ZBIGNIEW BRZEZINSKI’YE GÖRE 21. YÜZYILDA ABD’NİN ARTI VE EKSİLERİ

upa-admin 25 Mart 2013 7.980 Okunma 1
ZBIGNIEW BRZEZINSKI’YE GÖRE 21. YÜZYILDA ABD’NİN ARTI VE EKSİLERİ

Zbigniew Brzezinski’nin 2012 yılında yayımlanan “Stratejik Vizyon: Amerika ve Küresel Güç Buhranı” adlı kitabının ikinci bölümünde, Washington’un küresel bir güç olarak yükselişe geçmesinin nedenlerinin yanı sıra, günümüzde bu süper gücün yaşadığı problemlerin neler olduğundan söz edilmektedir.

Brzezinski’ye göre; Amerikan’ın uzun dönemli çekim gücü, insan ruhu için iki kuvvetli isteklendirme kaynağı olan idealizmi ve materyalizmi bütünleştirmesinden ileri gelmektedir. Okyanus boyunca egemen olan gerçeklerin aksine, belirgin büyük bir tehdidin yokluğu ve güvenli bir uzaklık duygusu, yeni vücut bulan kişisel ve dinsel özgürlük bilincine ilaveten uçsuz bucaksız bir coğrafyanın ortaya koyduğu maddi imkânların da cazibesiyle, bu yeni hayat tarzı ideal bir hale getirilmeye başlanmıştır.

20. asır süresince, Birleşik Devletlerin küresel konumu iki defa yükselişe geçti. Bunlardan ilki, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, ikincisiyse Soğuk Savaş’ın sonunda gerçekleşmişti. Amerika’nın o dönemdeki yeni beynelmilel konumu Başkan Wilson’ın Avrupa’nın emperyalist ve sömürgeci mirası ile tezatlık teşkil eden idealist 14 ilkesiyle simgeleştirilmekteydi. Beynelmilel gücün uygulayıcıları için, Amerika’nın Birinci Dünya Savaşı’na kayda değer askeri müdahalesi ve bunun ötesinde Avrupa’daki iktidar dağılımını yeniden biçimlendirmeye yönelik ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkı prensiplerinin belirlenmesindeki elzem rolü, ideolojik ve maddi anlamda eşi bulunmaz bir cazibeye sahip bulunan güçlü bir devletin dünya sahnesine giriş yaptığının bir göstergesiydi. Bundan daha da önemli olan, Birleşik Devletlerin yeni küresel iştirakinin beynelmilel münasebetlerin temel prensiplerini yeniden biçimlendirmeye başlamış olmasıydı. Bu dönemde ABD’ye karşı ilk sistemik meydan okuma Sovyetler Birliği’nden gelmekteydi. Kremlin’in küresel üstünlüğü elde edeceğini umduğu 1980’lerin sonunda, bu meydan okuma aniden bitiverdi. Sovyetlerin dış politika yanlışları, kendi içindeki ideolojik kısırlık, bürokratik yozlaşma, sosyo-ekonomik durgunluk, Doğu Avrupa’da artan politik rahatsızlık ve Pekin’le olan düşmanlıktan ötürü Sovyetler Birliği parçalandı. Zaten gerçekte, Sovyetler Birliği yalnızca askeri güç alanında ABD’ye rakip olabilmiştir. Böylece, 20. yüzyılda ikinci kez Washington tek egemen güç konumuna geldi.

1991’den sonra tarih bir duraksamaya girmiş gibiydi ve görünürde dünyada hiçbir rakibi veya benzeri olmayan Amerika’nın zaferi, daha uzun zaman sürecekmiş izlenimi vermekteydi. Böylece sistemik rekabetin sona erdiği benimsendiğinde, Amerikan liderleri, yenik Sovyet rakiplerinin hafif alaycı bir taklidiyle 21. yüzyılın başka bir Amerikan yüzyılı olduğundan güvenle söz etmeye başladılar. Başkan Bill Clinton, 20 Ocak 1997 tarihinde göreve başladığı zaman yaptığı konuşmada kamuoyuna şu şekilde seslenmekteydi: “20. yüzyılın bu son cumhurbaşkanlığı yemin töreninde, başımızı kaldırıp hep birlikte önümüzdeki yüzyılda bizi bekleyen zorluklara bakalım… 21. yüzyılın şafağında… Amerika dünyanın vazgeçilmez ulusu olarak tek başına durmaktadır.” Onun bu ifadeleri, halefi Başkan George W. Bush tarafından, çok daha şaşalı olarak tekrar edilecekti: “Bizim milletimiz Tanrı tarafından seçilmiş ve dünya için bir model olarak tarih tarafından görevlendirilmiştir.” (28 Ağustos 2000)

11 Eylül ertesinde, belirsiz bir biçimde tanımlanmış “terörle savaş” ve ABD’nin 2003 senesinde Bağdat’a yönelik gerçekleştirdiği keyfi savaş, Washington dış siyasetinin Amerika’nın dostları arasında bile hızla meşruiyet kaybına sebep oldu. Ertesinde yaşanan 2008-2009 mali krizi, Birleşik Devletlerin uzun vadede iktisadi liderliği sürdürme kapasitesine olan küresel güveni erozyona uğratırken, aynı esnada Amerikan sisteminin sosyal adalet ve iş ahlakı ile ilgili temel problemlerinin gün yüzüne çıkardı. 2008 mali krizinin ertesinde, dünya, Amerika’nın işleyişine yönelik ciddi sorunlarla çevrelenmiş olduğunun farkına vardı. Bunlar; çok fazla ve giderek artan bir ulusal borç, genişleyen sosyal eşitsizlik, maddiyatçılığı yücelten bir bolluk kültürü, açgözlü spekülasyona dayanan bir finansal yapı ve kutuplaşmış bir siyasal sistemdi…

Yazara göre; gerekli sistemik iyileştirmelere yönelik ulusal kararlar almak, Birleşik Devletlerin küresel amaçlarının akılcı bir değerlendirmesi için artık temel bir şart halini almıştır. Bunun için de, ülkenin küresel bağlamda belirleyici zayıflıklarının ve aynı biçimde geçmişten gelen güçlü taraflarının Amerikalılar tarafından açıkça kabul edilmesi elzem hale gelmektedir. Washington’un ülke içi düzeninde temel değerlerini muhafaza ederek küresel liderlik konumunu devam ettirmesi ve gerekli reformların yapılabilmesi için, soğukkanlı bir değerlendirme yapmak şarttır. Birleşik Devletlerin en kayda değer ve giderek daha tehlikeli boyutlara ulaşan dezavantajlarının 6 hayati boyutu bulunmaktadır.

Bunlardan birincisi, Amerika’nın biriken ve sonuçta sürdürülemez hale gelen ulusal borçlarıdır. Kongre Bütçe Ofisi’nin 2010 senesinin Ağustos ayında yayımladığı “Bütçe ve Ekonomik Görünüm” başlıklı raporuna göre; Amerika’nın kamu borcunun GSYİH’sına oranı % 60 seviyesindedir. Bu, endişe verici bir durum olmakla beraber, ülkeyi dünyanın sicili en kötü ülkeleri arasına sokacak kadar ciddi de değildir. Ancak “bebek patlaması” çağının yakın gelecekteki emeklilerinden ötürü meydana gelen yapısal bütçe açıkları, önemli uzun vadeli sorunları haber vermektedir. Brookings Enstitüsü’nün 2010 Nisanı’nda yayınladığı ABD borçlarının değişik varsayımlara göre hesaplandığı bir araştırmada, Obama yönetiminin hâlihazırdaki bütçesiyle 2025 senesinde Washington’un ulusal borcu 2. Dünya Savaşı ertesinde erişilen GSYİH’nın % 108,6 seviyesini de geçecek. Bu harcama akışıyla başa çıkabilmek için, henüz mevzubahis olmayan bir ulusal iradeyi gerekli kılan kayda değer bir vergi artışına gereksinim duyulması nedeniyle kaçınılmaz olan gerçek şuydu ki; artan ulusal borç, Washington’u Pekin gibi büyük alacaklı ülkelerin siyasi entrikalarına karşı savunmasız hale getirmekteydi. Aynı zamanda, ABD dolarının dünyanın rezerv para birimi olarak pozisyonunu tehlikeye düşürerek, Birleşik Devletlerin dünyanın önde gelen iktisadi modeli rolünü ve aynı esnada onun G-20, Dünya Bankası ve IMF gibi kurumlardaki liderliğini sarsmakta ve yurtiçinde kendisini geliştirmesini engellemesine ilaveten gerekli savaşları yapabilmek için gereksinim duyduğu kaynakları temin etmesine engel olmaktaydı. Harcamalarını düşüren ve gelirlerini arttıran ciddi bir reform planını kurumsallaştırmakta gecikmesi halinde, Brzezinski’ye göre Washington, büyük olasılıkla antik Roma ya da 20. asır İngiltere’si gibi diğer büyük güçlerin kaderini paylaşmak suretiyle mali darboğaza girecektir.

Birleşik Devletlerin ikinci temel dezavantajı, problemli mali sistemidir. Bu sistemde çifte zayıflık bulunmaktadır. İlk olarak, bu kadar riskli ve kendisini dev aynasında gören bir sistem, sadece Amerikan ekonomisini değil, dünya ekonomisini de tehdit eden bir saatli bombadır. İkinci olarak, bu sistem, yurtiçinde öfkeye neden olmakta, yurtdışındaysa Amerika’nın toplumsal çelişkilerini arttırarak, cazibesine zarar veren ahlaki bir tehlike yaratmaktadır. Amerikan yatırım bankalarının ve ticarethanelerinin çokluğu, dengesizliği ve pervasızlığı, 2008 mali krizini ve arkasından gelen iktisadi bunalımı tetikleyerek -açgözlü Wall Street spekülatörlerinin önderlik ettiği, deregülasyon ve konut alımı finansmanı hususlarında Kongre’nin sorumsuzluğu da bu krize neden oldu- milyonlarca insanı iktisadi problemlerle karşı karşıya bıraktı. Finans sektöründe basit, fakat etkin biçimde düzenleme kanalıyla gerçekleştirilecek bir reform, genel ekonomik büyümeyi teşvik ederken, şeffaflık ve hesap verebilirliği arttırır. Bu da, ABD’nin iktisadi çerçevede rekabet olmasını temin etmek için elzemdir.

Üçüncü olarak, artan gelir eşitsizliği, durgunlaşmaya başlayan sosyal hareketlilikle birleştiğinde, etkin bir ABD dış politikasının devam ettirilebilmesi için gerekli iki şart olan toplumsal uzlaşma ve demokratik istikrar için uzun vadeli bir risk arz etmektedir. 2008 yılında hane halkının gelir seviyesi en yüksek olan % 5’lik kesimi toplam milli gelirin % 21,5’ini alırken, en düşük gelirli % 40’ı toplam gelirin % 12’sini almaktaydı. Yapılan son araştırmalara göre; genel iktisadi hareketlilik, sözde “fırsatlar ülkesi”nde aslında gelişmiş dünyanın geri kalanına kıyasla daha düşüktür. Brzezinski, Amerika’nın yukarı doğru gelir hareketliliği oranında artık bazı Avrupa ülkelerinin gerisinde kalmakta olduğunun altını çizmektedir. Bunun esas nedenlerinden birisi de, Amerika’nın yetersiz kamu eğitim sistemidir.

Washington’un dördüncü dezavantajı, kötüleşen ulusal altyapısıdır. Bir yandan Pekin yeni havaalanları, otoyolları inşa ederken, öte yandan da Avrupa, Japonya ve yine Çin gelişmiş yüksek hızlı trenlere sahip durumdayken, Amerika’daki altyapı halen 20. yüzyıldan kalmadır. Brzezinski’nin burada vurguladığı husus, güvenilir bir altyapının iktisadi verimlilik ve iktisadi büyüme için hayati olmasına ilaveten bir ulusun genel dinamizminin de göstergesi olmasıdır. Tarihsel bağlamda, önde gelen ülkelerin sistemik başarısı, kısmen ulusal altyapısının durumu ve becerisiyle ölçülmektedir. Amerikan altyapısının durumuysa, dünyanın en yenilikçi ekonomisinden daha çok, gücünü kaybetmekte olan bir devletinkini anımsatmaktadır. Yükselen güçlerle artan bir rekabetin cereyan ettiği bir dönemde, Amerika’nın altyapısının çürümeyi sürdürmesi, ülkenin iktisadi verimi üzerinde kaçınılmaz olarak etkili olacaktır. Washington ve Pekin arasında sistemik rekabetin artması beklenen bir dünyada, gerileyen altyapı, Amerika’nın sefaletinin hem sembolü, hem de semptomu olacaktır.

Brzezinski’nin bu bölümde altını çizdiği Amerika’nın beşinci büyük güvenlik açığı ise, dünya hakkında son derece cahil bir halka sahip olmasıdır. ABD halkı, temel dünya coğrafyası, güncel olaylar ve hatta dünya tarihinin kayda değer dönemleri hakkında korkutucu derecede kısıtlı bilgiye sahiptir. Bunun sorumlusu ise, kamu eğitim sistemindeki eksikliktir. 2006 senesinde yapılan bir araştırmaya göre; -Amerika’nın bölgeye askeri müdahalesinin olduğu bir zamanda- Amerikalı yetişkin gençlerin % 63’ü Orta Doğu haritasında Irak’ı, % 75’i İran’ı ve % 88’i Afganistan’ı bulamamıştır. Tarih alanındaysa, son sınıf kolej öğrencilerinin yarısından azı NATO’nun Sovyet yayılmacılığına karşı kurulduğunu bilmektedir ve Amerikalı yetişkinlerin % 30’u Amerika’nın 2. Cihan Harbi’nde savaştığı iki ülke ismini sayamamaktadır. Bunun ötesinde, ABD, bu kamu bilinci kategorilerinde diğer gelişmiş ülkelerin gerisinde bulunmaktadır. Brzezinski’ye göre; yaygın cehaletin toplam etkisiyle, halk, demagojik olarak yaratılan korkuya daha hassas hale gelmektedir; hele de bu korku bir terörist saldırıdan kaynaklanmaktaysa. Bu durum da, kendine zarar verici dış politika girişimlerinde bulunma olasılığını arttırmaktadır. Genel anlamda toplumsal bilgisizlik, Soğuk Savaş sonrası dönemin daha karmaşık küresel gerçekleri konusunda detaylı görüşlerin yerine -bundan menfaat temin eden grupların da desteğiyle- aşırılıkçı basitleştirmelere daha müsait bir Amerikan politik ortamı meydana getirir.

Yazara göre; bununla yakından alakalı altıncı dezavantaj ise, Amerika’nın giderek tıkanmış ve son derece hizipçi politik sistemidir. Buna ilaveten, Amerika’nın -politik kampanyaları yürütmek için mali yardımlara son derece bağımlı olan- hâlihazırdaki politik yapısı, ulusal menfaatleri hiçe sayarak kendi gündemlerini empoze etmek için politik sistemden faydalanan iyi yetişmiş ancak dar bir çerçevede hareket eden yerli ve yabancı lobilerin gücü karşısında giderek daha zayıf bir hale gelmektedir.

Brzezinski, ABD’ye alternatif olarak Pekin’in çoğunlukla geleceğin trendi olarak benimsendiğine işaret etmektedir. Fakat sosyal geriliği ve siyasal otoriterliği dikkate alındığında, görece daha müreffeh, daha modern ve daha demokratik bir biçimde idare edilen devlet modeli olma çerçevesinde, Pekin, Amerika’ya rakip durumda değildir. Fakat Çin, bugünkü yolunda devam eder ve muazzam bir iktisadi ve toplumsal bozulmaya maruz kalmazsa, küresel politik nüfuz bakımından, hatta gelecekte iktisadi ve askeri bakımdan Amerika’nın başlıca rakibi halini alabilir. Önümüzdeki 20 yılda da, öngörülebilir gelecek, Brzezinski’nin tespitine göre yine büyük ölçüde Washington tarafından biçimlendirilecektir. ABD, genel ekonomik güç, yenilikçi potansiyel, demografik dinamikler, tepkisel seferberlik, coğrafi taban ve demokratik çekicilik alanlarındaki kayda değer güçlerini tam olarak kullanması durumunda, belirgin eksikliklerini düzeltme kapasitesine zaten sahip bulunmasından dolayı, bunu gerçekleştirebilir. Amerika’nın düşüşü önceden tespit edilemez…

Washington’un hayati varlıklarından birincisi genel ekonomik gücüdür. Amerika halen dünyanın açık ara en büyük ekonomisi olma özelliğini devam ettirmektedir. Carnegie Uluslararası Barış Vakfı’nın tahminlerine göre, 2010 senesinde ABD’nin GSYİH’sı, AB’ninkinin 1.48 trilyon dolar altındayken, 2050 senesinde AB’nin GSYİH’sının 12,03 trilyon dolar üzerinde olacak ve kişi başına düşen GSYİH’sı 2050’de, 2010 senesindeki 12,723 dolardan, 32, 266 dolara yükselecektir. ABD’nin 14 trilyon değerindeki 2010 GSYİH’sı dünya üretiminin % 25’inden fazlasına denk gelirken, en yakın rakibi Çin, yaklaşık 6 trilyon dolarlık GSYİH ile dünya üretiminin % 9’undan fazladır.

Washington’un iktisadi başarısında etkili olan ikinci unsur, Brzezinski’ye göre girişimcilik kültürünün getirdiği teknolojik, yenilikçi cesareti ve yüksek öğretim kurumlarının üstünlüğüdür. Dünya Ekonomik Forumu sıralamasına göre; ABD, İsviçre, İsveç ve Singapur’un ardından dünyanın dördüncü en rekabetçi ekonomisine sahip durumdadır. Bu bağlamda önemli bir veri ise, Amerika’nın yüksek öğretimdeki üstünlüğüdür. Şanghay Jiao Tong Üniversitesi’nin yaptığı dünyanın en iyi üniversiteleri sıralamasında, dünyanın en iyi ilk 10 üniversitesinden 8’i, ilk 20 de 17’si Amerikan üniversitesidir. Bu kurumlar, Amerika’ya, geleceğin ürünlerine ve sanayisine liderlik eden iktisadi -ve hatta askeri- avantajı devam ettirmek için gereksinim duyduğu araç ve bilgiyi temin etmekle kalmamış; en iyi araştırmacıların, mühendislerin ve girişimcilerin eğitim ve iktisadi potansiyellerini kullanabilmeleri için ABD’ye göç etmeleriyle beşeri sermayenin yerli birikimine de katkı sunmuştur. Bu gerçek, ülkelerinin yüksek eğitimdeki üstünlüğünün, ülkenin iç canlılığı ve beynelmilel namına etkisinin ne kadar kritik olduğunu Amerikalılara hatırlatmalıdır.

Amerika’nın üçüncü büyük avantajı, özellikle Avrupa, Japonya ve Rusya’yla kıyaslandığında görece güçlü demografik temelidir. Birleşik Devletlerin 318 milyonluk muazzam nüfusu, küresel gücünün doğal bir kaynağını teşkil etmektedir. Buna ilaveten, ABD, başka yerlerde karşılaşılan nüfus yaşlanması, hatta nüfus azalmasından aynı ölçüde etkilenmeyecektir. BM’ye göre; 2050 senesinde ABD, % 21,6’sı 65 yaş üstü, 403 milyonluk nüfusa sahip bir ülke olacaktır. Bu süre zarfında, AB’nin nüfusunun 2050 senesinde 497 milyonken, % 28,7’si 65 yaş üstü olan 493 milyona ulaşması öngörülmektedir. 2010’da 127 milyon olan Japonya’nın nüfusu 2050 senesinde 101 milyona erişecek ve yüzyılın ortasına gelindiği zaman % 37,8’i 65 yaş üstü olan bir nüfus halini alacaktır.

Birleşik Devletlerin dördüncü avantajı ise tepkisel seferberlik kapasitesidir. ABD’nin demokratik siyasetinin karakteristiği, milli birliğe tehdit teşkil eden bir tehlike karşısında oluşan toplumsal seferberliğin ertesinde gelişen gecikmiş tepkilerdir. “Pearl Harbor’ı hatırla” sloganı ve aya gitme yarışı, bunun en iyi örneklerini oluşturmaktadır. Amerika’nın yıpranmış ve eskimiş altyapısını yenilemek, açık bir hedeftir. Küresel ısınma karşısında “yeşil bir Amerika” başka bir hedef oluşturabilir. Halk desteğini tesis edecek etkili bir Başkanlık konuşması kanalıyla, Birleşik Devletlerin maddi varlıklarına ilaveten girişimcilik kabiliyetleri, gereken iç yenilenmeyi sağlama konusunda katkı verebilir.

Beşinci avantaj, -birtakım büyük güçlerin aksine- Birleşik Devletlerin, eşine az rastlanır şekilde güvenli, doğal kaynak zengini, stratejik olarak uygun bir coğrafyaya ve milli birliğini tesis etmiş, ciddi bir etnik bölücülük tarafından çevrelenmemiş nüfusa sahip olmanın avantajına sahip durumda olmasıdır. Birleşik Devletlerin doğal minerallerden tarıma ve enerjiye varıncaya kadar doğal kaynaklar açısından zengin kara kütlesi -özellikle Alaska bölgesi- henüz tam manasıyla keşfedilememiştir. Dünyanın en önemli iki okyanusu olan Atlantik ve Pasifik kıyısındaki konumu, kendisine deniz ticareti için bir sıçrama tahtası ve gerekirse okyanus ötesi güç olma amacı için bir güvenlik bariyeri sunmaktadır. Özetle, Washington başka hiçbir ülkenin elinde olmayan tüm bu avantajların verdiği imkânlara ebediyen haizdir.

Washington son önemli avantajı ise, -insan hakları, bireysel özgürlük, siyasal demokrasi, ekonomik fırsatlar gibi- genellikle halk tarafından benimsenmiş ve yıllar içinde ülkenin küresel duruşunu ileriye götüren değerlerdir. 2010 Pew Küresel Tutumlar Anketi’ne göre; Endonezya’da ABD hakkında olumlu düşünenlerin oranı % 59, Almanya ise bu oran % 63’tür. Dünyanın büyük bir kısmı, Irak gibi tek yanlı dış politika faaliyetleri için Washington’a öfke duysa da, birçok ülke Birleşik Devletler’in düşüşünün ve izolasyonist geri çekilmesinin küresel iktisadi kalkınma ve demokrasinin beynelmilel boyutta istikrarlı biçimde yayılması hedefini zorlaştıracağının da idrakindedir.

Washington’un uzun vadeli amaçlarını tehdit eden problemlerle başa çıkmak için, gizemli tarihsel belirleyicilerden daha çok, halen bulunmayan bir politik irade ve ulusal uzlaşmaya gereksinim duyulmaktadır. Brzezinski’ye göre; 11 Eylül sonrasında yaşananlar, Amerika’yı Soğuk Savaş’ın barışçıl ve jeopolitik başarı ile sonlanması şansını akıllıca kullanıp kullanmadığını ciddi biçimde yeniden düşünmeye teşvik etmelidir. İsrail-Filistin sorunun çözümü konusundaki başarısızlık, Afganistan ve Irak işgalleri, İran’ın bölgesel konumu kuvvetlendirmesinin yanı sıra ABD’yi sonu gelmez iki savaş içinde kalmasına neden oldu. Bu askeri operasyonlar esnasında Birleşik Devletler -Bush yönetimi-, o ülkelerdeki karmaşık yapılara, çatışmalar içinde başka çatışmalar üreten köklü etnik çekişmelere (özellikle Pakistan ve İran), tehlikeli boyutta istikrarsız bölgesel komşuluklarına ve halledilmemiş sınır anlaşmazlıklarına yeterince dikkat göstermedi. Brzezinski’nin burada altını kalın çizgilerle çizdiği husus, Irak’taki savaşın gereksiz olması ve bundan kaçınılması gerekliliğiydi.

Brzezinski’ye göre; Birleşik Devletler mevcut terör ağlarını bozmak için kampanya yürütürken, buna ilaveten terörizme desteğini kesmek için, 10 sene öncesinde Saddam Hüseyin’e karşı kurulan başarılı politik ittifakta olduğu gibi, Müslüman dünyanın ılımlı bölümünü teşvik ederek ve İslami aşırılıkçılığı tecrit etmeye çabalayarak, daha geniş ve uzun vadeli bir politik cevap oluşturmalıdır. Fakat bu stratejik amaç, aynı esnada Birleşik Devletler’in Orta Doğu’da barışa ciddi anlamda bağlılığını da gerektirmektedir; ki bu teklif, Bush ve danışmanları dışlanan bir durumdur. Bütün bunların neticesinde, 20. asrın son 10 yılının aksine, Washington’un küresel konumunda dramatik bir gerileme, Amerikan Başkanı’nın ve dolayısıyla ülkenin ulusal itibarının meşruiyetinin kaybı ve Amerika’nın müttefiklerinin kendilerini bu ülkenin güvenliğiyle özdeşleştirmelerinde ciddi bir azalma yaşanmasına neden olmuştur.

Amerikan kamuoyu ve ABD Kongresi, ülkenin iç çürümesine neden olan politik açmaza ilaveten, ulusal menfaatin gerçekçi bir hesaplamasıyla biçimlendirilmemiş bir dış siyasetinin Amerika’yı gelecek 20 yıl boyunca risk altında tutacağı gerçeğini hazmetmesi gerçeğini akıldan çıkarmamalıdırlar. Kaynakların güçten düşürücü dış maceralarla harcanması durumunda, yurtiçindeki başarı, gerçek anlamda kapsayıcı olamaz. Her iki durum da, Birleşik Devletler’in kayda değer bir dünya rolü oynama kapasitesinde, önce sabit ve en sonunda nihai bir düşüşle neticelenecektir. Hem yurtiçinde, hem de yurtdışında devam eden uzun süreli sorunlar, Birleşik Devletler’in canlılığını kaybederek Amerikan toplumunu daha çok demoralize edecek, toplumsal çekiciliğini ve küresel meşruiyetini azaltarak 2025 senesinde istikrarsız bir dünya düzeninde, bir zamanlar kibirle kendini ilan ettiği 21. yüzyılın sahibi unvanını sona erdirecektir.

Brzezinski, kitabının bu bölümünde ABD’nin yükselişinin sebeplerini ayrıntılarıyla anlatmasının yanı sıra, 21. yüzyılın ilk döneminde gerilemesinin de nedenlerine de yer vermektedir. Birleşik Devletler’in tekrar eski gücüne kavuşması için alması gereken önlemler ve dikkat etmesi gereken hususlar, bu bölümde açık bir biçimde anlatılmıştır. Birleşik Devletler’in silkinip kendine gelmemesi durumunda, 2025 senesinde dünyanın istikrarsız bir hale geleceğini savunan Brzezinski, ABD’de yaşayan herkesin bu konuda büyük sorumlulukları olduğunu düşünmektedir. Ancak George W. Bush döneminde takip edilen tek yanlı politikalar ve 2008’de yaşanan büyük çaplı ekonomik krizinin olumsuz etkileri, ülke ve dünyada halen devam etmektedir. ABD’nin saygınlığına büyük darbe vuran Irak Savaşı, geride parçalanmaya doğru bir ülke bırakmıştır. Afganistan konusunda da başarısızlık yaşayan Washington, İran’a yönelik politikalar geliştirirken bugün artık yoğurdu adeta üfleyerek yemektedir. Bush döneminde müttefiklerini dikkate almadan bir dış politika izleyen ABD, Obama döneminde bu politika tercihini değiştirmeye başlamıştır. Obama, aslında halen kendisinin ilk dönemindekinden önceki dönemde yaratılan tahribatların izlerini silmeye çalışmaktadır. Fakat bu aşamada, durum pek parlak görünmemektedir. Brzezinski, bu bağlamda ABD’nin geleceği kurtarmaya yönelik çok dikkatli, sakin ve planlı politikalar izlemesini önermektedir.

 

Sina KISACIK

Referanslar

  1. Zbigniew Brzezinski. Strategic Vision: America and the Crisis of Global Power. New York: Basic Books, 2012. İlgili Bölüm: Part 2 – The Waning of the American Dream. Sayfa Aralığı: 37-75.
  2. Zbigniew Brzezinski. Stratejik Vizyon: Amerika ve Küresel Güç Buhranı. Çev. Sezen Yalçın, Abdullah Taha Orhan. İstanbul: Timaş Yayınları, 2012. İlgili Bölüm: Amerikan Rüyasının Sönmesi. Sayfa Aralığı: 52-93.

One Comment »

  1. mehmet 20 Kasım 2014 at 22:23 - Reply

    tşkkürler güzel özetlemişsiniz

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.