Dr. Nikos Christofis, Çin-Xi’an’da Shaanxi Normal University’deki Türkiye Çalışmaları Merkezi ve Tarih ve Medeniyetler Okulu’nda Doçent Doktor olarak görev yapmaktadır. Kendisi, ayrıca, Atina’daki Hollanda Enstitüsü’nde (NIA) araştırmacı olarak çalışmaktadır. Doktorasını Hollanda’da Leiden Üniversitesi’ne bağlı Leiden Bölgesel Çalışmalar Enstitüsü’nde (LIAS) tamamlayan Christofis, İngilizce, Yunanca, Türkçe, İspanyolca ve Çince dillerinde akademik yayınlara imzasını atmıştır. Yunan akademisyenin son kitabı olan Erdoğan’s ‘New’ Turkey: Attempted Coup D’état and the Acceleration of Political Crisis ise Routledge Yayınevi tarafından yayımlanmıştır.
Erdoğan’s New Turkey kitabı
Dr. Ozan Örmeci: Dr. Christofis merhaba. Yunanistan politikası ve Türk-Yunan ilişkileri konusunda sizin uzman görüşünüze başvurmak istiyoruz. Halen en sıcak gündem maddelerinden biri olan Suriyeli mülteciler konusuyla mülakata başlayalım. Ahmet Davutoğlu ile Aleksis Çipras’ın Türkiye ve Yunanistan Başbakanı olarak görev yaptıkları dönemde imzalanan ve halen yürürlükte olan anlaşma, son dönemde iki ülke arasında çeşitli polemiklere neden olmaya başladı. Sizce bu konuda ve diğer konularda Türk-Yunan ilişkilerinin gelecek 5 yılı için neler beklemeliyiz?
Dr. Nikos Christofis: Merhaba Dr. Örmeci. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, Suriyeli mülteciler sorunu Türk-Yunan ilişkilerinin değil, Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkilerinin bir konusudur. Buna rağmen, bu konuya Avrupa’da bile bu şekilde yaklaşılmamaktadır. Bu durum, mültecilerin geri gönderilmesi konusunda Yunanistan’ın yaşadığı zorluklarla daha da belirgin hale gelmiştir.
Türkiye’ye gelince, elbette bu konuda Türkiye’nin eli daha güçlü durumda. Türkiye, bu konuyu bir tehdit/şantaj unsuru haline getirerek, AB’ye kendi ulusal çıkarları açısından gerekli gördüğü şeyleri yaptırıyor. AK Parti hükümetinin bu konuda kontrolü elinde tuttuğu bir sır değil. Dahası, bu konu Yunanistan’ın bir sorunu olarak kaldığı sürece, AB, bu konuda pasif hareket ediyor ve Türkiye ile bu konuyu tartışmaktan öteye gitmiyor. Dolayısıyla, sorunun çözümü konusunda bir şey yapılamıyor. Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin bu konuyu yine gündeme getirebileceğini düşünüyorum.
Ancak bunun yeni sorunlar yaratması muhtemel. Daha da kötüsü, Türkiye ile Libya hükümetleri arasında imzalanan deniz yetki alanları anlaşması sonrasında Türk-Yunan ilişkilerinde yeni bir kriz yaşanmaya başladı. Bu anlaşma, yeni bir münhasır ekonomik bölge (MEB) paylaşımı yaratması ve Doğu Akdeniz’de Yunanistan’ı mevcut deniz sınırlarından geriye çekmesinin yanı sıra, Doğu Akdeniz’den Avrupa’ya gitmesi planlanan boru hattının Türkiye’nin onayı olmadan yapılabilmesini de imkansız kılıyor.
Elbette Yunanistan hükümeti Türkiye ile Libya arasında böyle bir anlaşmanın yapılabileceğini öngörmüş müydü bilemeyiz. Ancak Atina’nın, başarılı olan Suriye operasyonu sonrasında, Türkiye’nin gözünü Doğu Akdeniz’e dikeceğini fark etmesi gerekirdi. Ama bence Türkiye-Libya anlaşması Yunanistan için bir sürpriz oldu. Benim görüşüme göre, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki provokatif eylemleri Türk-Yunan ilişkilerinin geleceği açısından endişeler yaratıyor.
Ancak şunu da söylemeliyim ki, Türk-Yunan ilişkileri her zaman gergin olmuştur. Dahası, Yunanistan’da her konuda Türklerin haksız olduğu yönünde çarpık bir görüş vardır. Örneğin, Ege Denizi sorununa bakarsak, Yunan hükümetleri, 1981’den beri Yunanistan’ın Ege’deki karasularını 12 mile çıkarmasının iddialı ve Ankara açısından alarm verici bir sinyal olduğunu tam olarak anlayamamışlardır. Yunanistan’ın hava sahası konusundaki 10 mil ısrarı da (6 mil yerine) uluslararası hukuka aykırıdır. Sonuçta, Ege Denizi bir “Yunan Gölü” değildir ve olamaz. Bunu bölgedeki tek bir ülke bile kabul etmez.
Kiriakos Miçotakis ve Aleksis Çipras
Dr. Ozan Örmeci: Türkiye’de Yunanistan’ın şimdiki Başbakanı Kiriakos Miçotakis’in görüşleri ve seçmenlerine vaatleri konusunda fazla bir şey bilinmiyor. Siz, Yeni Demokrasi (ND) hükümetinin en önemli projeleri hakkında bize bilgiler verebilir misiniz?
Dr. Nikos Christofis: Yeni Yunan hükümeti Temmuz ayından beri görev yapıyor. Yeni Demokrasi (ND) hükümetinin dünyanın herhangi bir yerindeki -Macaristan’dan Brezilya’ya kadar- agresif neoliberal hükümetlerden bir farkı olduğunu düşünmüyorum. İlk olarak, eğitim ve sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi gibi bir projeleri var. Bu konuda bir diğer örnek, Selanik’teki metro inşaatı sırasında çok önemli arkeolojik kalıntılar ve taş döşeli bir yolun (Decumanus Maximus) bulunması ve hükümetin bunları özelleştirmek istemesidir.
Bunun dışında, hükümetin yasa ve düzen konusunda ısrarcı olması dikkat çekicidir. Bu görüş, Yeni Demokrasi’nin siyaset yapma tarzının ana sütunlarından birisi haline gelmiştir. Ancak bana kalırsa, bu görüş ne yasaldır, ne de bir düzen getirmektedir. Yunan vatandaşları son dönemde polislerin aşırı güç kullanımına tanık olmaktalar; artık savcı kararı olmadan insanların evleri bile aranabilmektedir. Tutuklanan insanlara yönelik aşağılayıcı tavırlar da söz konusudur. Bir Yunan Bakan şöyle bir ifade bile kullanmıştır: “Yunan vatandaşlarını ıslah etmek için biraz dayak gereklidir“. Genel olarak, muhalif isimler karalanmakta ve marjinalize edilmektedirler. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kullandığı “çapulcu” gibi bazı tabirler Yunanistan’da da kullanılmaya başlanmıştır. Tüm bu nedenlerden ötürü, ben Yunan hükümetinin anayasa ve yasaları çok da önemsemeyen bir “polis devleti” kurmaya çalıştığı görüşündeyim. Başka bir ifadeyle, neoliberal ütopyaya inanan sadık vatandaşlar yaratmak istemekteler.
Dış politikaya gelince, bu konuda henüz kapsamlı bir yorum yapmak zor. Neyse ki, yeni hükümet Prespa Anlaşması’nı kabul etti ve bu sayede geçtiğimiz yıl Yunanistan’ın en önemli milli sorunlarından biri çözülmüş oldu. Bence Kuzey Makedonya ile yapılan bu anlaşma harika bir hamleydi; bu sayede Balkanlar daha istikrarlı ve güvenli olacaktır. Ancak Türkiye ile ilişkiler konusunda durum daha karmaşıktır ve hükümet gelişmeler karşısında hazırlıksız yakalanmıştır. Bana kalırsa, Atina, AB, ABD, Rusya, Mısır ve İsrail’den gelen desteğe fazla güvenmektedir ve bu desteklerin çoğunlukla söylemsel (retorik) düzeyde kaldığına ve somut eyleme dönüşmediğini fark edememiştir. Bu nedenle, önümüzdeki dönemde Yunanistan’ın AB’den siyasi destek alabilmek için Avrupa Birliği adına önemli bazı meseleleri veto etmesi/bloklaması gündeme gelebilir ve bence bu iyi bir hamle olur. Bence AB’nin hareketsizliği, Türkiye’ye -mülteci kartını kullanarak- Ortadoğu ve Kuzey Afrika (MENA) bölgesinde daha iddialı bir dış politika izleme imkanı tanımıştır.
Bu bağlamda, bir çelişki durumu yaşamaktayız. Bir yanda Yunanistan’a neredeyse tüm aktörlerin sözlü desteği söz konusu; ancak söylemsel düzeyde diplomatik açıdan “izole edilen” Türkiye, fiiliyatta ABD ve Rusya ile düzeyli ilişkiler kurmaya devam etmektedir. Son Türkiye-Libya anlaşması örneğinde olduğu gibi, hiçbir ülke bu konuda risk almak istememektedir. Bu duruma rağmen, Başbakan Miçotakis, olayların “kriz” veya “savaş” boyutuna ulaşacağını düşünmemektedir. Ben de bu görüşteyim; Miçotakis’in Almanya’nın Bild gazetesine verdiği demeçte, böyle bir gelişme olursa, bunun Türkiye’nin daha da izole olmasına yol açacağını düşündüğü görülmüştür. Ben, yakın gelecekte iki ülke arasında bir çatışma riski olduğunu düşünmüyorum. Unutmayalım ki, 2019 Nisan yerel seçimlerindeki yenilgisinden sonra, AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir varoluş mücadelesi vermektedirler. Bu nedenle, Türkiye’nin MENA bölgesindeki politikalarının devam edeceğini düşünüyorum.
Dr. Nikos Christofis ve Dr. Ozan Örmeci İstanbul’da bir konferans sırasında (14 Aralık 2018)
Dr. Ozan Örmeci: Yunanistan, 2004 yılında yapılan Annan Planı referandumuna Türkiye, Kıbrıslı Türkler ve AB ile birlikte koşulsuz destek vermişti. Ancak planın Kıbrıslı Rumlar tarafından reddedilmesi nedeniyle, Kıbrıs Sorunu yalnızca Türk-Yunan ilişkilerini değil, Türkiye-AB ilişkilerini de olumsuz yönde etkileyen bir mesele haline geldi. Aleksis Çipras döneminde bu konuda önemli bir aşama kaydedilemese de, Çipras’ın Kıbrıslı Türklerle görüşen ilk Yunanistan Başbakanı olması dikkat çekti. Mevcut Yunan hükümetinin Kıbrıs Sorunu’na bakışı sizce nedir?
Dr. Nikos Christofis: Bence Çipras’ın Kıbrıslı Türklerle görüşmesi doğru bir girişimdi; bence tüm Yunan hükümetleri bundan sonra böyle davranmalılar. Diğer toplumu (tarafı) dikkate almadan çözüm için umutlu olamazsınız. Yunanlar ve Kıbrıslı Rumlar bazen bir gerçeği unutuyorlar; Kıbrıslı Türkler Kıbrıs Cumhuriyeti’nde bir azınlık grubu değil, eşit bir ortak durumundadırlar. İki toplumun eşitliği barış için olmazsa olmaz bir koşuldur. Ancak Kıbrıslı Rumların çoğunluğu eşitlik durumunu kabul edememektedirler. 1974’ten beri Yunan ve Rum hükümetleri Kıbrıs Sorunu’nu bir “işgal” konusu olarak yansıtmışlardır. Syriza hükümetinde de benzer şekilde düşünenler vardı. Bu, sorunun çözümü için müzakereye başlamak konusunda hatalı bir duruştur. 1974 öncesi olanları görmezden gelmek, kalıcı bir çözüm için yolu kapamak anlamına gelir. Crans-Montana görüşmelerindeki açmazdan beri, bu konu, Yunan hükümetinin gündeminden düşmüş gibi gözükmektedir. Bu, diğer konulardaki öncelikler nedeniyle, anlaşılabilir bir durumdur. Açıkçası ben Atina’nın Kıbrıs’taki geleneksel pozisyonunu nasıl değiştirebileceğini öngöremiyorum; zira Türkiye, bu konuda Yunanistan tarafından agresif, yayılmacı ve provokatif bir devlet olarak görülüyor. Son dönemdeki gelişmeler de bu görüşü daha meşru hale getiriyor.
Dr. Ozan Örmeci: Kıbrıs Sorunu, son yıllarda bölgede bulunan doğalgaz kaynakları ve Kıbrıs Rum hükümetinin yaptığı enerji anlaşmaları nedeniyle Doğu Akdeniz’de bir deniz yetki alanı ve münhasır ekonomik bölge (MEB) paylaşımı sorununa dönüştü. Sizce bu konuda adil bir çözüm nasıl geliştirilebilir?
Dr. Nikos Christofis: Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının keşfi, Kıbrıs Sorunu’nu daha da karmaşık hale getirmiştir. Bu konu henüz müzakerelerde açık bir gündem maddesi olmasa da, müzakereler için yüzeyin hemen altında potansiyel bir kaldıraç (manivela) olarak pusuda beklemektedir. Buna karşın, Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon kaynakları, her yerde olduğu gibi, Kıbrıs için bir nimetten ziyade bir lanete de dönüşebilir. Türkiye’nin Kıbrıs Sorunu’nda bir çözüm olmadan bu konuda Kıbrıslı Rumların girişimlerini engelleme politikası, Ankara’nın resmi söylemlerini desteklemektedir. Erdoğan’ın Kıbrıslı Türklerin haklarını korumak için kullandığı “Kıbrıs Türkü, Büyük Türk milletinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu gerçeği değiştirme hayali içinde olanlar, beyhude bir amaç uğruna çabaladıklarını er ya da geç fark edeceklerdir.” sözü, bu konuda Ankara’nın duruşunu ortaya koymaktadır.
Ancak ben Erdoğan’ın asıl amacının Kıbrıslı Türkleri korumak olduğunu düşünmüyorum. Bence, daha çok Doğu Akdeniz’de ve Ege’de Türkiye’nin duruşunu güçlendirmek ve hidrokarbon kaynaklarından pay alabilmek için Kıbrıslı Türkler konusunu bir manivela olarak kullanıyor. Bu stratejiyi yanlış bulmuyorum; ancak bu konuda yapılan anlaşmalar, tüm tarafların onayı ve dahliyle yapılmalıdır.
Türkiye’nin bu konudaki duruşunu tamamen anlıyorum. Ankara, “Diğer devletler pay alırken biz neden dışarıda kalalım?” düsturuyla hareket ediyor ve kendi payını istiyor. Ancak bunu yaparken izlediği politika farklı ve sorunlu. Türkiye, uluslararası hukuk ve önceki anlaşmaları ihlal ederek, bölgede komşu devletler açısından sorun yaratıyor. Bu ortamda, Türkiye’nin giderek askerileştiği ve ordunun Suriye ve Libya’da bir dış politika unsuru haline getirildiği görülüyor. Kıbrıs’ta ise, kara kuvvetlerinden ziyade Türk Donanması’nın önemli bir rolü var. “Mavi Vatan” adlı tatbikat ve doktrin, Türkiye’nin bölgedeki egemenliğinin yayılmacı (expansionist) değilse bile, geniş kapsamlı (expansive) algılandığının bir göstergesi.
“Mavi Vatan” doktrini, sadece bu bölgede değil, Lozan Antlaşması bağlamında da “revizyonist” bir mantık ortaya koyuyor. Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın bir Türk televizyonuna kısa süre önce verdiği bir röportajda gösterdiği ve Girit’in doğusundaki hidrokarbon kaynaklarının araştırılmasına/çıkarılmasına yönelik harita, bunu açıkça gösteriyor. Ankara’nın bu konuları güvenlikleştirmesi, Libya anlaşması ve Lozan Antlaşması’na yönelik revizyonist yaklaşımlar, haliyle Yunanistan’da huzursuzluk yaratıyor. Ayrıca Yunanistan’daki Türkiye’nin agresif (saldırgan) olduğu yönündeki klasik görüşü de doğruluyor.
Bunları söyledikten sonra, şunu da ifade etmeliyim ki, tüm bu sorunların kapsayıcı müzakerelerle çözülebileceği kanaatindeyim. Ancak bunun için iki tarafın da iyi niyetle müzakere etmeye istekli olmaları gerekiyor. Buna rağmen, ben şahsen karamsar görüşteyim ve bunun iki temel nedeni var. İlk olarak, Türkiye’nin son dönemdeki politika ve eylemleri bunun tersi yönünde bir gelişme. İkincisi de, Yunan hükümetinin kıta sahanlığı dışında diğer konuları müzakere etmekteki isteksizliği ve bu konuyu tek mesele olarak öne çıkarması beni karamsarlığa itiyor. Teşekkür ederim!
Dr. Ozan Örmeci: Değerli görüşlerinizi bizimle paylaştığınız için size teşekkür ederiz. Umuyorum sizinle beraber üniversitemizde bir workshop (çalıştay) düzenleyerek, Türk-Yunan ilişkilerindeki sorunları detaylı olarak tartışabiliriz.
Tarih: 19/12/2019