkiye kamuoyunun bakış açısı işlenmektedir.
TÜRKİYE’NİN BALKAN COĞRAFYASINA YÖNELİK POLİTİKASI
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Balkanlar, Türk dış politikası açısından genel olarak negatif bir bölge olarak algılandı. Çünkü iki dünya savaşı arasında Balkanlar, İtalya’nın yayılma alanlarından birisi oldu. Bölge, İtalya işgaline maruz kaldı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise Balkanlar SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği)’nin “arka bahçesi” ve “komünist tehdidin geliş yolu” olarak zihinlerde yer edindi. Ayrıca Türk devlet adamları ve özellikle kamuoyu, bu coğrafyayı “azınlık sorunlarının yaşandığı ve bu sebeple uzak durulması gereken karmaşık bir bölge olarak” gördü.[8] ABD ve SSCB’nin varlığı ile gelişen Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin batı bloğunda yer alarak dünya gündemine girmesiyle, Balkanlar’a yönelik olarak göstermiş olduğu tutumda tarafsız bir politika sergilediğini söylemek mümkün değildir. Soğuk Savaş döneminin sona ermesi ve SSCB’nin dağılması ile başlayan iki kutuplu sistemin yıkılış sürecinde ise Türkiye, Osmanlı’dan beri var olan Balkan misyonuna sahip çıkmış ve bu misyonu devam ettirmiştir.
Balkanlar’daki siyasi yapılarının temelden değişmesiyle birlikte yeni kriz ve güç boşlukları meydana gelmiştir. Bu durum, Türkiye’nin bölge politikasında bazı değişikliler yapmasına neden olmuştur. Böylece 1990’lı yıllar boyunca Balkanlar’da güven ve istikrar ortamının sağlanması hedefi Türkiye’nin dış politikasının ana gündem maddelerinden birini oluşturmuştur.[9] Ayrıca jeokültürel açıdan önem taşıyan Balkanlar 20.yüzyıl boyunca uluslararası ilişkilerin temel bunalım bölgelerinden birisi olmuştur. 1990’lı yılların sonu ile yaşanan en yoğun çatışmalar bu bölgede görülmüştür. Bölgenin hassas jeokültürel ve jeopolitik ayrım hatları uluslararası ilişkilerde yaşanan bunalımların bölgeye doğrudan ve en katı şekilde yansıması sonucunu doğurmuştur.[10] Balkanlar, 20. yüzyılın başında uluslararası ilişkileri yönlendiren büyük güçler için gittikçe güçsüzleşen Osmanlı Devleti’nin Avrupa’dan tasfiyesi açısından özel bir önem taşıyordu. I. Dünya Davaşı sonrasında uluslararası siyaset ve hukuk açısından da Osmanlı Devleti’nin nihai tasfiyesi tamamlanmıştır.[11]
Tasfiyenin ardından Türkiye açısından Balkanlar’da yaşanan gelişmelerde kimlik meselesi ve din vurgusu ön plana çıkmıştır. Balkanlar’da uzun yüzyıllar boyunca Osmanlı egemenliğinde kalan Türkler ve Müslümanlar, Ankara’nın Balkan politikasında göz ardı edemeyeceği bir faktör olmuştur.[12] Ayrıca yüzünü batıya çevirmiş olan Türkiye’nin Balkanlar’daki siyaset ve güvenlik sorunlarına ilgisiz kalması olanaksızdır. Başka bir deyişle, Balkanlar’ın güvenliği Türkiye’nin batı sınırları doğrultusundaki güvenlik parametreleriyle özdeşleşmiş durumdadır.[13]
Türkiye’nin Balkanlar’daki kısa ve orta dönem dış politikasının iki önemli hedefi, Bosna ve Arnavutluk’un istikrarlı bir yapı içinde güçlendirilmeleri ve bölgedeki etnik azınlıkları güvenlik şemsiyesi altına alacak bir uluslararası hukuk zemininin oluşturulmasıdır. Bu hukuki zemin içinde Türkiye, Balkanlar’daki Müslüman azınlıklar ile ilgili meselelerde müdahale etme hakkını kazanacak bir garanti elde etme hedefini sürekli gözetmelidir. Türkiye’nin Balkanlar’da bu tür bir hak elde etmesi, ancak Türkiye’nin kültürel ve tarihi faktörleri sürekli göz önünde bulundurmasıyla mümkündür. [14]
YUGOSLAVYA COĞRAFYASINDAKİ KRİZ VE TÜRKİYE’NİN TUTUMU
Tito’nun 1980 yılındaki ölümünün ardından Yugoslavya’nın iç dengesi sarsıldı. 1990 yılında altı federe cumhuriyette yapılan seçimlerde, Sırbistan ve Karadağ’da sosyalist adını alan eski komünistlerin, diğer cumhuriyetlerde ise milliyetçilerin kazanması ile bir iç çatışmaya sürüklenen Yugoslavya’da Slobodan Miloseviç’in etkisi artarak görülmeye başladı.[15] Buna karşılık, milliyetçilerin iş başına geldiği Katolik Slovenya ve Hırvatistan yönetimleri ise kendilerini ekonomik açıdan daha varlıklı görerek, Ortodoks Sırbistan’ın hâkimiyetindeki merkeziyetçi federasyon anlayışına şiddetle karşı çıkıyorlardı. Nispi olarak bakıldığında yoksul ve etnik dini bileşimleri açısından da bir o kadar karmaşık olan Makedonya ve Bosna-Hersek federe cumhuriyetleri ise mevcut yapının gevşek bir konfederasyon şeklinde ve mutlaka Slovenya ve Hırvatistan’ı da içerecek olan bir şekilde sürmesinden yanaydılar. Ayrıca 1990 Eylülü’nde Sırbistan’ın, Kosova ve Voyvodina bölgelerinin özerkliklerini ortadan kaldırması da Slovenya ve Hırvatistan’ın Sırbistan’a yönelik karşı tutumlarını şiddetlendirdi. Sonuç olarak, Slovenya ve Hırvatistan 25 Haziran 1991 tarihinde bağımsızlıklarını ilan ettiler. Ardından 2 gün sonra da Sırpların denetimindeki federal Yugoslavya ordusu Slovenya ile Hırvatistan’a müdahale etmeye başladı.[16]
Balkanlar jeopolitiğinin dayandığı iki temel eksenden Drava-Sava ekseninin merkezi Hırvatistan ve Sırbistan arasında kalan Bosna Hersek’te; Sırbistan, Makedonya, Bulgaristan ve kısmen de Yunanistan arasında kalan Morava-Vardar ekseninin merkezi Kosova’da çatışmaların yaşandığı bölgeler haline gelmeye başladı. Yugoslavya’nın dağılma süreci ile Balkanlar’da uluslararası ve bölgesel çelişkilerden kaynaklı olarak sınırlı konvansiyonel çatışma alanları için uygun bir zemin oluşmaya başlamış oldu. II. Dünya Savaşı’nın ve Soğuk Savaş’ın Balkan jeopolitiğinde temel dayanak unsurları olan bu iki eksenin aynı zamanda yoğun jeokültürel yüzleşme ve ayrım hatları olması, küresel ve bölgesel aktörlerin Balkanlar’daki stratejik olaylara olan ilgisini artırdı. Miloseviç önderliğindeki Sırp yönetiminin barbar tavrı, bu jeopolitik ve jeokültürel ilgilerin çatıştığı ve uluslararası hukukun reel politiğe feda edildiği bir dönüm noktasında kendine bir manevra imkânı sağladı.[17]
Yugoslavya krizi, Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrasında ilgisini yoğunlaştıracağı başlıca dış politika konularından birisi oldu. Yugoslavya sorunu, sadece yeni dönemdeki Türk dış politikasının önemli bir ilgi alanı olarak kalmayıp, Türkiye’nin dış politikasının da şekillenmesine katkıda bulundu.[18] Türkiye Cumhuriyeti Yugoslavya’ya yönelik politikasında bu federasyonu bir bütün olarak değerlendirmek ve bölgede etnik dinsel açıdan kendisine yakın olan topluluklar üzerine bir dış politika oluşturmamak şeklinde hareket ediyordu. Yugoslavya’nın dağılma sürecine girdiği 1991 yılı başlarında, Türkiye, bu krizi federasyonun bir iç işi olarak gördüğünü, çözümün ise şiddet ile çözülemeyeceğini ve Yugoslavya’nın toprak bütünlüğünü temelinde sağlanması gerektiğinin altını çiziyordu. Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlıklarını ilan etmeleri sonrasında Sırp ordusunun bu cumhuriyetlere müdahalesinin ardından da, Türkiye, esas olarak bu tutumunu muhafaza ediyordu. Yugoslavya’daki bu durumdan rahatsız olan Makedonya ve Bosna-Hersek cumhuriyetlerinin devlet başkanları Kiro Gligorov ve Aliya İzzetbegoviç Temmuz ayında sırayla Ankara’ya gelerek destek istediklerinde de Türkiye’nin bu tutumunda bir değişiklik görülmüyordu. 1991 yılı Eylül ayında, Makedonya, Ekim ayında da Bosna-Hersek bağımsızlıklarını ilan ettiklerinde Türkiye zor durumda kalmaktaydı. Türkiye ancak 15 Ocak 1992 tarihinde Avrupa Topluluğu’nun Slovenya ve Hırvatistan’ı Bulgaristan’ın da bunlara ek olarak Bosna-Hersek ve Makedonya’yı tanıması sonrasında, 6 Şubat 1992 tarihinde bu dört cumhuriyeti aynı anda tanıdı.[19]
BOSNA HERSEK SORUNU VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN TAVRI
Bosna Hersek Savaşı’nın Ortaya Çıkışı
Bosna Hersek parlamentosu 15 Ekim 1991’de bağımsızlıklarını ilan edeceklerini duyurmuşlardı. Fakat ülkede bu konuya dair olarak bir referandum yapılmamıştı. Bununla birlikte Slovenya ve Hırvatistan’ın ardı ardına bağımsızlıklarını ilan etmeleriyle birlikte Boşnaklar ve Bosnalı Hırvatlar da Sırpların muhalefetine rağmen bağımsızlık kararı aldılar. Ankara’nın 6 Şubat 1992 tarihinde Bosna-Hersek’i tanımasının ardından 29 Şubat 1992 tarihinde bu ülkede bağımsızlık konusunda referandum yapılmaktaydı. Sonuçta bağımsızlık % 64 oyla kabul edildi. Böylece Bosna-Hersek, 3 Mart 1992 tarihinde bağımsızlığını ilan etti.[20]
Yugoslavya Federasyonu’nda bağımsızlıklarını ilan eden cumhuriyetlerden Bosna-Hersek ve Makedonya’nın Türkiye’nin Balkanlar’da izlediği dış politikanın köşe taşları olmaları sebebiyle Yugoslavya’nın dağılması, Soğuk savaş döneminde Balkanlara yönelik dış politikanın belirlenmesi açısında da önemli olmuştur.[21] Türkiye, Bosna Hersek’teki çatışmaların barışçıl yollarla sona erdirilmesi ve Balkanlar’da bulunan Türk ve Müslüman halkın her türlü haklarının korunması için gerekli tüm yollara başvurmuştur. Bu yönde diplomatik, siyasi ve ekonomik olarak bir dizi girişimde bulunmuştur.[22] Mart ve Nisan aylarında bağımsızlık kararını tanımadığını açıklayan Bosnalı Sırp milisler ile Sırpların eline geçmiş olan Yugoslav federal ordusu (JNA) İle bağımsızlık yanlıları arasında çatışmalar giderek artmaya devam etti. Türkiye bir yandan Sırpların şiddete dayalı politikalarını kınarken, diğer yandan ise Bosna Hersek’in BM (Birleşmiş Milletler)’ye üye olmasının Saraybosna yönetimine fayda sağlayacağı düşüncesiyle hareket ediyordu. Bosna Hersek, bu doğrultuda 22 Mayıs 1992’de BM’ye üye olarak kabul edildi. Yine de BM’ye üye olmasının Sırpların saldırılarını durdurmaya yetmediği görüldü.[23]
Bosna-Hersek Krizinde Türk-Amerikan İşbirliği
Doğu Avrupa’da sosyalist rejimlerin çöküşünden sonra, Yugoslavya iki siyasi blok arasında yer alan tampon bölge olma özelliğini kaybetmiştir. Dolayısıyla, ABD stratejik hesaplarında değişikliğe gitmeye başlamıştır.[24] ABD Genel Sekreteri James Baker 1991 yılındaki Yugoslavya’yı ziyaretinde, ülkesinin Yugoslavya’nın bütünlüğünü desteklediğini açıklamıştır.[25] Bu tutum, Türkiye hükümetinin de o dönemdeki temel politikalarından birisi olmuştu.
Daha sonra Ankara, Bosna Hersek konusuna ilişkin olarak oldukça hareketsiz kalan uluslararası kamuoyunu duruma müdahil olmaya ikna etmek için büyük çaba harcamıştır. ABD ve AB nezdinde bu amaca yönelik olarak sayısız diplomatik girişimde bulunmuştur.[26] Zaten bölgeye yönelik olarak politikalarda özellikle ABD ile Türkiye arasında büyük bir paralellik vardır. Yugoslavya’nın dağılması sürecin de Türkiye ABD ile oldukça benzer bir politika izlemiştir. Bu durum, ilk örneğini bize Bosna-Hersek’teki iç savaşa yönelik olarak ortaya çıkan tarafların tutumunda belirginleşmiştir.[27] Türkiye’nin Balkanlar’daki aktif politikası ABD tarafından desteklenmiştir. Bu destek Türkiye’nin Balkan politikası açısında da belirleyici bir etken oldu.[28] Bosna Savaşı sırasında ABD ve Türkiye benzer bir yol izlemeye devam ettiler. Her iki ülkede Bosna-Hersek’in ayakta kalma mücadelesini destekledi.
Türkiye çatışmaların önlenmesi için BM ve NATO çerçevesinde oluşturulan güçlere katkıda bulunmuştur. Türk Deniz ve Hava Kuvvetleri çeşitli görevler üstlenmişlerdir.[29] BM Güvenlik Konseyi’nin 31 Mart 1993 tarihli “Bosna Hersek hava sahasında uçuş yasağı” kararının uygulanmasını denetlemek üzere yapılan operasyona 18 adet F-16 uçağı ile katılmıştır.[30] Nitekim Sırbistan’a uygulanacak olan ambargonun denetimi için Adriyatik Denizi’nde bulundurulan deniz ve hava kuvvetlerine gitmiştir. Türkiye, bu politikaların uluslararası toplum ile birlikte esas olarak BM çerçevesinde yapılması gerektiğini savunmuştur. Türkiye tek taraflı bir hareketten özenle kaçınmıştır.[31]
ABD ve Türkiye bazı noktalarda ise birtakım ayrılıklara düşmüştür. 25 Eylül 1991’de BM Güvenlik Konseyi aldığı 713 sayılı karar ile tüm Yugoslavya üzerine silah ambargosu koydu.[32] Böylelikle, Birleşmiş Milletler, savaşan taraflara yönelik olarak ambargo uygulamaya başlamıştır. ABD’nin ise bölgedeki Sırpların silahlı güç kullanımına karşı belirsiz bir yaklaşımı mevcuttu. Türkiye ise Bosna’ya uygulanan silah ambargosunun kaldırılması ve Sırp mevzilerinin bombalanmasına yönelik girişimlere başlanılması gerektiğini belirtiyordu. Türkiye Belgrad destekli Sırpların saldırılarının önlenmesi açışından politikalar izleyerek silah ambargosunun Boşnakları silahsız bırakmak anlamına geldiğini savunuyordu.[33] Bu yüzden Türkiye, Bosnalı Sırpların mevzilerinin havadan bombalanması ile ilgili görüşünü uzun süre gündemde tutmuştur.[34] Zaten Türkiye’nin bölgede yaşanan vahşetin sona erdirmesine yönelik olarak hazırladığı eylem planı Birleşmiş Milletler’e Türkiye tarafından sunulurken, bu plan İslam Konferansı Örgütü’nün de dikkatini çekmişti. Türkiye, İslam Konferansı Örgütü’nün bir üyesi olarak, Bosna Hersek’e sağlanan yardımların sürekliliğini isteyerek, İslam ülkelerini, batılı devletlere baskı yapmaları konusunda ikan etmiştir.[35] Bu durum, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ile Avrupa Konseyi’ni de harekete geçirmişti.[36] Türkiye, savaş başladığı andan itibaren bunun bir etnik temizlik olduğunu saptamıştır. Ancak uluslararası toplum, işlenen suçu açık bir şekilde tanımlamaktan kaçınıyordu. Yine de Türkiye BM İnsan Hakları Komisyonu ile özel bir oturum yaparak, Sırpların suçlu olduğunu ve bunun da bir etnik temizlik olarak ‘’insanlığa karşı suç’’ oluşturduğunu açıklayarak, 1 Aralık 1992 tarih ve S-2/1 sayılı karar ile BM’ye kabul ettirmiştir.[37]
Dayton Barış Antlaşması’na Doğru Bosna Hersek Bunalımı
ABD, Bosna bunalımını son derece etkin bir diplomasi için kullandı. Çünkü ABD, Avrupa’nın Bosna Hersek krizinde yeterli olmayacağını ortaya koyarak diplomatik bir manevra ile bölgeye fiili olarak girme şansı elde etmiştir.[38] Bölgede çok sayıda sivilin de ölmeye başlaması ile AB ve BM’nin çatışmaları önlemeyeceği anlaşıldı. Türkiye’de 1993 yılı sonlarında ortaya konan ABD planı ile Cyrus Vance, Lord Owen tarafından geliştirilen Vance-Owen Planı’nı Bosna krizinin çözümü için yeterli görmüyordu. Bu sıralarda da ABD ilk başlarda bir “Avrupa Sorunu” olarak gördüğü konu ile artık daha fazla ilgilenmeye başlamıştı.[39] Bosna Savaşı’nın gittikçe uzaması karşısında, ABD, bölgenin güvenliği için çeşitli girişimlerde bulunmaya başlamıştır. Bunun ilk adımı olarak Bosnalı Müslümanları ve Hırvatları yakınlaştırma girişiminde bulunmuştur. Böylece Sırplara karşı bir güç dengesi oluşturulması hedeflenmiştir. Bu girişim söz konusu tarafların 1994 yılında Washington’da bir Boşnak-Hırvat Federasyon Anlaşması imzalanması ile sonuçlanmıştır. Türkiye de bu süreçte aktif rol oynamıştır.[40]
Türkiye ve ABD, Boşnaklar ve Sırplar arasındaki güç dengesizliğini savaşa patlak veren bir sebep olarak gördükleri için ve de olası saldırıları önlemek için bu federasyonu askeri açıdan güçlendirmek istiyorlardı. Türkiye bu süreçte, federasyon için yapılacak olan eğitim ve donanım programına büyük ölçüde destek verdi. Bu program çerçevesinde ABD yaklaşık olarak bu federasyona 100 milyon değerinde teçhizat yardımında bulundu. Türkiye’de 150-200 Bosnalı ordu mensubuna askeri eğitim verdi.[41] Yine bu çerçevede, 1500 kişilik bir Türk birliği 1994 yılı Temmuz ayında Zenica’ya yerleşerek Hırvatlar ile Boşnaklar arasındaki ateşkesi gözlemleyici konuma getirilmiştir. Bu sayede Sırpların karşısında Boşnak-Hırvat Federasyonu’nda direnci hem diplomatik, hem de askeri anlamda arttırılmıştır.[42] Türkiye Bosna-Hersek ile girdiği bu askeri işbirliği Balkan politikasının da köşe taşını oluşturuyordu. Çünkü Türkiye, güçlü bir federasyon ordusunun varlığını bölgedeki istikrarın da sağlanması için istiyordu. Hedefi Balkanlar’daki istikrar ve güven ortamının sağlanması idi.
Ayrıca bu süreçte Türkiye BM’nin ambargo uygulamasına karşın Bosna’ya gizli silah yardımında bulunmuştur.[43] Silah yardımı dışında, 1993 yılında Boşnaklar ile Bosnalı Hırvatlar arasındaki çatışmalara son verilmesinde de Türkiye’nin katkısı olmuştur. Özellikle dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile Hırvat meslektaşı Franjo Tudjman arasında dostane ilişkiler ortaya konmuştur. Hırvatistan’ın Ankara büyükelçisi Gordan Bakota’ya göre, Boşnaklar ile Bosnalı Hırvatları barıştırmak konusunda Türkiye ile Hırvatistan’ın gerçekleştirdiği ortak girişimler, Bosna-Hersek geneline barış gelmesi için önemli bir zemin hazırlamıştır.[44] Türkiye’nin görüşüne göre, Bosna Hersek’teki savaş ilk başından itibaren Batılı ülkeler tarafından önemsenmedi. Burada özellikle Müslüman nüfus kıyıma uğramıştır. Bu şekilde batının da niyeti ortaya çıkmış oldu. Çünkü Türkiye’ye göre, batılı devletler Avrupa’nın ortasında bir Müslüman devletinin ortaya çıkmasını istemiyorlardı. Bu nedenle de self-determinasyon hakkı reddedilmiş, Bosna Hersek için çeşitli bölünme şekilleri, kantonal veya konfederasyon önerileri hazırlanmıştır. Bu şartlar doğrultusunda, Türkiye basınının Bosna Hersek’e yardım edilmesi yönündeki faaliyetlerini koordine etmesi zor değildi. Kısa zamanda Bosna’ya en büyük yardımı Türkiye sağlamış oldu. Askeri yardım ile birlikte ekonomik yardım da sağlayarak diplomatik misyon faaliyetlerine yardımcı oldu.[45]
Türkiye’nin bu faaliyetleri kısa süre içinde engellenmeye çalışıldı. Çünkü Türkiye’nin ekonomik politikası, Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde diğer İslam ülkeleri ve özellikle İran ile rekabet etmekteydi. İslam’ın laik ve radikal kesimleri arasındaki bu çatışma Bosna Hersek’e de yansımış oldu. Fakat sadece Türkiye değil, birçok İslam ülkesi de Bosna Hersek’e maddi yardımda bulunmuştur. Hatta İslam ülkelerinden savaşçılar, Bosna Hersek ordusu ile birlikte savaşa dahil olmuşlardır.[46] Hatta İran, Bosna’daki Müslüman gruplara gizli silah transferi de yapıyor, ABD’de ise bunu görmezden geliyor idi.[47] Hatırlanacağı üzere Bosna-Hersek cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç, Temmuz 1991’de Türkiye’yi ziyaret etmiş ve Türkiye’nin balkanlar politikasında rol oynaması isteğini açıklamıştı. İzzetbegoviç ayrıca Kaddafi ile de görüşerek İran’dan da zaten yardım isteyeceğini ima etmişti.[48]
Bütün bunlarla birlikte, ABD’nin de katkısıyla Bosna Hersek konusuna ilişkin olarak özel görevlendirilen Richard Holbrooke’un girişimleriyle 21 Kasım 1995 tarihinde Bosna-Hersek adına Aliya izzetbegoviç, Hırvatlar adına Franyo Tudjman ve Sırplar adına da Slobadan Miloseviç’in katılımı ile sağlanan Dayton (Ohio) Anlaşması’nı Türkiye’de destekleyerek, bu noktada Washington ile birlikte çalışmıştır.[49] Dayton Barış Antlaşması 15 Aralık 1995 Paris’te resmen imzalanmıştır. Fakat Dayton Antlaşması Bosna’yı tanımlamada nihai bir çözüm olmamıştır. Bu antlaşma, küresel rekabetin bölgesel bunalım alanlarına yayılmasını kontrol eden geçici bir bunalım erteleme operasyonu olarak görülebilir.[50] Çünkü Bosna-Hersek devleti kendi sınır egemenliğini tümüyle sağlayamamıştır. Dayton Antlaşması’nda taraflar arasında statü eşitsizliği mevcuttur. Etnik temizlik suçlusu işgalci Sırplar, 1992 Nisan’ından Dayton Antlaşması’na kadar geçen sürede kendilerini önce Bosnalı Sırplar olarak meşrulaştırmışlar, ardından da Bosna Sırp Cumhuriyeti tanımlanması ile devlete kurucu unsurlar olarak yerleşmişlerdir.[51] Bu veriler de bize Dayton’un adaletsizliğinin ne kadar açık olduğunu göstermektedir. Çünkü Dayton, evrensel insanlık ve uluslararası hukuk değerlerinden çok reel politiğin izlerini taşımaktadır. Aslında Dayton, uluslararası sistemik dengelerin ortaya çıkardığı konjonktürel bir antlaşmadır. Konjonktürel kaygılar, antlaşmadaki herkesi memnun etme hedefinde çalışmaktadır.[52]
Aralık 1995’te Bosna-Hersek savaşını sona erdiren Dayton Anlaşma’sının uygulanmasını sağlamak, denetlemek ve çatışmaların yeniden ortaya çıkmasını önlemek için bahsettiğimiz üzere 60 bin kişilik ‘’Uygulama Gücü’’ (Implementation Force-IFOR) oluşturulmuştu. Türkiye, NATO komutasındaki IFOR’a 1500 askeri bu noktada göndermişti. IFOR’un ismi 1997’de ‘’İstikrar Gücü’’ (Stabilization Force- SFOR) olarak değiştirildi. Personel sayısı 36 bine indirildi. 2 Aralık 2004 tarihin de SFOR’un görevini ‘’Avrupa Birliği Gücü’’ (EUFOR) devraldı. Personel sayısı 6500’e indirildi.[53] EUFOR bünyesinde yer alan Türk askerleri sadece bölgeyi korumakla kalmayıp aynı zamanda kültürel faaliyetler de düzenleyerek toplumsal hizmetler de sunuyorlardı.[54]
Bosna’daki savaşta yaşanan vahşetten kaçmayı başaranlar için Türkiye Cumhuriyeti birçok destekleyici faaliyette bulunmuştur. Bosna savaşı boyunca Başbakanlık Balkan İşleri Koordinatörü olarak görev yapan Prof. Dr. Mustafa Kahramanyol, yaptığı açıklamalarda her şeyden önce Türkiye’de Bosnalı halk için mülteci kamplarının açıldığını belirtmiştir. Ayrıca Bosnalı hastalar için ve özellikle yaralı askerler için Bakırköy’de bir hastane tahsis edilmiştir. Bosna’da tecavüze uğramış olan kadınlar özel bir hastanede psikolojik tedavi görmüşlerdir. Türkiye’ye sığınan Boşnaklar içinden üniversite çağında olanlar devlet burslusu olarak üniversitelerde okutulmuşlardır. Bütün bunlar ile birlikte Türkiye’deki bazı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları birçok Bosnalı mülteciyi yanlarına almışlardır. Bazı esnaflar mülteci kamplarında ya da değişik ailelerin yanlarında kalan Boşnaklara maddi ve manevi açıdan yardımda bulunmuşlardır.[55]
BOSNA HERSEK OLAYLARI KARŞISINDA TÜRKİYE KAMUOYU
Türkiye kamuoyu, Bosna-Hersek olaylarının ortaya çıktığı Nisan 1992’den bu yana olayları sürekli olarak takip etmiştir. Türkiye basınında hemen her gün Bosna Hersek konusu işlenmiştir. Ulusal ve yerel düzeyde çeşitli yardım kampanyaları düzenlenmiş, siyasi parti ve baskı grupları tarafından “Sırpları Telin Mitingleri” düzenlenmiştir.[56] Bu miting 13 Şubat 1993’te Taksim Meydanı’nda düzenlenmiştir. Mitingde konuşma yapan 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Bosna Hersek’teki yaşananların insanlık haysiyetini lekelediğini söylemiştir.[57] 1992-1995 yılları arasında Bosna sorunu Türkiye kamuoyu için mühim bir mesele haline gelmiştir.[58] Türkiye’nin Bosna-Hersek konusunda tüm dünyada yankı uyandıran en önemli faaliyetlerinden birisi de dönemin Başbakanı Tansu Çiller ile Pakistan eski Başbakanı merhum Benazir Butto’nın birlikte gittikleri Saraybosna ziyaretidir.[59] Dönemin ABD Başkanı Bill Clinton, Tansu Çiller’e ziyaret sonrası bir mektup yazarak yollamıştı. Bu mektupta, ‘’Sayın bayan Başbakan, Saraybosna gezisindeki cesaretinize hayran kaldım. Bosna halkı 1945’ten beri Avrupa’da eşi görülmemiş bir trajedi yaşıyor.’’[60] demişti.
Yine ilerleyen süreçte de Bosna Hersek konusu sürekli olarak gündemde tutulmaya çalışılmıştır.[61] 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 15.05.1993’de Hırvat lider Franyo Tudjman’a mektup göndererek Bosna- Hersek’te devam eden Müslüman-Hırvat çatışmasının sona erdirilmesini istedi. Ayrıca açıklamada Türkiye’yi temsilen bir heyetin Bosna Hersek’e gitmek üzere 16 Mayıs Pazar günü Zagreb’e hareket edeceğini vurguladı.[62] Yine Demirel, 1994’de Clinton’a uyarı mektubu göndererek Bosna Hersek’teki gelişmeler ve terör konusunda Genelkurmay Karargâhında bilgilendirme verdi. Demirel ‘’Sırplar hiç kimseyi dinlemiyor, dünya şaşkınlık içinde diyerek konuşmasına devam etti.’’[63] 1993 yılında Demirel’in Kral Fahd’ı arayarak Bosna Hersek konusunda silah ambargosunun kaldırılmasını istediği öğrenildi.[64] Aynı şekilde Demire, Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Jiang Zemin’e de ambargonun kaldırılması ile ilgili mektup yazdı.[65]
Yine BM ambargosu ile ilgili durum sık sık haberlere konu olmuştur. Washington Post Gazetesi, Amerikan istihbarat raporlarında Türkiye’nin düzenli olarak Bosna’ya silah yardımında bulunduğu ile ilgili haberini vererek diğer İslam ülkelerinin de nakit para yardımında bulunduğunu yazdı.[66] BM ambargosunun etkisinden dolayı ve de savaşın başlamış olması ile birlikte Boşnaklar seslerini duyurabilmek için Türkiye’den TV kanalı konusunda yardım istedi. Ayrıca savaşta tüm iletişim kanallarını Sırplara kaptıran Boşnaklar, TRT-INT kendilerine bir saatlik yayın izni istedi.[67]
Türkiye’deki birçok gazeteci, akademisyen ve bürokratın da Bosna-Hersek savaşı ile ilgili kaleme aldığı yazılar bulunmaktadır. Genel olarak yazılar incelendiğinde savaşın bir insanlık ayıbı ötesinde bir soykırım olduğu sık sık dile getirilmiştir. Sabah gazetesi yazarlarından Cengiz Çandar, “Bosna Türkiye’dir, Türkiye Bosna’dır” başlıklı yazısında Bosna Hersek’te yaşananların katliam hatta etnik bir arındırma olduğuna dikkat çekti.[68] Türkiye gazetesi Başyazarı Yalçın Özer, “Bosna’dan Sonra Sıra Bize Gelecek” yazısında Türkiye ve İslam ülkelerinin Bosna politikasında yetersiz kaldıklarını dile getirerek daha aktif olmaları gerektiğini vurgulamaktadır.[69] Türkiye solu ise bu konudaki görüşlerinde Bosna Hersek krizindeki asıl odaklanılması gereken konularda eksikliklerin bulunduğunu ve Türkiye’nin pasif bir politika ile olaylara müdahil olma çabasında olduğunu belirtiyordu. DSP Genel Başkanı ve Eski Başbakanlardan Bülent Ecevit, Türkiye’nin Yugoslavya meselesi ile yeteri kadar ilgilenilmediğini söylüyordu. Türkiye’nin Bosna Hersek meselesine hazırlıksız yakalandığını vurgulayarak, Türkiye’nin başından beri devre dışı kaldığını belirtiyordu.[70] Sosyal demokratlar ve partiler genellikle, resmi dış politika çizgisindeydi. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın bulunduğu bir heyet 1992-1993 yılbaşını geçirmek üzere Bosna’ya gitmişlerdi. Bosna’daki felaketi yakından gören CHP, 1993 yılları itibariyle daha etkin bir politika ile Bosna Hersek meselesine yaklaşıyordu.[71] Türkiye’deki feministlerde Bosna’daki meseleyi görmezden gelmediler. Çeşitli feminist gruplar Bosna’daki tecavüzleri ele alan toplantılar düzenleyerek, kadına yönelik şiddetin durmasıyla ilgili bir imza kampanyası yürüttüler.[72] Yine Türk kadın derneklerinin temsilcileri 24 Ağustos 1992 tarihinde, ortak bir basın toplantısı yaptılar. Bütün kadınlar adına konuşma yapan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan, değişen ve bütünleşen dünyada sınırlar ortadan kalkarken, ırkçı ve fanatik temellere dayanan Bosna Hersek katliamına karşı bütün dünya kadınlarını dayanışmaya çağırmıştır.[73] Ayrıca 8 Mart 1933 Dünya Kadınlar Günü!nde Ankara’da yürüyüş yapan binlerce kadın Bosna Hersek’te yaşananları kınamak için BM Temsilciliği’ne siyah bir çelenk bırakmıştır.[74]
SONUÇ
Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar, Balkanlar ile Türk-Müslüman fonetiği her zaman yakınlık içinde olmuştur. Nitekim Balkanların Osmanlı’dan kopuşu ve ardından gelişen Yugoslavya’nın dağılması sürecinde yaşanan tüm krizlerde, Türkiye dış politikasının zaman zaman azalarak da olsa sürekli devam eden bir Balkan politikası mevcuttur.
Türkiye’nin Balkanlarda ekonomik ve askeri olarak işbirliği içinde olduğunu ve Balkanlardaki Müslüman ve Türklere yardım ettiği dönemler göz önüne alındığında, Türkiye’nin bazı eksiklikleri ile birlikte, gücünün yettiği ölçüde her şeyi yapmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Daha başka neler yapılabilirdi? Ya da Türkiye ne yapmaya çalışıyordu? diye sorduğumuzda, “BM yapısı içerisinde daha fazla yer alabilirdi, Bosna Hersek krizi dış politikada ana gündem maddesi olarak kendini bulabilirdi” şeklinde görüşlere rastlamak mümkündür.[75]
Türkiye Bosna Hersek meselesine yaklaşımında 1990’lı yıllar itibariyle bölgede süren barış gücü operasyonlarına katılarak, özellikle ABD ile geliştirdiği yakın ilişki ile siyasi bir süreç içerisine girmişti. Bosna Hersek‘ deki sorunlara yaklaşımında Türkiye Cumhuriyeti’nin hegemonyacı ya da emperyalist bir politikası olmamıştır. Zaten Türkiye, bu soruna uluslararası bir çerçevede katılmıştır. Asla tek başına Bosna Hersek topraklarına egemen olma gibi bir amaç gütmemiştir. Bölgenin istikrarı ve korunması Türkiye’nin temel hedefi olmuştur. Çünkü bölge ile tarihsel bağların dışında etnik ve dini aidiyetlerin yakınlığı ve demografik yapının Türk-Osmanlı sentezinden kaynaklanıyor olması bu hedefin genel çıkarımı olmuştur.
Bosna Savaşı’nda yaşanan acı tecrübeler göstermiştir ki, bütün uluslararası çabaların ve barış görüşmelerinin ötesinde Bosna’yı yaşatacak en önemli unsur, Boşnakların siyasi bağımsızlık iradesi ve bu iradenin fiili güç olarak askeri alanda kendisini göstermesiyle mevcut bulacaktır. Tarih boyunca hiçbir millet başka bir milletin lütfu ve vesayeti ile bağımsızlığını garanti altına almamıştır.[76] Bosna Hersek’te yaşanan siyasi ve diplomatik başarısızlıklar ile birlikte uluslararası toplum, bir sonraki Balkan coğrafyasında yaşanan olaylara daha temkinli ve daha hızlı bir şekilde dahil olmaya başlamıştır. Çünkü Boşnaklar, Bosna Hersek meselesinde Dayton sonrasında dahi yalnız kalarak kendini tam anlamıyla uluslararası aktörlerin içinde ifade edememiştir.
Fakat yine de Bosna Hersek Türkiye için ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. Türkiye’de her kim iktidarda olursa olsun Ankara Bosna Hersek’te yaşananlara karşı seyirci olmamıştır. Ankara bölgesel düzeyde Bosna-Hersek’e ilişkin olan politikasını bir sonraki ortamda uluslararası düzeye de taşıyabilmeyi amaçlamalıdır. Bosna-Hersek’in AB üyeliğinin hızlandırılması konusuna daha fazla katkı sağlayabilmelidir.[77]
Ayrıca Yugoslavya’nın dağılmasına neden olan olayların sorumlusu Boşnaklar değildir. Bosna Hersek dramının esas sorumlusu Sırp milliyetçiliğidir.[78] Bu süreçte yaşanan politik ortama baktığımızda, Sırpların Boşnaklara karşı askeri ve ekonomik açıdan güçlü olmalarının avantajlarını kullanarak bir etnik temizlik işine giriştiklerini söylemek mümkündür. Bu sürede yaşananları Türk kamuoyu da soykırıma dönük olarak bulduklarını Sırpların yaptıklarının ırkçı birer uygulama olduğunu ve de Boşnakların açıkça o bölgede katliamlara maruz kaldıklarını belirtmişlerdir.
Yaşananlar gösteriyor ki, Bosna Hersek meselesi bir kriz, ardından bir savaş ve her şeyin ötesinde bir katliama dönüşerek bir dram haline gelmiştir. Türk dış politikası bu sürede Bosna-Hersek için yaptığı ve yapmaya çalıştığı siyasi olgularını 2015 Türkiye’sinde de hala devam ettirmektedir. Bosna Hersek Türkiye Cumhuriyeti ve aktörlerinin taviz vermediği bir dış politika unsuru olarak belirli şekillerde günümüzde de sürmektedir.
Gülçin SAĞIR
KAYNAKÇA
- ‘’Bosna Atağı’’, Milliyet, 31 Aralık 1993.
- ‘’Bosna İçin Hazır Ol’’, Milliyet, 19 Şubat 1994.
- ‘’Bosna’ya Türk Silahları’’, Cumhuriyet, 24 Temmuz 1996.
- ‘’Çatışmayı Durdurun’’, Milliyet, 15 Mayıs 1993.
- ‘’Demirel’den Mektup’’, Milliyet, 29 Haziran 1993.
- ’’Demirel’den Clinton’a Uyarı Mektubu’’, Milliyet, 25 Kasım 1994.
- ’’W. Post’un İddiası’’, Milliyet, 23 Temmuz 1995.
- AKTAN, Gündüz; ’’Srebrenitsa Soykırımı’’, Radikal, 14 Temmuz 2005.
- ÇANDAR, Cengiz; ’’Bosna Türkiye’dir, Türkiye Bosna’dır’’, Sabah, 21 Nisan 1994.
- DAVUTOĞLU, Ahmet; ‘’Balkanlar ya da Tamamlanmamış Bir Tasfiye’’, İslam, Temmuz 1989: 6/71, ss. 32-33.
- DAVUTOĞLU, Ahmet; Stratejik Derinlik, İstanbul, Küre Yayınları, 2012.
- HALE, William; Türk Dış Politikası 1774-2000, Çev. Petek Demir, İstanbul, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2003.
- HALVERSTON, Thomas; “American Perspectives”, Alex Denchev ve Thomas Halverston(der.), International Perspectives on the Yugoslav Conflict, Londra, MacMillian, 1996.
- http://www.bosnahersek.ba/tag/eufor.
- Hürriyet, Aralık 1994.
- İLHAN, Mehmet Suat; Bosna Hersek Vahşeti ve Dünya Kamuoyu, Ankara, 2010.
- KENAR, Nesrin; Bir Dönemin Perde Arkası Yugoslavya, Ankara, 2005.
- KUT, Şule; “Turkey in the Post-Communıst Balkans: Between Activism and Self-Restaint”, Turkish Rewiew of Balkan Studies, Cilt 3, 1996-1997.
- KUT, Şule; “Yugoslavya Bunalımı ve Türkiye’nin Bosna-Hersek ve Makedonya Politikası: 1990-1993”, Faruk Sönmezoğlu (der.), Türk Dış Politikasının Analizi, İstanbul, Der yayınları, 1994, ss. 159-178.
- ÖZCAN, Gencer; “Doksanlarda Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politikasında Askeri Yapının Artan Etkisi”, Gencer Özcan ve Şule Kut (der.), En Uzun On Yıl İçinde, İstanbul, Boyut Kitapları, 1998.
- ÖZER, Yalçın; “Bosna’dan Sonra Sıra Bize Gelecek”, Türkiye, 2 Aralık 1994.
- ÖZTÜRK, Osman Metin; “Türk Dış Politikasında Balkanlar”, Ömer E. Lütem ve Birgül Demirtaş Coşkun (der.), Balkan Diplomasisi, Ankara: Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, 2001.
- SANCAKTAR, Caner; “Soğuk Savaş Sonrası Türkiye’nin Balkanlar Açılımı”, Hasret Çomak (der.), Yüzyılda Çağdaş Türk Dış Politikası ve Diplomasisi, Kocaeli, Umuttepe Yayınları, 2010.
- SEZER BAZOĞLU, Duygu; ’’Turkey in the New Security Environment in the Balkan and Black Sea Region’’, Vojtech Mastny, Craig R. Nation, Boulder (der.), Turkey Between East and West, Westview Press, 1996.
- SÖNMEZOĞLU, Faruk; Dünya Savaşından Günümüze Türk Dış Politikası, İstanbul, Der Yayınevi, 2006.
- ŞİMŞİR, Bilal; ‘’Türkiye ve Balkanlar’’, Erhan Türbedar (der.), Balkan Türkleri, Balkanlar’da Türk Varlığı, Ankara, Asam Yayınları, 2003.
- TURGUT, Şerif; “Bosna TV kanalı istiyor”, Milliyet, 28.01.1995.
- TÜRBEDAR, Erhan; “Türkiye’nin Bosna-Hersek Açılımı”, Yelda Demirağ ve Özlen Çelebi (der.), Türk Dış Politikası Son On Yıl, Ankara, Palme Yayıncılık, 2011.
- Türkiye, 15 Şubat 1993.
- UZGEL, İlhan; “Türkiye ve Balkanlar: İstikrarın sağlanmasında Türkiye’nin Rolü”, Barry Rubin ve Kemal Kirişçi (der.), Günümüzde Türkiye’nin Dış Politikası, İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi, 2002.
- ÜLGER, İrfan; Yugoslavya Neden Parçalandı?, Ankara, Seçkin Yayıncılık, 2003.
- ÜLMAN, Haluk; ‘’Türk Dış Politikasına Yön Veren Etmenler’’, SBF Dergisi, Sayı XXIII, Eylül 1968.
- tbmm.gov.tr.
DİPNOTLAR
[1] Duygu Bazoğlu Sezer, “Turkey in the New Security Environment in the Balkan and Black Sea Region”, Turkey Between East and West, Vojtech Mastny,Craig R. Nation, Boulder (der.), Westview Press,1996, s. 81.
[2] Erhan Türbedar, “Türkiye’nin Bosna-Hersek Açılımı”, Yelda Demirağ ve Özlen Çelebi (der.), Türk Dış Politikası Son On Yıl, Ankara, Palme Yayıncılık, 2011, s. 224.
[3] Caner Sancaktar, “Soğuk Savaş Sonrası Türkiye’nin Balkanlar Açılımı”, Hasret Çomak (der.), 21.Yüzyılda Çağdaş Türk Dış Politikası ve Diplomasisi, Kocaeli, Umuttepe Yayınları, 2010, s. 329.
[4] Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, İstanbul, Küre Yayınları, 2012, ss. 122-123.
[5] Şule Kut, “Turkey in the Post-Communıst Balkans: Between Activism and Self-Restaint”, Turkish Rewiew of Balkan Studies, Cilt 3, 1996-1997, s. 42.
[6] Türbedar, s. 225.
[7] Bilal Şimşir, “Türkiye ve Balkanlar”, Erhan Türbedar (der.), Balkan Türkleri, Balkanlar’da Türk Varlığı, Ankara, Asam Yayınları, 2003, ss. 329-330.
[8] Haluk Ülman, “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etmenler”, SBF Dergisi, Sayı XXIII, Eylül 1968, ss. 251-253, 260-262.
[9] İlhan Uzgel, “Türkiye ve Balkanlar: İstikrarın sağlanmasında Türkiye’nin rolü”, Barry Rubin ve Kemal Kirişçi (der.), Günümüzde Türkiye’nin Dış Politikası, İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi, 2002, s. 86.
[10] Davutoğlu, s. 120.
[11] Ahmet Davutoğlu, “Balkanlar ya da Tamamlanmamış Bir Tasfiye”, İslam, Temmuz 1989: 6/71, ss. 32-33.
[12] Faruk Sönmezoğlu, 2. Dünya Savaşından Günümüze Türk Dış Politikası, İstanbul, Der Yayınevi, 2006, s. 589.
[13] Davutoğlu, s. 124.
[14] Davutoğlu, s. 123.
[15] Sönmezoğlu, s. 591
[16] Sönmezoğlu, s. 592.
[17] Davutoğlu, ss. 291-292.
[18] Şule Kut, “Yugoslavya Bunalımı ve Türkiye’nin Bosna-Hersek ve Makedonya Politikası: 1990-1993”, Faruk Sönmezoğlu (der.), Türk Dış Politikasının Analizi, İstanbul, Der yayınları, 1994, ss. 159-178.
[19] Sönmezoğlu, s. 592.
[20] Sönmezoğlu, s. 593.
[21] Kut, a.g.e., ss. 159-179.
[22] Nesrin Kenar, Bir Dönemin Perde Arkası Yugoslavya, Ankara, 2005, s. 501.
[23] Kut, a.g.e., s. 166.
[24] Uzgel, s. 91.
[25] Thomas Halverston, “American Perspectives”, Alex Denchev ve Thomas Halverston (der.), International Perspectives on the Yugoslav Conflict, Londra, MacMillian,1996, s. 6.
[26] Sönmezoğlu, s. 593.
[27] Sönmezoğlu, s. 590.
[28] Uzgel, s. 87.
[29] Sönmezoğlu, s. 593.
[30] Bkz: www.tbmm.gov.tr.
[31] Sönmezoğlu, s. 593.
[32] Gündüz Aktan, “Srebrenitsa Soykırımı”, Radikal, 14 Temmuz 2005.
[33] Sönmezoğlu, s. 593.
[34] Türbedar, s. 227.
[35] Osman Metin Öztürk, “Türk Dış Politikasında Balkanlar”, Ömer E. Lütem ve Birgül Demirtaş Coşkun (der.), Balkan Diplomasisi, Ankara: Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, 2001, s. 21.
[36] Kut, ss. 168-169.
[37] Gündüz Aktan, Radikal…
[38] Davutoğlu, s. 295.
[39] Sönmezoğlu, s. 593.
[40] Misha Glenny, “Heading of War in Southern Balkans”, Foreign Affairs, C. 74, No: 3 (Mayıs-Haziran 1995), s. 105; Constantine Danapoulos, “Turkey and the Balkans: Searching for Stability”, Danapoulos ve Messas( der.), Crisis in the Balkans içinde, s. 217, Referans: Uzgel, s. 94.
[41] “Bosna’ya Türk Silahları”, Cumhuriyet, 24 Temmuz 1996, s. 10.
[42] Sönmezoğlu, s. 594.
[43] Eski Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, emekli olduktan sonra yaptığı açıklamalarda Türkiye’nin Bosnalı Müslümanlara silah yardımında bulunduğunu ifade etti. Yugoslavya Dış İşleri Bakanı ise Türkiye’nin bu davranışını çok sert bir şekilde kınadı. Bir mektup yazarak BM genel sekreterine sundu. Hürriyet, Aralık 1994. Ayrıca bkz. Gencer Özcan “Doksanlarda Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politikasında Askeri Yapının Artan Etkisi”, Gencer Özcan ve Şule Kut (der.) , En Uzun On Yıl İçinde, İstanbul, Boyut Kitapları,1998, s. 83.
[44] Gordan Bakota, Ankara, 11 Ocak 2007, kişisel görüşme. Referans: Türbedar, s. 227.
[45] Nesrin Kenar, s. 502.
[46] Osman Metin Öztürk, s. 33.
[47] Amerikan Kongresi, hükümetin İran tarafından Bosnalı Müslümanlara yapılan gizli silah transferine olan yaklaşımını destekledi. Fakat aynı kongre konu hakkında, hiçbir bilgi vermediği için de eleştirildi. Walter Pincus, International Herald Tribune, 16 Aralık 1996, Referans: Uzgel, s. 93.
[48] Tanıl Bora, Yugoslavya, ss. 188-189, Referans: Nesrin Kenar, s. 503.
[49] Sönmezoğlu, s. 594.
[50] Davutoğlu, ss. 295-296.
[51] Davutoğlu, s. 303.
[52] Davutoğlu, s. 305
[53] www.nato.int, Referans: Caner Sancaktar, Soğuk Savaş Sonrası…
[54] http://www.bosnahersek.ba/tag/eufor.
[55] Mustafa Kahramanyol, Ankara,10 Ocak 2007, kişisel görüşme, Referans: Türbedar, s. 226.
[56] Mehmet Suat İlhan, Bosna Hersek Vahşeti ve Dünya Kamuoyu, Ankara,2010, s. 179.
[57] Mehmet Suat İlhan, s. 182.
[58] William Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, Çev. Petek Demir, İstanbul, Arkeoloji ve Sanat Yayınları,2003, s. 277.
[59] Mehmet Suat İlhan, s. 94.
[60] “Bosna İçin Hazır Ol”, Milliyet, 19 Şubat,1994, s. 1.
[61] Mehmet Suat İlhan, s. 97.
[62] “Çatışmayı Durdurun”, Milliyet, 15 Mayıs 1993, s. 14.
[63] “Demirel’den Clinton’a Uyarı Mektubu”, Milliyet, 25 Kasım 1994, s. 13.
[64] “Bosna Atağı”, Milliyet, 31 Aralık 1993, s. 17.
[65] “Demirel’den Mektup”, Milliyet, 29 Haziran 1993, s. 15.
[66] “W. Post’un İddiası”, Milliyet, 23 Temmuz 1995, s. 18.
[67] Şerif Turgut, “Bosna TV kanalı istiyor”, Milliyet, 28 Ocak 1995, s. 18.
[68] Cengiz Çandar, “Bosna Türkiye’dir, Türkiye Bosna’dır”, Sabah, 21 Nisan 1994, s. 12.
[69] Yalçın Özer, “Bosna’dan Sonra Sıra Bize Gelecek”, Türkiye, 2 Aralık 1994, ss. 1-8.
[70] Mehmet Suat İlhan, s. 99.
[71] Tanıl Bora, ss. 319-321.
[72] Tanıl Bora, s. 323.
[73] Mehmet Suat İlhan, s. 181.
[74] Türkiye, 15 Şubat 1993.
[75] Nesrin Kenar, s. 503.
[76] Davutoğlu, s. 308.
[77] Türbedar, ss. 241-242.
[78] İrfan Ülger, Yugoslavya Neden Parçalandı? Ankara, Seçkin Yayıncılık, 2003, ss. 122-157.