Öncelikle herkesin yeni yılını kutlarım. Takvim esası çerçevesinde yıllar, siyasal-toplumsal açıdan, algısal ve arşivsel önem taşırlar. Herşeyden önce, kategorizasyon şansınız bu bağlamda ortaya çıkar.
Hegemonik iktidarın Türkiye’deki serüveninde, 2013 yılı adeta bir dönüm noktası oldu. Haziran’da bir ay süren “Gezi olayları”, siyasal iktidarın “gündem belirleme işlevi”ni ve “karizmatik liderliğini” sarsarken, 17 Aralık 2013’te başlayan “yolsuzluk soruşturması” ise ucu nereseyse bakanlara, hatta en üst noktaya kadar vardığı iddia edilen bir zincirin halkası olarak kamuoyuna aksettirildi.
Türkiye dinamik bir ülke… Koalisyonlar ise, siyasal yaşamımızın bir gerçeği… 2002’den beri yaşanan “tek parti iktidarı” sürecinin, gerçekte bir koalisyon olduğu, tam da 2013’te yaşananlarla ete kemiğe büründü. Gülen Cemaati ile iktidar partisi arasındaki “asimetrik-post modern” koalisyon çökünce, devletin kurumları arasındaki ihtilaflar, neredeyse ilmek ilmek dokunan bir hegemonyayı içten parçalamaya başladı. İki İslamcı yapının siyasal rekabeti sonucunda, bitmekte olan bir koalisyonun birbiriyle kavgalı parçaları parlamentoda, hükümette, bürokraside, emniyette, yargıda karşılıklı olarak, yapısal bir hesaplaşma içine girdi. Kimileri de buna “devlet krizi” dedi.
Dış politikada Suriye meselesi, 2014’ün ilk gününde Hatay’da yakalanan “içi silah dolu olduğu iddia edilen bir tırla bir kez daha dünya kamuoyunun dikkatine çekildi. Türkiye’den Suriye’ye, Soli Özel’in iddiasına göre sırf Haziran-Kasım 2013 döneminde 40 tondan fazla silahın “kaçak” olarak girdiği savlandı. ABD-Rusya ile Cenevre 2 görüşmeleri bağlamında ve Suriye’deki “kitle imha silahları”nın tasfiyesi konusundaki uzlaşmaya ters düşen AKP diplomasisi, Mısır’daki darbe, Çin’den füze alımı gibi konularda da bizzat Türkiye’nin en önemli müttefiki ABD ile zıt noktalarda bulunuyor. Irak’ta Barzani ile yakınlaşmada Irak merkezi hükümeti ile artan gerginlik, ABD-İran yakınlaşmasını sezememek gibi konular eklendiğinde, soru işaretleri çoğalıyor. İsrail’le “mahçup yakınlaşma” da artık durumu telafi edecek gibi gözükmüyor. Zira söylem hala sert ve Batı kamuoyunda sertlikle kınanıyor.
2014’te iki kritik seçim var. Birincisi 30 Mart 2014’teki yerel seçimler, diğeri ise Ağustos 2014’teki Cumhurbaşkanlığı seçimleri. Ana muhalefet partisi, yelpazenin değişik kesimlerinden siyasileri “adaylaştırarak”, şimdilik kulvar dışında görülen “merkez sağ”ı ve “sağın değişik renklerini”, bir büyük “cephe” içinde, siyasal iktidara karşı birleştirmeye çalışıyor. Bu büyük bir kumar… Getirisi siyasal iktidar, kaybı siyaseten finaldir. Bu seçim, Ağustos 2014’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin de bir nevi testi olacaktır. Muhalefetin değişik renklerinin desteklediği bir “muhafazakar aday”, Çankaya’ya çıkar mı? Altı çizilen durum, Gülen’in de desteğiyle mevcut Cumhurbaşkanı’nı belirler mi? Yoksa siyasal iktidarın dağılması tüm hesapları altüst ederek, yepyeni siyasileri mi gündeme getirir? Yahut siyasal iktidar, tüm bu aleyhteki unsurları “yeni bir mağduriyet” için kullanarak, muhalefeti ve Gülen cemaatini siyaseten tasfiye eder ve Erdoğan Çankaya’ya çıkar mı? Aslında son soru bile, siyasal iktidarın karşısındaki siyasal spektrumun ne kadar geniş olduğunu gösteriyor.
Türkiye’de artık beklenen, küresel standartlarda sermaye akışını engellemeyecek bir piyasa ekonomisinin kurumsallaşması, sosyal devletin yerine oturması, hukuk devletinin -gerçekten bağımsız yargıyla- içselleştirilmesi, tüm bunları güvence altına alan laik-çoğulcu bir demokrasinin yerleşmesi ve Türkiye’nin NATO üyeliği, AB giriş süreci, Avrupa Konseyi üyeliğini maksimize eden bir yaklaşımın egemen olmasıdır. Bunun adı normalleşme sürecidir. Türkiye, demokrasinin evrensel ruhuyla dönüşüm zamanını başlatmıştır. 2001’de RAND’da oluşturulan “ılımlı” etiketli formüller sona ermiştir. Herkes hesabını ona göre yapmalıdır…
Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ