Bir ülke ekonomisinde, iç ekonomik gelişmeler kadar, dünyadaki ekonomik gelişmeler de önemli rol oynar. Hatta konu döviz kuru olduğunda, ekonomik gelişmelerden öte, siyasi, diplomatik vb. gelişmelerin de rol oynadığını söyleyebiliriz. Ama ne olursa olsun, bu mekanizmaların özü yine ekonomik temeldedir.
Döviz kuru, bilindiği üzere bir ekonomide yerli para ile bir birim yabancı para birimi alabilmenin karşılığını vermektedir. Döviz kurunun piyasa koşullarında belirlendiği bir ekonomide, basit şekilde piyasa mekanizması ile yani arz-talep ile döviz kurunun oluştuğunu söyleyebiliriz. Buna göre, ülkedeki yerleşikler, birtakım sebeplerle kendi para birimlerini değil de yabancı para birimini iktisadi işlemlerde kullanmak isterlerse, talep artışı yaşanacak ve döviz kuru artış gösterecektir.
Tabii piyasadaki bu dengeyi tek yönlü okumak yeterli bir yaklaşım değildir; zira bu yabancı parayı piyasaya sunan otorite, arz miktarında değişikliğe gidebilir ya da dış piyasalarda da bu paraya yönelik canlı bir talep söz konusu olabilir. Döviz kurunun bütün bu gelişmeler altında belirlendiğini, ancak iç piyasadaki genel eğilim bakımından değerlendirildiğinde, eğer bir ülkede döviz kurları genel olarak ve ortalamada bir artış eğilimi sergiliyorsa, ülkedeki yerli paranın değer kaybetmekte olduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye ekonomisinde son dönemde döviz kurlarında ciddi bir yükseliş yaşandığını biliyoruz. Bilindiği üzere, Temmuz ortasında 6,8582 olan dolar kuru bir ay içinde hızla 7,39’a kadar yükselmiştir. Bu artış, piyasa aktörlerinin gözlerini Merkez Bankası’na çevirmesine neden olurken, Merkez Bankası’nın ise süre gelen önkabulleri çerçevesinde neden ve sonuç ilişkisi karışmış biçimde, enflasyonun nedeni faizmiş gibi bir tutum sergilediği görmekteyiz.
Bir ekonomide döviz kuru ile ilgili uzun dönemli eğilimler ve bu eğilimlerin yanı sıra, kısa dönemdeki radikal hareketlerin gerçekleşebilme olasılığı, esasen makroekonomik koşullar ile ilintilidir. Ülke ekonomisi makroekonomik göstergeler bakımından güçlü ise, yerli paranın ekonomik birimler nezdinde zayıflığı söz konusu olmayacağı gibi, yabancı paraların ülke gündemindeki yeri de göreli daha küçük olacaktır.
Türkiye ekonomisinde bu bağlamda ele alınabilecek en temel makroekonomik gösterge olan enflasyonun ekonomideki temel varlık nedenine bakıldığında, ekonominin üretimde ithal girdi kullanımına ağırlık veren bir yapıda kurgulandığı ve kur arttıkça girdi maliyetlerindeki yükselme ile ekonomide fiyatlar genel seviyesini yukarı çeken bir doğaya sahip olduğu görülür. Dolayısıyla, ekonomide risklerin artması, ekonomik birimlerin ve özellikle uluslararası yatırımcıların her gün değişen kurallar ve yaklaşımlar çerçevesinde güveninin sarsılması ve merkez bankasının rezervlerindeki erimeler gibi gelişmelerin, ekonomide döviz kuru artışlarını getirdiğini söylemek mümkündür.
Pek, bu kısır döngüyü tersine çevirmek için ne yapmak gerekir? Kuşkusuz, bu sorunun yanıtı kolay ve bir çırpıda uygulanabilir değildir. Ama sorunları düzeltmeye niyetliysek, bir ucundan başlamakta fayda vardır. Bunun için, öncelikle ekonomide riskleri azaltarak yola çıkılması anlamlı olacaktır. Çünkü böylece, ilk etapta, ekonomik birimlerin taleplerine bağlı kur artışının dengelenmesi mümkün olur. Böylece, üretimin mevcut yapısı gereği gerçekleşen, üretim maliyeti artışları hafifletilmiş, bunun fiyatlara geçişi kontrol altına alınmış ve sonuçta enflasyon kontrol altına alınmış olur.
Türkiye’de enflasyonun kontrol altında tutulabilmesi önemli bir konudur. Zira enflasyonun iktisadi faaliyete etkilerinden öte, ekonomik birimlerin finansal yatırım tercihlerini de hızlı bir şekilde etkileyebilme potansiyeline sahip olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye gibi yüksek enflasyonist tecrübelere sahip ekonomilerde bu durum daha kritik bir özellik olarak karşımıza çıkar; zira 1990’lı yıllarda olduğu gibi, maaşını alanların döviz bürolarına koştuğu ve ekonomide dolarizasyonun belirdiği günler, hızlı bir şekilde zihinlerde canlanabilmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’nin zayıflayan iktisadi yapısı ile büyük bir krizi deneyimlediği 2000-2001 döneminden yaklaşık 20 yıl sonra, bu krizin öğrettiklerini yeniden gözden geçirmeye ihtiyaç duyduğunu söylemek mümkündür.
Doç. Dr. Oytun MEÇİK