Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Türk halkı her şeyiyle tükenmiş, analar savaş boyunca cepheden cepheye oğul feda etmekten yorulmuş ve ulusal moral sıfırlanmış bir haldeydi. Osmanlı hükümeti tam bir teslimiyet içinde İtilaf devletlerinin talimatlarını yerine getirmekle meşguldü. Türk halkına, Sevr adı verilen ve Anadolu’da ona yaşam şansı tanımayan bir deli gömleği giydirilmeye çalışılıyordu. Sevr neden Anadolu’da Türk’e yaşam şansı tanımıyordu? Çünkü Sevr Anlaşması, Anadolu’da halkların kardeşçe yaşamasını değil, sürekli birbirlerini boğazlayacak husumetlerle kendilerini tüketmesini öngörmekteydi. Emperyalist proje, her zaman “karıştır-böl-yönet” stratejisi ile halkları din, mezhep ve etnik temelde ayrıştırmıştır. Sevr de bunu amaçlamıştı. Fakat başaramadılar. Sevr ile kurulmak istenen Kürt devleti hedefi, o yıllardan itibaren hiç bitmedi. Burada amacımız asırlardır bu topraklarda yaşana Kürt halkına düşmanlık etmek değildir, tam tersine, Kürt halkının bir emperyalist projenin maşası haline getirilmek istendiğini ortaya koymaktır.
Sevr’in deli gömleğini yırtıp atan ve sadece Türk halkına değil bütün mazlum milletlere umut ışığı olan, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının liderliğinde Anadolu halkı olmuştu. İşte Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran bu halka Türk halkı denmektedir ve Cumhuriyeti kuran kadronun ulus devlet tahayyülü böyle bir anlam taşımaktadır.
Yazıya neden böyle bir giriş yaptım? Çünkü bugün yaşanan hadiseler ve gelinen nokta Türkiye’den bağımzsız değildir. Bugün Türkiye’nin toprak bütünlüğü tehlikedir. Ayrılıkçı hareketler tarihte hiç olmadığı kadar güç kazanmıştır. Uluslararası konjonktürün de olumlu etkisiyle, bugün parçalı Kürdistan hedefi hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Bugün Irak’ta yaşananları anlamak için 1970’li yıllardan itibaren olanları hatırlamakta ve bugüne nasıl geldiğimizi anlamakta yarar var.
1916 Sykes-Picot Anlaşması’nda beri İngilizlerin hedefi Osmanlı’nın eski toprakları üzerinde ve şimdi İngiliz nüfuz bölgesinde olan yerde bir Kürt devleti inşa etmekti. Fakat bu amaç gerçekleşmedi. Daha sonra yaşanan gelişmeler baktığımızda, İngilizlerin ektiği tohumların yeşermeye başladığını görmekteyiz.
İran’da gelişen Kürt milliyetçiliği, 1946 yılında kısa ömürlü de olsa Mehebad Cumhuriyeti adlı bir devleti doğurdu. Bu deneyim kısa sürdü, fakat Kürtler arasında devlet kurma hayallerini kamçıladı. İran ve Irak Kürtlerinin birleştirilmesi düşüncesi bu dönemde Kürt milliyetçileri arasında yayılmış ve sonunda Kürdistan Demokrat Partisi Molla Mustafa Barzani önderliğinde kurulmuştu. Irak’ta, merkezi hükümet ile Barzani aşireti arasında yaşanan uzun süreli çatışmalardan sonra Molla Mustafa Barzani’nin lideri olduğu Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ile Bağdat yönetimi arasında 1970 yılında müzakerelere başlandı. O sırada Irak merkezi yönetimi adına görüşmeleri Başkan Yardımıcısı Saddam Hüseyin yürütüyordu. Müzakereler sonrası imzalanan Mart Anlaşması ile Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı yerlere kısmi özerklikler veriliyordu. Bugün çok tartışılan Kerkük’ün konumu o zamanlar da ihtilaflara neden olmuştu. Irak hükümeti ve Kürtler arasındaki ilişkilere bir güvensizlik iklimi hakimdi. Kürtler kendilerine verilen hakların geri alınacağından, Irak hükümeti ise Barzani’nin daha da ileri gidip Kerkük üzerinde hak iddia edeceğinden endişe ediyordu. Doğrusu o zamanki Irak hükümet yetkililerin öngörüsünü kutlamak gerek. Çünkü yaklaşık 47 yıl sonra Molla Mustafa Barzani’den bekleneni, oğul Barzani hayata geçirmeye çalışıyor. Bu gergin hava böylece sürerken, ABD’nin açıkça Barzani’dem yana saf tutması Irak hükümetini iyice kaygılandırmış ve anlaşma 1970’lerin sonuna doğru rafa kaldırılmıştı. 80’li yılların sonuna kadar da çatışmalar devam etmişti.[1]
1990 yılına gelindiğinde Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak, Kuveyt’i ilhak etmiş ve Kuveyt’i 19. ili olarak ilan etmişti. Orta Doğu’da petrol sevkiyatını etkileyeceği düşüncesiyle, Batı dünyası bu ilhaka sert şekilde karşı çıkmıştır. Irak’ın Kuveyt’i ilhak etmesinin bir takım gerekçeleri vardı. Herşeyden önce, Kuveyt, Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşturulmuş yapay bir devlettir ve Irak burasının tarihsel olarak kendine ait olduğunu iddia etmektedir. Çünkü burası Osmanlı zamanında da Basra’nın bir eyaleti olarak görülmüştür. Bu nedenle, 20. yüzyıl boyunca Irak ve Kuveyt’i birleştirmeyi hedefleyen pek çok girişim olmuştur. Yine ilhakın bir başka nedeni, tartışmalı El-Rumeyla petrol bölgesinde 1980’li yıllardan itibaren Kuveyt’in petrol arama ve çıkarma faaliyetleri yapması olmuştur. Irak hükümeti, bu toprakların kendine ait olduğunu ve Kuveyt’in Irak’a ait topraklarda hukuksuz şekilde arama-çıkarma faaliyeti yaparak Irak’ı ekonomik olarak zarara soktuğunu iddia ediyordu. Netice itibariyle, 2 Ağustos 1990 günü Irak kuvvetleri, Cumhuriyet Muhafızları’nın öncülüğünde Kuveyt’e girdi. Bu yazının konusu değil ama aktarmak istiyorum. Saddam Hüseyin’i ilhak konusunda bu kadar rahat hareket ettiren şey, daha önce Sovyetler Birliği ile yaptığı bir görüşmede Moskova’nın Irak’a karşı güç kullanımı halinde bu duruma kesinlikle karşı çıkacağının sözünü almasıydı. Fakat koskoca Sovyetler Birliği’ni yıkan Mihail Gorbaçov, Birleşmiş Milletler kararlarında Irak’a karşı güç kullanılmasını öngören tasarıya da “evet” oyu vermiştir.
Kuveyt’in ilhakından sonra Birleşmiş Milletler’de Irak’a karşı ambargo kararı alındı. Türkiye de bu karara Yumurtalık boru hattını kapatarak katıldı. 29 Kasım 1990 günü BM Güvenlik Konseyi’nde alınan 678 sayılı kararla Irak’a karşı güç kullanımının önü açıldı. 12 Ocak 1991’de Amerikan Kongresi, Başkan’a Irak’ın Kuveyt’ten çıkarılması için güç kullanma yetkisi verdi. 16 Ocak’ta kamuoyunda Birinci Körfez Savaşı olarak bilinen Çöl Fırtınası Operasyonu başladı. Operasyon tam bir başarıyla sonuçlandı ve Irak Ordusu kapasitesinin neredeyse % 75’ini kaybetti. 27 Şubat 1991’de Irak’ın BM temsilcisi Kuveyt üzerindeki hak iddialarından vazgeçtiklerini açıkladı.[2] Savaşın bu şekilde sonuçlanması sadece Irak’ın Kuveyt’ten çıkarılması sonucunu ortaya çıkarmadı.
Çok daha köklü sonuçları olan ve bugün tartışılan Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde 25 Eylül’de yapılacak olan bağımsızlık referandumuna giden yolu mutlak şekilde açan iki dönüm noktasından ilki, Çekiç Güç olarak bilinen görev gücünün kurulması oldu. Türkiye, Çöl Fırtınası Operasyonu boyunca askeri üslerini koalisyon güçleriyle paylaştı. 18 Nisan 1991’de yapılan NATO Genelkurmay Başkanları toplantısında, NATO bünyesinde ‘‘görev alanı dışında’’ amaçlarla kullanılmak üzere bir çok uluslu kuvvetin kurulması kararı alındı. Bu çok uluslu kuvvetin adı Acil Müdahale Gücü’ydü. Acil Müdahale Gücü, Türkiye’de konuşlandırıldı. Buna ek olarak, Silopi’de küçük fakat etkili bir birlik olarak var olması amaçlanan Hızlı Tepki Gücü kuruldu. İşte kamuoyunda Çekiç Güç olarak bilinen kuvvet budur.[3] Amacı Kuzey Irak’ta yaşayan Kürtleri olası bir Saddam saldırısından korumak olan bu güç, Kuzey Irak’taki Kürt özerkliğini temin eden ilk adımdır. Baba Bush’un 10 Nisan 1991’de yaptığı açıklamaya göre, Irak’ta 36. paralelinin kuzeyi uçuşa yasak bölge ilan edildi. 1992 Mayısında, Irak’ın kuzeyinde yapılan seçimlerle özerklik somut hale gelmişti. Artık Kuzey Irak, parlamentosu, bakanlar kurulu ve hükümeti olan bir bölgeydi.[4]
İkinci dönüm noktası, şüphesiz Irak’ın 2003 yılındaki işgalidir. Kitle imha silahları olduğu gerekçesiyle Irak’a yapılan işgal Kuzey Irak’ın özerkliğini sağlamlaştırdı. Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ile Irak merkezi yönetimi arasında sık sık gerginlikler çıkmaktaydı. Irak merkezi yönetimi, Kuzey Irak yönetimini anayasaya aykırı şekilde petrol satışı yapmakla suçlamaktaydı. 2012 yılında Kuzey Irak’tan Türkiye’ye petrol sevkiyatı başlamıştı.[5]
Türkiye kamuoyunda Barzani’nin desteklenmesi hususunda şu görüşü savunanlar olmuştur: ‘‘Barzani, pragmatik olarak desteklenmelidir. Çünkü PKK ile Barzani grubu birbirleriyle hasım olan iki gruptur. Türkiye’nin Barzani’yi desteklemesi PKK’yı bölgede zayıflatacaktır.’’ Bu tez neresinden tutarsanız elinizde kalacak bir tezdir. PKK ile Barzani grubunun birbirine hasım olduğu doğrudur. Fakat bu hasımlığın ilelebet süreceğini düşünmek yanlıştır. Bu konuda tipik örnek Barzani-Talabani anlaşmasıdır. 1998 yılında birbirine hasım olan bu iki grup, ABD’nin arabulucuğu ile barıştırılmıştır ve o tarihten itibaren birlikte hareket etmektedirler.[6] Meseleye bu açıdan bakarsak, Barzani ailesi devlet kurmaya bu kadar yaklaşmışken bazı tavizler veriyor ve amaçlarının sadece Kuzey Irak bölgesiyle sınırlı olduğunu iddia ediyorlar. Barzani’nin de amacı sınırları 4 ülkeden alınacak toprakları kapsayan bir Kürt devleti kurmaktır. Bu bağlamda, PKK ve Barzani grubunun aynı amaçlara sahip fakat iktidar mücadelesi veren iki grup olduğunu söylememizde bir sakınca bulunmuyor. Eğer Barzani’ye yakınlığıyla bilinen Rudaw’da gösterilen haritalara bakılırsa, durum daha da nettir. Yarın İsrail ve ABD, PKK ve Barzani’yi bir masaya oturtup barıştığında çok geç olur.
Bugün dört parçalı Kürdistan planı hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Bölgede yaşanan gelişmeler, bunu bize adım adım veriyor. Ayrınca bu olanlar da gizli kapaklı yapılmadı. Bu konuda çarpıcı bir örnek 2006 yılında yaşandı. 2006 yılında Roma’da bir NATO toplantısı yapıldı. Toplantıda yüksek rütbeli Türk subaylar da hazır bulunmaktaydı. Toplantı sırasında ekrana yansıtılan bir harita Tür subayları şoke etmişti. Haritaya göre Türkiye bölünmüştü. Bunun üzerinde Türk subaylar toplantıyı terk etti ve Genelkurmay’ı bilgilendirdi.[7] Şimdi adım adım yapılanlara bakıldığında; Irak’ın işgali, Suriye’de iç savaş çıkartılması ve IŞİD’ın peyda olması, IŞİD’e karşı ‘‘Kahraman Kürt Grupları’’nın Batı medyasında parlatılması, PKK’nın Suriye kolu PYD’ye verilen tırlar dolusu silahların bizi getirdiği yer açıktır.
Sevr ile başladık Sevr ile bitirelim. Yaşanan hadiseler bize Sevr heveslerinin tükenmediğini ve 21. yüzyılda tekrar masaya konduğunu gösteriyor. Buna karşı ne yapılması gerekiyor? Türkiye bu şartlar altında NATO ile yoluna ne kadar devam edebilir? Bu sorular ortadadır. Şunu söyleyebiliriz ki, bölgesel ortaklıkların önemi gün geçtikçe ortaya çıkmaktadır. Bugün 4 ülkeden toprak almak suretiyle bir Kürt devleti kurulması bölgeye yeni husumetler ve istikrarsızlıklardan başka bir şey getirmeyecektir. O yüzden bu bölgede harita çizilecekse bu bölgenin insanları çizecek. Okyanus ötesinden gelip harita çizme devri kapanmıştır. Bugün bölge ülkelerin hükümetleri bu gerçeği bilip ona göre hareket etmelidir. Kaldı ki bu gerçek o hükümetleri bölgesel işbirliğine mecbur etmektedir. S-400 anlaşmaları, İran ile yakınlaşma hamleleri, İdlib’te Türkiye-İran-Rusya ortaklığında gerçekleşecek çatışmasızlık bölgesi kurulması kararı[8] bu mecburiyetin ürünüdür.
Onur BİGAÇ
[1] Lise Storm, “Orta Doğu’da Etnik ve Ulusal Azınlıklar Berberiler, Kürtler ve Filistinliler”, Y. M. Choueiri (editör), Orta Doğu Tarihi Dini, Siyasi, Kültürel ve Ekonomik Perspektiften, ss. 549-575, İstanbul, 2017.
[2] Tayyar Arı, Geçmişten Günümüze Orta Doğu Siyaset, Savaş ve Diplomasi, 4. Bs. Bursa, Ekim 2008, ss. 559-568.
[3] Erol Bilbilik, Amerikan Kuşatması Büyük Oyunun Perde Arkası, 3. Bs., İstanbul, Mart 2008, s. 253.
[4] Arı, ss. 581-582.
[5] http://www.hurriyet.com.tr/kuzey-irak-tan-bagdat-a-ragmen-turkiye-ye-petrol-sevkiyati-basladi-20949105.
[6] http://www.bbc.co.uk/turkish/indepth/story/2004/01/printable/040129_irak_etnik.shtml.
[7] http://www.haberturk.com/gundem/haber/1465-bolunmus-turkiye-haritasi-skandali.
[8] https://tr.sputniknews.com/columnists/201709151030158125-turks-disisleri-astana-idlib-catismasizlik-bolgesi-ilan-edildi/.