ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİLERİ

upa-admin 02 Nisan 2020 38.743 Okunma 1
ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİLERİ

Giriş

Uluslararası İlişkiler disiplininde teorik yaklaşımlar,  bir araştırmanın yapılabilmesi adına en önemli araçtır. Bu nedenle, çalışmaya teori ile ilgili genel bir giriş yapılarak başlanması yerinde olacaktır. Teori, genel anlamda bir olay üzerinde araştırma yapanların detaylarda boğulmasını engelleyerek kendilerine bir çerçeve oluşturmasını,  bu sayede belli bir kavramı kullanarak benzer olayların anlaşılmasını kolaylaştıracak genellemeler yapmamızı ve herhangi bir olayı veya eylemi açıklamamız için kullanılan bir düşünce sistemidir. Uluslararası İlişkiler disiplininde teoriden kasıt, uluslararası ilişkileri sistematik bir çerçevede ele almayı sağlayan düşünce sistemleridir. Uluslararası İlişkiler disiplini için dünya çapında birçok özgün teori geliştirilmiştir. Bu çalışmamızda; Realizm (Gerçekçilik), Liberalizm (İdealizm), Marksizm, İngiliz Okulu, Yapılandırmacı Yaklaşım (Konstrüktivizm) ve Sosyalizm teorilerinin genel özellikleri ve kendi içindeki türleri incelenmiştir.

1. Realizm

Realizm veya Gerçekçilik, felsefi-siyasi kökleri Antik Yunan’a hatta Sun Tzu’ya kadar götürülebilecek olan ve özellikle II. Dünya Savaşı sonrası çok popüler olan bir Uluslararası İlişkiler teorisidir. Thucydides, Makyavel ve Thomas Hobbes gibi düşünürler Realizm’in kurucusu/öncüsü kabul edilebilirler. Realizm, İdealizm’in ideallerinin I. Dünya Savaşı sonrasında başarısız olması sonucu buna tepki olarak ortaya çıkmış ve dünyada kabul görmüştür. Realistler, İdealistleri ütopyacı olmakla suçlamış ve gerçekte ne olduğuyla değil, ne olması gerektiğiyle ilgili oldukları için dünyayı anlamakta yetersiz kaldıklarını iddia etmişlerdir. Modern Realizm’in en önemli kurucusu ise Hans Morgenthau’dur. Morgenthau, II. Dünya Savaşı sonrası oluşan konjonktürde uluslararası politikanın güç açısından tanımlanan ulusal çıkara dayalı objektif ve evrensel kurallarla yönetildiğini savunmuştur. Morgenthau’ya göre, uluslararası politika, bir güç mücadelesidir.

Realizm akımının belirlediği temel prensipler ise; temelde, insan doğasının özü bencil, güç ve iktidar hırsıyla hareket eden ve kendi çıkarları peşinde koşan varlıklar şeklindedir. Uluslar da bireyler gibi çıkarları peşinde koşarlar. Bu bakımdan, Realizm teorisinde ulusal çıkara büyük önem verilir ve uluslararası sistemde var olana bakılması gerektiği savunulur. Var olan ise, uluslararası sistemin temel aktörlerinin ulus-devletlerden ibaret olduğudur. Bu ulus devletler de, çıkarları doğrultusunda hareket ederler. Böylece, dış politika analizi, ulusal çıkarların gereklerine indirgenmiş olur. Sonuç olarak, ulusal çıkar ile güç arasından önemli bir ilişki vardır. Bu bağlamda, devlet adamları kendi ulusal çıkarlarını savunurken, ülkelerinin güçlerini temel alarak hareket etmelidir. Böylece, uluslar ancak güçleriyle orantılı, uyumlu ulusal çıkarların savunabilir sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu çerçevede Realizm’in kurucularından olan Hans Morgenthau’ya göre, insanlar doğaları gereği güç peşinde koşan yaratıklardır. Bu güç peşinde koşma dürtüsü insanları birbirleriyle çatışmaya sürükler. Eğer insanlar diğerlerinin baskı ve kontrolünden bağımsız bir siyasi alan istiyorlarsa, bir araya gelerek kendilerine bunu sağlayacak olan devleti oluşturmak zorundadırlar. Morgenthau, Uluslararası İlişkiler teorisi olarak Realizm’i 6 temel ilkede özetlemektedir. Bunlar;

  1. Genel olarak, toplum gibi, siyaset de, kökleri insan doğasında bulunan objektif yasalarla yönetilir.
  2. Siyasi gerçekliğin hareket noktası güç çerçevesinde tanımlanan ulusal çıkar kavramıdır. Bu kavram siyaseti iktisadi ihtiyaçlara veya ahlaki değerlere indirgenmeyecek kendi başına otonom bir alan haline getirir. Devlet adamları siyasi öngörünün ve güç olarak tanımlanan çıkarın diktelerine göre hareket etmek zorundadır.
  3. Siyaset, bencil insan arzularının ifade edildiği, dolayısıyla er ya da geç çatıştıkları alandır. Uluslararası politika da devletlerin çıkarlarının çatışma alanıdır. Fakat siyasetin temeli olan çıkarlar sabit değildir ve zamanla değişebilir. Realizm’in değişen siyasi gerçekliği takip eder.
  4. Devletlerin dış politika eylemleri evrensel moral değerlere göre değerlendirilmez. Uluslararası ilişkilerin değerleri kişisel ahlaktan farklı olarak siyasi ve durumsaldır.
  5. Herhangi bir devletin etiksel seçimleri uluslararası ilişkileri yöneten değerlerle özdeşleştirilemez.
  6. Siyasi gerçekçilikle diğer düşünde okulları arasındaki ayrım temel ve gerçektir. Her alan kendi kriterlerine göre değerlendirilmelidir. Bu çerçevede, otonom bir alan olan siyaset de kendi ilkeleri çerçevesinde ele alınmalıdır.

Bu bağlamda uluslararası politikada 1940’lardan sonra başat bir önem kazanan Realist yaklaşımın temel varsayımları şunlardır:

  • İnsan, doğası gereği günahkâr ve kötü bir varlıktır. Tarihte bunun birçok örneği mevcuttur.
  • İnsanın bu günahkâr doğasının en kötü yanı, güce olan açlığı ve insanlara egemen olma arzusudur.
  • Söz konusu güç mücadelesinin temel aktörleri devletlerdir.
  • Güç kavramı, askeri olan ve askeri olmayan unsurlar olarak ikiye ayrılır.
  • Devletlerin varlığını koruması ve sürdürebilmesi için gerçekleştirdikleri bütün eylemler ulusal çıkarların bir sonucudur.

Realizm teorisini genel çerçevede açıkladıktan sonra realizmin iki türü olan Klasik Realizm ve Neo-Realizm başlıklarını da inceleyebiliriz.

1.1. Klasik Realizm

Klasik Realizm her ne kadar 1939’da E.H. Carr’ın (Edward Hallett Carr) Yirmi Yıl Krizi (Twenty Years Crisis) kitabında ütopyacıların ya da disiplindeki daha yaygın adıyla İdealist düşüncenin eleştirilmesi ile ortaya çıkmış olsa da, Realistler, teorinin düşünsel altyapısı çok daha eski dönemlerdeki çalışmalar ile şekillenmiştir. Bunun sebebi, teorinin, insan doğasından yola çıkarak devlete dair çıkarımlar yapıyor olmasıdır. Bu bağlamda en çok başvurulan isimlerden birisi, insan doğasına dair görüşlerinden dolayı Thomas Hobbes olmuştur. Hobbes, insanların doğuştan eşit olduğunu ve bu eşitliğin bir şeyleri arzulama konusunda da geçerli olduğunu ileri sürer. İki kişinin aynı anda sahip olamayacağı bir şeyi arzu etmesi durumunda ise güvensizlik doğacağının, bu kişilerin birbirine düşman olacağını ve birbirini yok etmeye ya da egemenlikleri altına almaya çalışacağının da altını çizer. Klasik Realizm’de bu durum teoriye uyarlanarak, egemen devletler çıkarları peşinde koşar ve bu çıkarların çatışması durumunda savaş ortaya çıkar şeklinde argüman benimsenmiştir. Gerçekten de iki ya da daha fazla egemen devletin çıkarlarının çatıştığı bölgeler mücadele alanlarına dönmekte ve bu mücadele genellikle devletleri savaşa sürüklemektedir. Klasik Realistler, devletin çıkarları doğrultusunda kazanç sağlamak için diğer devletler ile rekabet ettiğini, diğer devletlere güvenemeyeceğini ve çıkarlarına ulaşmak için sürekli mücadele içinde olduğunu savunur. Klasik Realizm’in devlete dair bu vurgusunun nedeni teorinin, analiz birimi olarak ‘devlet’ i ele almasıdır. Bu yaklaşımın sebebi, teorinin devleti uluslararası sistemdeki öncelikli aktör olarak görmesi ve bunun dışında kalan bölgesel ve uluslararası aktörlerin, ekonomi ya da hukukun ikincil önceliğe sahip olduğunu vurgulamasıdır. Teorinin devlete dair benimsediği varsayımlardan bir tanesi de devleti küresel siyasetin merkezinde konumlandırılmasının yanı sıra onu bütünleşik bir aktör olarak tanımlamasıdır. Devlete dair bu yönde bir varsayımın benimsenmesinde, teorinin ortaya çıktığı dönemin büyük etkisi vardır. Bu özelliğinin yanı sıra, Klasik Realist yaklaşım, uluslararası sistemi açıklarken de Thomas Hobbes’un görüşlerinden uyarlamalar yapmışlardır. Hobbes, devletin olmadığı durumda “herkesin herkese karşı savaş” halinde olduğunu savunmuştur. Bunun gerekçesi olarak da, devletin insanları korku altında tutabilecek genel bir güç olduğunu öne sürmektedir. Klasik Realistler, uluslararası sistemin doğasını tanımlarken, bu ifadeden yola çıkarlar ve uluslararası sistemde Hobbes’un bahsettiği gibi genel bir gücün olmadığını ve sistemde her devletin her şeyi yapma özgürlüğünün olduğunu savunurlar. Diğer bir ifade ile, Klasik Realizm’e göre sistem anarşiktir ve anarşi bir önkabul değil, bir neden-sonuç ilişkisinin ürünüdür. Her devletin çıkarlarına ulaşma noktasında eşit olması ve bir sistem devletinin olmaması anarşiye sebep olmuştur. Diğer bir özelliği güç kavramı, bu kavram her ne kadar Thucydides’e kadar dayandırılsa da, güç kavramının klasik realizmdeki merkezi konumunu sağlayan kişi Hans Morgenthau olmuştur. Bu bağlamda, Klasik Realizm’de güç, tek başına materyal kapasitelerin arttırılmasını ifade etmez. Temel amaç, hayatta kalma gayesini sağlayabilmek adına caydırıcılık yaratabilmektir. Özetle; Klasik Realizm insan doğası hakkında kötümser ve karamsar bir bakış açısı sunar. Realistlere göre, insan doğasının ayrılmaz parçası olan güç mücadelesi uluslararası politikayı belirler. Hobbes ve Machiavelli gibi düşünürlerden etkilenen realistler insan doğasını kötü bir şekilde tanımlamışlardır.

1.2. Neo-Realizm

Kenneth Waltz’un 1979’ta yazdığı Theory of International Politics (Uluslararası Politika Teorisi) adlı eseri, Neo-Realizm’in ortaya çıkışı olarak değerlendirilmiştir. Waltz, devletlerin uluslararası ilişkiler söz konusu olduğunda benzer davranışlar sergilemesini uluslararası yapıyla açıklar. Her şeyden önce, Neo-Realizm’in, Klasik Realizm’den tamamen farklı kavramlar kullandığı ya da ona karşıt bir teori olduğu düşünülmemelidir. Klasik Realizm’de var olan devlet tanımlaması Waltz tarafından reddedilmemiş ve devlet yine hayatta kalma arzusunda olan bütünleşik bir aktör olarak tanımlamıştır. Ancak Klasik Realizm’de olduğu gibi Neo-Realizm’de de devletin merkezi konumu kabul edilmekle birlikte, yeni geliştirilen yaklaşımda da birtakım değişiklikler göze çarpmaktadır. Ancak yapıların içindeki her bir aktör üzerinden tanımlanmadığını, yalnızca ana aktörler tarafından tanımlandığını savunur ve ona göre uluslararası yapıdaki bu ana aktör devlettir. Diğer bir ifade ile, Neo-Realizm’de devlet, Klasik Realizm’de olduğu gibi sistemin tek aktörü değildir; ancak en önemlisidir. Bununla birlikte, Klasik Realizm’e paralel olarak, Neo-Realizm’de de devletin yegâne amacı hayatta kalmaktır. Waltz’a göre, devletler, varlıklarını sürdürmenin yollarını ararlar. Devletin hayatta kalma güdüsü dışında kalan diğer amaçları sonsuz sayıda değişiklik göstermekle birlikte, herhangi bir amaca ulaşabilmenin önkoşulu hayatta kalmaktır. Yine Waltz, anarşi içerisinde devletin nihai amacının güvenliğini sağlamak olduğunu ve hayatta kalmanın garanti altına alınması durumunda eşitlik, çıkar ve arayışlarına girebileceğini savunmuştur. Yani Neo-Realizm’de de, Klasik Realizm’de olduğu gibi, sistem anarşik olarak tanımlanmıştır. Neo-Realizm’in iki alt türü bulunmaktadır. Bunlar:

1.2.1. Savunmacı (Defansif) Realizm: Waltz’un önderliğini yaptığı Savunmacı (Defansif) Realizm, uluslararası sistemin anarşik yapısının devletlerin güvenlik kaygısıyla daha dikkatli ve basiretli davranacağına inanır. Savunmacı Realistlerin devletlerin ittifak yaparak ve dengeleme politikası izleyerek kendilerini güvenceye alacakları görüşünü savunurlar. Savunmacı Realizm, “yeterli düzeyde gücün” makul olduğuna ve eğer herhangi bir devlet aşırı şekilde güçlenirse dengeleme mekanizmasının çalışacağına inanırlar.

1.2.2. Saldırgan (Ofansif) Realizm: Uluslararası sisteme hâkim olan anarşinin devletlerin saldırgan bir politika izleyerek coğrafi ve siyasal genişleme yönünde harekete geçmelerine neden olacağını belirtmektedir. Saldırgan Realizm’e göre, tüm devletler kendi ulusal güçlerini diğerlerine oranla maksimize etmenin peşindedirler.

Realizm ve Neo-Realizm ayrımında şu hususlar önem arz etmektedir; Klasik Realizm ve Neo-Realizm arasında farklar olsa da Realizm’in üç temel ögesi olan devlet (state), beka (survival) ve kendini koruma (self-help) kavramlarına yapılan vurgu değişmemiştir. Neo-Realistler, uluslararası sistemi, büyük güçler arasındaki ilişkiye göre üçe ayırırlar: tek kutupluluk, çift kutupluluk, çok kutupluluk. Neo-Realizm’e göre bir devletin büyük güç olarak tanımlanabilmesi için, bu devletin askeri, ekonomik ve siyasi gücü sadece kendinde toplayıp beklemesi değil; küresel düzeyde de bu gücü kullanabilmesi gerekir. Neo-Realizm, Beril Dedeoğlu’nun belirttiği gibi, “Uluslararası ilişkiler tarihini büyük güçler tarihi olarak ele almaktadır. Sistem de büyük güçler tarafından belirlenmektedir.” Sistemin karakteri de, bütün dünyayı domine edebilen büyük gücün karakter özelliklerine göre şekillenir. Özetle bu iki aynı köklere dayanan teoride temel farklılıklar, yapılan vurgularda karşımıza çıkar.

2. Liberalizm (İdealizm)

Anlamı “özgür” olan ve Latince “liber” kelimesinden gelen “liberal” terimi, aslen özgürlük felsefesine işaret etmektedir. Liberalizm ise, belli bir amaç ve idealleri olan bir siyasal düşünce geleneğini temsil etmektedir. Liberalizm, bir ideoloji olarak özellikle İngiltere ve ABD’de XVIII. ve XIX. yüzyıl siyasal ve ekonomik düşünce tarihinde etkili olmuştur. Ancak aslında Liberalizm, 1688 ile 1789 yılları arasını kapsayan Aydınlanma Çağı filozoflarının temel felsefelerini oluşturmuştur. Bunun yanı sıra, Liberalizm’in felsefi kökenleri de John Locke, David Hume, Adam Smith, Jeremy Bentham, J. Stuart Mill, Herbert Spencer, Benjamin Constant ve Alexis de Tocqueville gibi düşünürlerin görüşleriyle şekillenmiştir. Liberalizm, günümüz uluslararası ilişkiler disiplininde pek çok teorinin çıkış noktasını oluşturmuştur. Örneğin, İdealizm, karşılıklı bağımlılık, ulusaşırıcılık, liberal uluslararasıcılık, liberal barış teorisi, neo-liberal kurumsalcılık ve dünya toplumu yaklaşımları liberalizmin birer türevidirler. Günümüz liberal teorileri arasında bazı farklılıkların bulunmasına rağmen, hepsi Liberalizm’in temel varsayımlarını kabul etmektedirler.

Liberalizm, düşünsel temellerinin 17. yüzyılda atıldığı bir siyasal ideolojidir. John Locke, liberalizmin öncüsü olarak kabul edilir.  Devletin amacının özgürlüğü güvence altına almak olduğunu, devletin kaynağının ve meşruiyetinin toplum sözleşmesinde aranması gerektiğini, iktidarın bireysel kabulü amaçlamak zorunda olduğunu belirten görüşleriyle liberal düşüncenin kuruluşuna katkıda bulunmuştur. David Hume, aklın bireysel fayda peşinde koştuğu, kendiliğinden düzenin en adil düzen olduğu ve devletin buna asla karışmaması gerektiği, faydacılık ve özgürlüğün insanın doğası olduğunu savunmuştur. Adam Smith’in insanın çıkarları peşinde koşarak toplumsal çıkarı arttırdığı, doğal düzenin en özgür düzen olduğu, devletin iç ve dış güvenlik görevleri dışında hiçbir şeye karışmaması gerektiği görüşleri; Jeremy Bentham’ın devletin amacının bireysel çıkarı arttırmak olduğu, özgürlük olmadan fayda, fayda olmadan ekonomik özgürlük, ekonomik özgürlük olmadan mülkiyet, bunların hepsi olmadan da mutluluk olmayacağı düşünceleri ve J.Stuart Mill’in devleti ve ahlakı, hazzın belirlediğini, en büyük hazzın özgürlük olduğunu, devletin de amacının bu hazzı maksimize etmek olduğunu söylemesi liberal düşüncenin gelişmesini sağlamıştır. Herbert Spencer, en uygun olanın ayakta kalmasını sağladığı için sosyal ayıklanmayı, “laissez faire”i, rasyonel bireyi savunarak liberalizme katkıda bulunmuştur. Benjamin Constant, basında, dinde, ekonomide, mülkiyette kısaca her şeyde azami özgürlüğü savunmuş liberalizm ile doğrudan katılımı birleştirmeye çalışmıştır. Alexis de Tocqueville de liberalizm ile demokrasiyi özdeşleştirip birbirinin olmazsa olmaz şartı olarak göstermiş, tarihin amacının özgürlük ve eşitliği gerçekleştirmek olduğunu savunarak liberalizmin günümüzde anlaşılan temel ilkelerinin belirginleşmesine katkıda bulunmuştur. Temel ilkelerinin yansıra iki alt türü vardır. Bunlar, Klasik Liberalizm ve Modern Liberalizm’dir. Yukarıda saydığımız temel ilkeleri daha detaylı şekilde inceleyecek olursak;

  • Bireycilik ve İnsan Hakları: Bu anlayış bireyi esas alarak onu sınıf, toplum, halk gibi kolektif yapılardan üstün tutmaktadır. Liberalizm’e göre, devletin, siyasal düzenin ve hukuk düzeninin varoluş amacı bireydir. Bireyin yaşama, mülkiyet, özgürlük gibi insan haklarının sağlanması ve bunun anayasal çerçevede tesis edilmesi Liberalizm’in amaçlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
  • Yasaların Egemenliği ve Sınırlı Devlet: Liberalizm, devletin bulunduğu konum itibariyle sınırsız ve mutlak güce sahip bir iktidar anlayışına karşı çıkmaktadır. Liberalizm’e göre, devletin görevi güvenliği sağlamak, hukuk düzenini temin etmek ve temel hizmetleri yerine getirmektir. Bunun dışında devlet ticari-iktisadi faaliyetlere karışmayıp mal ve hizmet üretimini piyasa ekonomisine bırakmalıdır. Hukukun üstünlüğünü esas alan bu ilkede devlet her türlü görüşe eşit ve yansız olmak zorundadır. Birçok liberal düşünür, en iyi yönetimin sınırlandırılmış veya en az yöneten yönetim olduğu konusunda hemfikirdir.
  • Temel Siyasi Hak ve Özgürlükler: Liberalizm’in bireycilik ile birlikte en önemli ilkesidir. Liberalizm’e göre, insanlar, sosyal ve siyasal anlamda özgür olmalıdır. Kişiler serbestçe düşünebilmeli, düşüncelerini ifade edebilmeli, istediği dini yaşayabilmelidir. Devletin amacı da bireylerin özgürlüklerini kısıtlamak değil, bu özgürlükleri sağlamak olmalıdır. Buradaki referans noktası ise bireyin devlet için değil, devletin birey için var olduğu gerçeğidir.
  • Piyasa Ekonomisi: Ekonomik sistem bakımından Liberalizm’in savunduğu piyasa ekonomisi; kendi kurallarına göre işleyen, dış müdahale ve yardımların olmadığı, rekabete dayalı, miras, özel mülkiyet, sözleşme yapma özgürlüğünün olduğu ekonomik sistem olarak ifade edilir.

2.1. Klasik Liberalizm

Klasik iktisat okulunun kurucusu olarak kabul edilen Adam Smith, ünlü Ulusların Zenginliği (The Wealth of Nations) adlı eserinde Klasik Liberalizm’in temel ilkelerini ortaya koymuştur. Smith, fizyokratlar gibi ekonominin işleyişinde doğal bir düzenin var olduğuna inanmış ve bunu “görünmez el” olarak adlandırmıştır. Smith’in Ulusların Zenginliği adlı eserinde üzerinde önemle durduğu konuların başında, mübadele ve işbölümü gelmektedir. Smith’e göre, insanların her ihtiyaçlarını bizzat kendilerinin karşılamaları yerine mübadele ve işbölümü ile daha yüksek bir faydaya ulaşmaları ve refah seviyelerini yükseltmeleri mümkün olur. Smith, mübadele ve bölümünün öneminin aynı ekonomiden para ekonomisine geçmekte daha iyi anlaşılacağını belirtir. Smith, para ekonomisinin hüküm sürdüğü bir piyasa ekonomisinde itici gücün kişisel çıkar olduğunu savunur.

Smith, ünlü eserinde devletin başlıca üç tür görev üstlenmesini ve bunun dışında ekonominin doğal işleyişine müdahale etmemesi görüşünü savunmuştur. Bunlar;

  • Devletin birinci görevi, toplumumuzu şiddetten ve diğer bağımsız devletlerin istilasından korumaktır ve bu ancak askeri bir askeri güç ile sağlanabilir.
  • Devletin ikinci görevi, toplumun her üyesini diğer vatandaşların baskısından korumak ve bunun için adaleti teminen bir yargı sistemi oluşturmaktır.
  • Devletin üçüncü ve son görevi, toplumu yüksek derecede avantaj sağlayacak bazı kamusal hizmetlerin yapılmasıdır.

Smith’in belirttiği devletin ilk iki görevi dış güvenlik, iç güvenlik ve adalet hizmetlerinin yapılmasına ilişkindir. Smith’in belirttiği son görev ise bazı yorumlara açıktır. Bu son görev ile Smith esasen altyapı ve eğitim hizmetlerini kastetmektedir.

Klasik Liberalizm, sadece Adam Smith’in görüşleri ile sınırlı değildir. Adam Smith dışında diğer klasik iktisatçıların da liberalizme önemli katkıları olmuştur. İngiliz klasik iktisatçılarından David Ricardo, Thomas Malthus ve John Stuart Mill’i Fransız klasik iktisatçılarındane Jean-Baptiste Say ve Frédéric Bastiat’yı liberalizme önemli katkılarda bulunmuş düşünürler arasında saymak gereklidir. Örneğin, John Stuart Mill’in Özgürlük Üstüne (On Liberty) adlı eseri, Liberalizm’in anıt kitapları arasında yer almaktadır. Jean-Baptiste Say da “Her arz kendi talebini yaratır” şeklinde formüle ettiği Piyasalar Kanunu ile piyasa ekonomisinin gücünü ortaya koymaya çalışmıştır. “Say Kanunu” olarak da bilinen bu düşünce, piyasa ekonomisinde arz ve talep arasında meydana gelecek dengesizliklerin zaman içerisinde kendiliğinden ortadan kalkacağını ve ekonominin doğal işleyişine kavuşacağını savunmaktadır.

2.2. Modern Liberalizm

Modern Liberalizm’in temel türevleri şöyle sıralanabilir:

  • Karşılıklı Bağımlılık Teorisi: ilk defa Ekonomi disiplinine bağlı olarak ortaya atılmıştır. Buna göre, iki devletin güçleri aşağı yukarı eşitse ve karşılıklı etkileşimleri her birini diğerinin hareketlerine karşı önemli oranda hassas yapacak düzeyde ise, o iki devletin ekonomileri karşılıklı-bağımlı demektir. Pratikte, bu yaklaşım, devletler arasında ticaretin barışı da güçlendireceği fikrinin ifadesidir. Özetle, teori, karşılıklı bağımlılık üzerinden Liberalizm’i ticaret ve ekonomik ilişkilerle ilgili fikirlere dayandırır. Yani iki ülke birbirlerine bağımlı olurlarsa, barış olur fikrindedir. Bu bağlamda, sanayileşme ve endüstrileşme, karşılıklı bağımlılığı arttırır ve savaş riskini azaltır.
  • Demokratik Barış Teorisi ve Cumhuriyetçi Liberalizm: Demokratik Barış kuramı, bir devletin egemenlik biçiminin dış politika davranışlarını belirlediği kabulünden hareket etmektedir. Buna göre, rejimleri demokratik olan devletler barışa yatkındır ve birbirlerine karşı (hemen hemen) hiç savaş yapmazlar. Dolayısıyla, demokratik rejimler diğer egemenlik biçimlerinde olmayan barışçıl bir içeriğe ve barış üreten bir özelliğe sahiptir. Demokratik Barış teorisi çalışmaları, demokratik barış fikrini genellikle Immanuel Kant’ın 1795’de yayımlanan Ebedi Barış (Perpetual Peace) adlı eserine gönderme yaparak açıklamaya başlamaktadırlar. Bir ülkenin yönetim biçimi Cumhuriyet ve bunun ötesinde de demokrasi ise, dış politikası da bundan doğrudan etkilenecektir. Cumhuriyet, özünde barışçıl bir siyasal sistemdir ve dış politika da buna bağlı olarak barışçıl olacaktır. Özetle, bu teori, Monarşi’den ziyade Cumhuriyet’in faydalarını vurgulayan ve özellikle demokrasi ile barısın arasındaki bağlantıya dikkat çeken bir Liberalizm türüdür.
  • Liberal Kuramsalcılık Teorisi:. 1980’lerden sonra ortaya çıkmıştır. Buna göre, devletler işbirliği yapmalıdırlar. Neo-Liberaller, devletlerin önemli faktör olduklarını ama örgütlerin de önemli olduğunu söyler. Devletlerin rasyonelliğini kabul ederler. Rasyonel olduğu için işbirliği yaparlar. Mutlak kazanca bakarlar. Halkın refahını arttırmak temel amaçlarıdır. Sistemin anarşik olduğunu ise kabul ederler. Özetle, bu teori, Liberaller kurumların devletlerin ve insanların davranışlarını düzenleyen temel yapılar olarak görürler. Uluslararası kurumlar olarak ya BM, NATO, NAFTA, ASEAN veya Avrupa Birliği gibi örgütleri ya da devletlerin eylemlerini düzenleyen kurallar bütününü (rejimleri) kabul ederler.

Liberalizm, daha önce de bahsedildiği gibi, Uluslararası İlişkiler disiplininde pek çok teoriyi de derinden etkilemiştir. Bunların en önemlisi, özellikle I. Dünya Savaşı sonrası yeni bir dünya düzeni kurma çalışmaları sırasında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Woodrow Wilson’ın öncülüğünü yaptığı İdealizm’dir. Öyle ki, İdealizm çoğu zaman Uluslararası İlişkiler teorilerinde Liberalizm’le eşanlamlı olarak bile kullanılır. İdealistler, uluslararası olayları şekillendiren tek faktörün güç olmadığını, uluslararası hukuk, moral değerler ve uluslararası örgütlerin de uluslararası politikanın şekillenmesinde önemli rol oynadığını vurgulamışlardır. Ayrıca, İdealistler, savaşların sebebi olarak insan doğasını değil, o güne kadar uygulanan güç politikalarını görmüşler ve ulusların, güç yerine hukukun ve yasal kurumların etrafında örgütlenmesini savunmuştur. İdealistler, bunların yanı sıra, uluslararası sistemi beraber çalışmaya ve problemleri karşılıklı olarak çözmeye muktedir devletlerin oluşturduğu bir toplum olarak görmüşlerdir. İdealistlerin temel görüşleri ise şunlardır;

  1. İdealistler, Realistlere karşı ulus devlet ve ulusal çıkarların dış politikayı belirleyen tek aktörler olduğunu reddediyor ve uluslararası ve ulusüstü yapıları (Milletler Cemiyeti, Birleşmiş Milletler vb.) ve bir devlet içerisindeki farklı grupları (etnik-mezhepsel azınlıklar, stö’ler vs.) ve bireyleri de ön plana çıkarırlar.
  2. İdealistler, ulus-devletin her zaman kendi çıkarları doğrultusunda rasyonel (akılcı) kararlar alan aktörler olduğunu reddederler. Dahası, devletlerin sabit politika tercihleri de yoktur.
  3. İdealistler, sadece güvenlik meseleleriyle (yüksek politika) değil, ekonomik gelişme ve siyasal özgürlükler (alçak politika) konusunda da çalışmalar yaparlar.
  4. İdealistlere göre, barış, kendi kaderini tayin hakkı (self-determinasyon) gibi ahlaki değerler de dış politikada var olmalıdır.
  5. Uluslararası politika sadece rekabet ve güçten ibaret değildir; devletler işbirliği de yapabilirler. İdealizm’in iki diğer temel unsurunu da incelersek;
  • İyi İnsanın/Karar Alıcıların/Toplumun Yetişmesi için “Eğitim”: İdealizm ve idealistler her ne kadar insanın doğasının iyi olduğunu varsaysalar da, insanın kötü yönünün de olabileceğini, özellikle çevre şartlarının olumsuz veya kötü olması durumlarında insanın kötülüğe meyledebileceğini kabul eder. Bu nedenle, insanın kötü eğilimlerinin ve davranışlarının giderilmesi için bir yandan kötü çevre şartlarının reforme edilerek iyileştirilmesi, diğer yandan da insanın kötülüklerden uzaklaşması yönünde eğitim süreçlerine tabi tutulması gerekir. Diğer bir deyişle, her İdealizm, kendine özgün bir “iyi insan” ve buna uygun “eğitim-öğretim” yöntemi seçebilir.
  • Küresel Toplum: İdealizm’in en nihai hedefi, belki de ütopyacılık derecesindeki ideal, ‘küredeki” tüm insanların, bugünkü uluslararası sistem durumundan çıkıp, bugünkü ulus-devletlerdeki toplumsal ve siyasal durumuna benzer bir duruma geçmesini sağlamaktır. Diğer bir ifadeyle; tüm devletler arası sınırların ortadan kalktığı, tüm insanların aynen şimdiki ulusal toplumlarda olduğu gibi yanyana ve iç içe yaşadığı, sorunların devletlerdeki yasama-yürütme-yargı gibi uluslar üstü mekanizmalar ile çözüldüğü, böylece ulusal çıkar çatışmalarının, devletler arası savaşların, güç dengesi mücadelelerinin, orduların ve benzeri tüm ulus-devlet kurumlarının ortadan kalktığı bir ‘küresel toplum’ haline getirmeyi amaçlar. Böylesi bir durumun oluşma ve uygulanabilme şansının çok düşük, belki de imkânsız olması nedeniyle, bu hedefin “İdealizm” değil, “ütopyacılık” olduğunu da iddia etmek de mümkündür.

3. Marksizm

Uluslararası İlişkiler disiplinine uzun bir süre hâkim olan ana akım teorilerin aksine, Marksizm Uİ’de kendine ancak 1980’li yılların sonunda, pozitivizm sonrası dönemde bir yer bulabilmiştir. Marksizm, Soğuk Savaş ideolojik yapısı çerçevesinde sosyalist ülkelerin rejimleriyle özdeşleştirilmiş ve bir sosyal teori olarak Marksizm, Uİ’nin gündemine gelmemiştir. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve küreselleşme ya da Marksist bir bakış açısından kapitalizmin evrenselleşmesi Marksizm’in tezlerinin yeniden gündeme gelmesine ve bu tezlerin etrafında yoğun tartışmaların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Gerçekten de, Marksizm’in devlet anlayışı, kapitalizm ve devletler sistemi arasındaki ilişkiye olan vurgusu ve uluslararası ilişkilere olan sınıfsal bakış açısı, Uİ teorilerine çok önemli katkılar sağlamaktadır.

Karl Marx (Karl Marks), 5 Mayıs 1818’ de Almanya’nın Ren bölgesindeki Trier şehrinde hahamların soyundan gelen Yahudi asıllı burjuva bir ailede dünyaya gelmiştir. Annesinin aksine seküler bir eğitim alarak avukat olmuş, Aydınlanma taraftarı olan babası Heinrich Marx da genç Karl Marx’ı aydınlanmacı büyük düşünürlerle tanıştırmış ve hatta bununla da kalmamış, Alman ve Yunan klasikleriyle tanışmasına da vesile olmuştur.  Daha sonraki dönemlerde Karl Marx, Trier Lisesi’nde eğitimini tamamlayarak, eğitim hayatına babasının da isteği üzerine 17 yaşında, yani 1835’ de Bonn Üniversitesi’nin Hukuk Fakültesi’ne başlamıştır. 1836’da Boon Üniversitesi’nden ayrılarak Berlin Üniversitesi’ne geçiş yapmıştır. Berlin Üniversitesi’ne girdiğinde ise, burada Hegel’in düşüncelerinden etkilenerek felsefe öğrenimine başlamıştır.  Özellikle de Genç Hegelcilerden olan Bruno Bauer, Edgar Bauer ve Max Stirner gibi isimlerin katıldığı Hegel’in doktrinin incelenerek tartışıldığı ortamlara katılarak tam bir “salon adamı” olan Marx, öğrencilik yıllarında kendisini gelecekte bir Felsefe Profesörü olarak görmeye başlar. Ancak Bruno Bauer’in Boon Üniversitesi’nden atılması ile Marx’ın üniversitede bir kadro edinme düşüncesi hayal olur ve öğrencilik hayatı da 1841’de Jena Üniversitesi’nde sunduğu “Demokritos ile Epikouros’un Doğa Felsefelerindeki Farklılıklar Üzerine” doktora teziyle son bulur. Marx, Paris’te Hegelci düşüncelerini sürdürmeye, tartışmaya devam etmiş; ama aynı zamanda da Fransız sosyalizminden ve İngiliz Politik Ekonomisi’nden büyük ölçüde etkilenmiştir.  1844 yılında ise Paris’e gelen Friedrich Engels ile tanışmış, bu tanışıklık yıllarca sürecek bir dava arkadaşlığının başlangıcı olmuştur. Sonraki dönemlerde Prusya hükümetin ısrarlarıyla, Marx, tehlikeli bir ihtilalci olarak görülerek 1845’de Paris’ten sürülmüş ve Brüksel’e gitmiştir. 1847 yılında Marx’ın yayınladığı ve ses getiren ilk eseri diyebileceğimiz Felsefenin Sefaleti adlı eser, Marx’ın döneminin Proudhon öğretisini yerle bir ettiği eseri olmuştur. Yine bu yıl Engels’le “Komünist Birlik” adlı bir propaganda derneğine katılarak önemli roller almış ve bu birliğin Londra’da düzenlediği ikinci kongresinin de isteğiyle Engels’le birlikte 1848 Şubat’ında Komünist Manifesto‘yu yazmışlardır. Marx,1848 yılında yaşanan devrimci ayaklanmalarla beraber Paris’e geri döner, ancak Mart devriminden sonra Paris’ten de sürülür ve bu şekilde sürgünlerle geçen hayatının son dönemini 1849 ‘da ölene kadar ailesiyle birlikte yaşayacağı Londra’ya yerleşerek orada tamamlar. Londra’ya yerleştiği sıralarda, Marx, sürgün çevrelerinden uzak durmaya çalışarak, ekonomik politiğin incelenmesi üzerine yoğunlaşmaya ve materyalist tarih teorisini geliştirmeye çalışmıştır. Bu dönemde Kapital (Birinci cilt), Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (1859) adlı eserlerini kaleme alan Marx, 14 Mart 1883’de hayata gözlerini yummuştur.

Yaşadığı dönemde düşünceleri büyük yankılar uyandıran Marx, ölümünden sonrada düşünceleriyle felsefeyi, tarihi, sosyolojiyi ve ekonomiyi etkilemeye devam etmiştir. Kendinden sonra Marx taraftarları iki ana kola ayrılmış; bunlardan birincisi sosyalist düzeni tedrici reformlarla gerçekleştirmek isteyen batıdaki sosyal demokrat partilerin temsil ettiği revizyonist sosyalizm, ikincisi ise 1917 yılında Bolşevik ayaklanmasıyla iktidara gelen devrimci komünizm olmuştur. Marksizm, Rusya’da Leninizm ve Stalinizm ile ideolojik gelişimini tecrübe etmiştir. Lenin, Marksizm ile Leninizm’i uzlaştırmaya çalışmıştır. Bunu iki açıdan gerçekleştirmiştir. Birincisi, Marksizm’i Rusya’nın özel şartlarına uyarlamış, ikinci olarak da işçi devriminin teorisi ve pratiğini geliştirmiştir.

Marksizm’i genel olarak inceleyecek olursak, 19. yüzyılda kendi açılarından zirveye ulaşmış olan üç düşünsel kaynak: İngiliz ekonomi-politiği, Alman felsefesi ve Fransız ütopik sosyalizmi, Marx ve Engels tarafından yoğun bir entelektüel ve siyasal eleştiriden geçirilerek eşit ve özgür bir insanlık ütopyasının yaşama geçirilmesinin teorisi ve pratiği olarak Marksizm’de erimiş ve dönüştürülmüştür. Bu kaynaklardan beslenen Marx’ın amaçlarından birisi, sosyal varoluşun en erken aşamalarından çağdaş döneme kadar insanlığın gelişim tarihinin genel bir incelemesini sunmaktır. Ona göre, insanlık tarihi, temel maddi ihtiyaçları tatmin etmek, doğayı anlamak ve uysallaştırmak, sınıfsal tahakküme ve sömürüye direnmek ve diğer topluluklardan kaynaklanan güvensizlik ve korkunun üstesinden gelmek için girişilen yorucu bir mücadele olagelmiştir. Toplumlar, önceleri denetim ve anlama güçlerinin ötesinde olan düşman doğa güçlerine hükmetmede zamanla başarılı oldu. Fiziki çevreleriyle ilişkilerini dönüştürdüler ve böylece maddi kıtlığın ortadan kaldırıldığı bir dünyayı tahayyül etmek mümkün oldu. Fakat Marx’ın görüşü, insanlık tarihinin, özellikle kapitalizmin yükselişinden itibaren kendini trajik bir tarzda açığa vurduğuydu. Doğa üzerinde hâkimiyet emsalsiz düzeylere yükseldi; fakat bireyler, emeğin uluslararası sosyal işbölümü içinde kapana kısıldı, dizginlenemeyen piyasa güçlerinin etkisine açık hale geldi ve işçileri “makinenin dişlileri”ne dönüştüren fabrika üretiminin yeni biçimlerince sömürüldü. Bu biçim ise  “yabancılaşma” (alienation), kapitalizmin şartları altında emeğin sadece bir tüketim malına indirgendiği ve çalışmanın kişiliksizleştirilmiş bir faaliyet haline geldiği bir süreçtir. Bu yaklaşıma göre, işçiler kendi emeklerinin ürününe, kendi emek süreçlerine, kendi iş arkadaşlarına ve sonuçta yaratıcı ve sosyal varlıklar olarak kendilerine yabancılaşırlar. Marx’ın teorisini dayandırdığı diğer bir yaklaşım olan ‘’tarihsel materyalizm’’, insanların kendi geçim araçlarını ürettiği ve yeniden ürettiği iktisadi hayat ve koşulların önemini vurgular. Esas olarak “üretim tarzı”ndan veya iktisadi sistemden oluşan iktisadi temelin, ideolojik veya siyasi üstyapıyı şartladığını veya belirlediğini ileri sürmüş, diğer yandan da tarihsel değişimin itici gücünün diyalektik olduğuna, yani gelişimin daha yüksek bir aşamasıyla sonuçlanan rekabet eden güçler arasındaki karşılıklı etkileşim süreci olduğuna inanmıştır. Marks’ın anlaşılması için bir diğer önemli kavram da alt yapı ve üst yapıdır. Buna göre, Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı isimli eserinin Önsöz’ünde üretim ilişkilerinin tümünü yani toplumun ekonomik yapısını, toplumsal bilincin belirli biçimlerine tekabül eden hukuki ve siyasi bir üst yapının üzerinde yükseldiği somut bir altyapı olarak tanımlamaktadır.

Marksizm’in 20. yüzyıl siyasi pratiği, Batı düşüncesi ve sosyal bilimlere etkisi dikkate alındığında, uluslararası ilişkilere katılım nispeten geç oldu. Uluslararası İlişkiler düşüncesi ve çalışmaları, Marksist düşünce ile sistematik olarak ancak 1970’li yıllarda tanıştı. Marksist düşüncenin uluslararası ilişkiler disiplinine geç katılmasının ana nedenleri arasında uluslararası ilişkiler disiplinin a) Anglo Sakson merkezli kuramsal tarihi ve sosyolojisi, b) devlet merkezi bakış açısı ile savaş ve barış olarak dar tanımlanmış konu ve kapsamı, c) Uluslararası İlişkiler doğasını anarşik olarak tanımlaması yer alır. Temel aktörlerin devletler, merkezi konu ve sorunun ise savaş ve barış olarak tanımlandığı ve tartışıldığı uluslararası ilişkilerde, toplumsal sınıflar ve hareketler gibi çok farklı aktörlere odaklanan, kapitalist gelişme, sınıf mücadelesi ve devrim gibi oldukça değişik konulara eğilen, baskı, sömürü, eşitsizlik ve adalet gibi çok farklı normatif sorunlara vurgu yapan Marksist düşünce kendine yer bulamamıştır.

3.1. Batı Marksizmi

Batı Marksizmi, Ortodoks Marksizm’in yapmış olduğu hataları düzelterek Marksizm’i yeniden yorumlama çabası içerisine girmektedir. Böylelikle, devrimci bir mücadelenin kuramsal altyapısı yeniden oluşturulmaya çalışılmıştır. Kendilerinden önceki Marksist temsilcilerinden farklı Marx okuması yapan Batı Marksizmi’nin temsilcileri, Marksist teorinin asıl odak noktasını siyaset ve ekonomiden felsefeye kaydırmışlardır. Başlıca özelliği eleştirellik olan Batı Marksizmi’nin temsilcileri olarak Gramsci, Frankfurt Okulu, Althusser ve Poulantzas gösterilmektedir. Batı Marksizmi’nin yapısını temelde iki faktör şekillendirmektedir. Bunlardan ilki, Batı Marksizmi savunucularının Marx’ın ilk yazılarından ve Hegelci fikirlerden etkilenerek ve Klasik Marksizm’in altyapı üstyapıyı belirler anlayışını terk ederek; bu iki yapının birbirleriyle arasında karşılıklı ilişki olduğu anlayışını benimsemeleridir. İkinci olarak, Ortodoks Marksizm’in Bolşevik devlet modelini, baskıcı yönü ve bilimsel iddiaları sebebiyle itici bulmuşlardır. Örneğin, Macar Marksist Georg Lukacs, Marksizm’i hümanist bir felsefe olarak sunan ilk kişilerdendir. Lukacs, kapitalizmin işçileri edilgen nesnelere veya piyasada alınıp satılan mallara indirgeyerek insanlıktan çıkardığı “şeyleştirme”  sürecini vurguladı. 1929-1935 arasında yazılan Hapishane Defterleri (Prison Notebooks) eserinde, İtalyan Marksist Antonio Gramsci, kapitalizmin sadece iktisadi baskıyla değil, siyasi ve kültürel faktörlerle de muhafaza edilme düzeninin altını çizmiştir. Gramsci, bunu “ideolojik hegemonya” olarak isimlendirdi. Marksizm’in daha açık biçimde Hegelyen şekli de, önde gelen üyeleri Theodor Adorno, Max Horkheimer ve Herbert Marcuse olan Fankfurt Okulu tarafından geliştirildi. Frankfurt teorisyenleri Marksist ekonomi politiğin, Hegelyen felsefenin ve Freudçu psikolojinin bir karışımı olan ve 1960’larda Yeni Sol üzerinde ciddi bir etki yapan “eleştirel teori”yi geliştirdiler. Jurgen Habermas da, Frankfurtçuların sonraki kuşağında yer aldı.

4. İngiliz Okulu

İngiliz Okulu, II. Dünya Savaşı sonrası dönem İngiltere’sinde ortaya çıkmış bir uluslararası ilişkiler kuramıdır. Kuramın temellerini Britanya Uluslararası Politika Kuramı Komitesi’nde çalışan Herbert Butterfield, Martin Wight, Adam Watson ve Hedley Bull atmıştır diyebiliriz. Özellikle Martin Wight’ın Londra İktisat Okulu’nda (LSE) verdiği ve Komite Yayınları’ndan bastırdığı dersleri, hem İngiltere içinde, hem de dışında birçok Uluslararası İlişkiler hocası ve öğrencisini etkilemiştir. Okulun kendi başına bir kuram haline gelmesine en önemli katkıyı diğer üç akademisyenin eserlerini temel alan, Wight’ın ölümünden sonra bunları düzenleyip yayınlayan ve kendi katkılarıyla geliştirerek kuramsallaşmayı sağlayan, aslen Avustralyalı olan Hedley Bull yapmıştır. İngiliz Okulu ile ilgili ilginç bir konu da şudur: 1940’ların ortasından 1980’lere kadar geçen süreçte bu dört akademisyen de “İngiliz Okulu” terimini geliştirdikleri çerçeve için kullanmamışlardır. Ayrıca İngiliz Okulu, İngiltere’de çalışan tüm Uİ kuramcılarını da içermez. E. H. Carr, C. A. W. Manning ve F. S. Northedge gibi önemli İngiliz kuramcılar, hem Okul çerçevesinde değerlendirilmez, hem de Komite’nin çalışmalarına katılmamışlardır. İngiliz Okulu’nun diğer Uİ kuramları ile karşılaştırıldığında belki en önemli özelliği eklektik yapısıdır. Yani Okul, birden fazla dünya görüşünü içerir ve bunları birleştirip kullanır. Daha başlangıçta, İO’nun kurucusu kabul edilen Martin Wight tarih boyunca insanoğlunun uluslararası ilişkiler davranışını betimleyen üç geleneksel okulun da önemini ve kendi siyasal düşüncesine katkısını belirtmiştir. Bunlar Makyavelci (ya da Hobbescu) gerçekçilik, Grotiuscu akılcılık ve Kantçı devrimciliktir. Makyavelciler uluslararası ilişkileri çatışma açısından incelerken, Kantçı devrimciler değişik devletlerde yaşayan insan gruplarının veya sınıfların ortak çıkar, fikir ve ideolojiler çerçevesinde hareket edebileceğini iddia eder. İO, bu iki geleneksel bakış açısı ile doğrudan ilgilidir ve bunların bazı varsayım ve önermelerinden yararlanmıştır.

İngiliz Okulu’nun temel varsayımlarına baktığımızda; İngiliz Okulu Uluslararası İlişkiler teorileri arasında sistemli bir yaklaşım olarak ortaya çıkmıştır ve aynı zamanda uluslararası ilişkilere yön veren ve derinden etkileyen ekollerden birisi de İngiliz Okulu’dur. İngiliz Okulu’nun kökenlerini 1930’ların son yıllarına uzandırabilir. İngiliz Okulu, uluslararası ilişkiler yazınının en zengin kuramsal kaynaklarından biri olmasına rağmen hak ettiği ilgiyi yeterince görmediği düşünülen bir yaklaşımdır. Başka bir söylemle, İngiliz Okulu uluslararası toplumun ahlaki, siyasal ve sosyal niteliklerine dayanan ve dünya toplumunun ortaya çıkmakta olan özelliklerini tahlil eden bir düşünce ekolüdür.

İngiliz Okulu’nun en temel varsayımları ve en özgün tartışmalardan bir tanesi üç gelenek tartışmasıdır. Kurumsal olarak zengin bir temele dayanır. Bunlar; gerçekçilik, devrimcilik ve akılcılık. Üç gelenek tartışması Martin Wight’ın yazdığı Internetional Theory: The Three Traditions eserinden kaynaklanmaktadır. Bu eserinde, Wight, birinci geleneği Realizm olarak sayar ve Realizm’in Hobbes ve Machiavelli gibi düşünürlerde bulan özünü uluslararası ilişkilerin temel aktörünü devlet olarak görmesi ve devletlerin ve devlet-dışı aktörlerin hareket ettiği anarşik bir yapı olduğu yaklaşımlarını vurgular. Wight de, devletin en üstün siyasal otorite olduğunu savunur. İkinci gelenek olan devrimcilik ise, köklerini Immanuel Kant ve Karl Marx gibi düşünürlerde bulur. Wight ise, ussalcılık dediği şeyin gerçekçilik ve devrimciliğin tam ortasında ve onlara karşı olduğunu savunmaktadır. Bu nedenden ötürü, Wight ussalcılığı Hobbes ve Kant’tan değil, Locke ve Hume’un metafiziğinden beslenmektedir. Bu gelenek, devletin sınırları aşan bir küresel birliktelikten bahsetmektedir. Devrimciler, kendini kurtarma (Self-Help) üzerine kurulu sistemin gerekliliklerine teslim olmak ya da ahlaki olarak yüceltmek yerine, onun kökten değiştirilmesini talep etmektedir. Üçüncü gelenek ise, akılcılık yani rasyonalizm’dir. Rasyonalizm, uluslararası anarşi koşulunun uluslararası ilişkilere hâkim olduğu fikrini yadsımaz; ancak verili bu yapı içinde uluslararası münasebet unsuruna vurgu yapar. İngiliz Okulu’nun en önemli varsayımı, devletlerarası düzlemin bir sistem değil daha çok bir toplum olduğudur. Bu minvalde, Avrupa Birliği bütünleşme süreci en ideal örnek olarak gösterilmektedir. AB üyeleri kendi arasındaki ilişkilerde en adil, meşru ve güvenli bir şekilde hareket etmekte, AB ve AB’ye üye olarak katılmak isteyen ülkeler arasında savaşın ve güç kullanımının meşru görülmeyeceği düşüncesi kökleşmiştir.

Sonuç olarak, İngiliz Okulu’nun bahsettiğimiz üç geleneği bir arada tamamlayıp, Rasyonalizm’i bir ara yol olarak ön plana çıkaran yaklaşım geliştirmesine benzer şekilde, üç uluslararası yapıyı da bir arada tanımlayıp uluslararası toplum (Avrupa Birliği örnek olarak söyleyebiliriz) kategorisini diğer iki kategori arasında bir ara yol olarak tanımladığı ileri sürülebilir.

Yukarıdaki bahsettiğimiz genellemeyi daha detaylı özetlenecek olursak, İngiliz Okulu’nun 5 temel varsayımının olduğundan bahsedilebilir. Bu varsayımlar ve temel önermeler ise şunlardır;

  • Uluslararası İlişkiler, insan ilişkilerinin bir koludur ve bundan dolayı da özünde bağımsızlık, güvenlik, düzen ve adalet gibi temel değerleri barındırır,
  • Uluslararası İlişkiler yaklaşım tarzı insan odaklı olmalıdır. Uluslararası sistemin işlemesi insanlara dayanır, bu yüzden de kendi siyasi sistemleri adına karar alan ve kararları uygulan kişiler, yani liderler ve diplomatlar ve onların hareketleri incelenmelidir,
  • Uluslararası sistem anarşiktir ve bu realitenin de kabul edilmesi gerekir.
  • Uluslararası siyasette düzen, kurumları ve rejimleri kuvvetlendirerek, yani güç dengesinin, diplomasinin, uluslararası hukukun gereklerinin uygulanması ile elde edilir.

5. Yapılandırmacı Yaklaşım (Konstrüktivizm)

Yapılandırma Kuramı, toplumsal olgulara yapısal ve bireysel açıdan bakan kuramların uyumlu bir sentezini ortaya koyma peşindedir. Beşeri hayatın tek başına yapısal veya bireysel etkenlere bağlı kalınarak açıklanamayacağı, bireyin ve yapının toplumsal gelişmelerde karar vericiliğinin eşit düzeyde kavramlaştırılması gerektiği, böylece sosyal değişimlerin sürekli yapılanma biçiminde kendini dışa vuran süreçler olarak algılanabileceği öne sürülür. Yapılandırmacı teori, 1980’li ve 1990’lı yıllarda Realizm’e alternatif olarak ortaya çıkmış ve son yıllarda Uluslararası İlişkiler analizlerinde en çok kullanılan yaklaşımlardan biri olmuştur. Konstrüktivizm, inter-disipliner bir yaklaşım olup, Psikoloji, Siyaset Bilimi, Sosyal Teori ve Sosyoloji gibi bilim dallarından etkilenmiştir. Konstrüktivizm analizinde “kimlik” kavramı önemli bir yer tutmaktadır. Bu yaklaşımın özellikle kimlik ve çıkarları nasıl etkilediği sorusuna cevap aramaktadır. Konstrüktivizm teorisi, Neo-Realizm gibi yapısalcı ve sistemik bir teoridir ve devletlerin uluslararası sistemin temel aktörleri olduğunu kabul etmektedir. Ancak Konstrüktivizm’e göre, uluslararası sistemdeki önemli yapılar maddi değil, inter-sübjektiftir; devlet kimliği ve çıkarları bu sosyal yapılar tarafından oluşturulmaktadır. Konstrüktivizm, Neo-Realizm’in aksine uluslararası sistemin yapısını, devletlerin davranışlarını yönlendiren bir güç olarak değil, devletlerle etkileşim içinde ve değişmesi mümkün olan bir olgu olarak görmektedirler. Dolayısıyla, Konstrüktivizm, anarşinin bir sabit olmadığını, fakat zaman içinde devletlerin davranışlarının bir sonucu olarak ortaya çıktığını savunmaktadır. Örneğin, Konstrüktivizm’in Uluslararası İlişkiler disiplinindeki en önemli temsilcilerinden olan Alexander Wendt, 1992 yılında yayınlamış olduğu ünlü makalesinde, anarşinin aslında devletlerin yarattıkları bir olgu olduğunu belirtmiştir. Wendt, aynı zamanda kimlik ve çıkarlarından oluşan sosyal yapı geliştirmiştir. Wendt’e göre, yapı sadece maddi kapasitelerden değil, aynı zamanda sosyal ilişkilerden de oluşmaktadır. Bu sosyal yapı, 3 önemli öğeyi kapsamaktadır: paylaşılan bilgi, maddi kaynaklar ve uygulamalar. Konstrüktivistleri Realistlerden ayıran önemli özellik de, devletlerin kimliklerine yaptıkları vurgudur. Neo-Realistler, devletlerin uluslararası sistemin empoze ettiği bencil kimliklere ve bencil çıkarlara sahip oldukları savunmaktadırlar. Dolayısıyla, devletlerin hem kimlikleri, hem de çıkarları yapı tarafından empoze edilmektedir. Konstrüktivistler ise, devletlerin kimlikleri diğerleri ile olan etkileşim sürecinde belirlenir ve oluşan yeni kimlik, niteliğine bağlı olarak devletlerin çıkarlarını belirler diye düşünürler.

Wendt’e göre, aktörler temelde iki tür kimliğe sahiptir. Birincisi kişisel kimlik, ikincisi ise sosyal kimliktir. Kişisel kimlik, aktörü oluşturan ve sadece o aktöre özgü temel özelliklerdir ve her aktör sadece bir tane kişisel kimliğe sahiptir. Sosyal kimlik ise, bir aktörün sosyal bir özne olarak diğerlerinin perspektifinden kendisine atfettiği anlamlar bütünü olarak tanımlanmaktadır. Aktörler birden fazla kimliğe de sahip olabilirler. Bu kimliklerden hangisinin ön plana çıkacağı içinde bulunduğu sosyal ortama bağlıdır. Sosyal kimlikler, bireylerin herhangi bir durumda ‘kim’ olduklarını ve sosyal ortamdaki ‘pozisyon’larını belirler. Aynı zamanda Wendt’e göre, devletlerin kolektif sosyal kimlik oluşumunu etkileyen bazı faktörler bulunmaktadır. Bu faktörlerden birincisi, uluslararası ve bölgesel sistemlerin yapısıdır. Kolektif kimlik oluşumunu etkileyen ikinci faktör ise sistemik süreçtir. Stratejik etkileşim kolektif sosyal kimliğin oluşmasına katkı yapan son faktördür. Bu da, kendi arasında ikiye ayrılabilir: davranışsal ve şifahi. Davranışsal etkileşim devletlerin ne yaptıkları, şifahi etkileşim ise ne söyledikleri ile ilgilidir. Bu faktörler de niteliklerine göre kolektif kimliğin oluşumunu olumlu veya olumsuz yönde etkileyebilir.

6. Sosyalizm

Sosyalist fikirler, 17. yüzyılın Levellers ve Diggers hareketlerine veya Thomas More’un Ütopya’sına, hatta Platon’un Devlet’ine kadar geriye götürülebilirse de, sosyalizm 19. yüzyılın başlarına kadar, siyasi bir inanç olarak şekillenmiş değildiR. Sosyalizm, sanayi kapitalizminin ortaya çıkışına karşı bir tepki olarak gelişti. Önceleri fabrika üretiminin yaygınlaşmasının tehdit ettiği esnaf ve zaanatkarların çıkarlarını dile getiren Sosyalizm, bundan kısa bir süre sonra büyüyen sanayi işçi sınıfıyla, yani erken sanayileşme döneminin “fabrika yemi” ile bağlantılı hale gelmiştir. İlk biçimleriyle, Sosyalizm, köktenci, ütopyacı ve devrimci karakter taşımaya eğilimliydi. Hedefi, piyasa mübadelesine dayalı kapitalist ekonomiyi kaldırmak ve yerine nitelik bakımından ondan farklı olan ve genellikle ortak mülkiyet ilkesi üzerin bina edilen sosyalist toplumu koymaktı. Sosyalizm’in bu şeklinin en etkili temsilcisi, fikirleri 20. yüzyıl komünizmi için temel oluşturan Karl Marx’tı. Ancak 19. yüzyılın sonlarından itibaren, çalışma şartlarıyla ücretlerin iyileştirmesinin ve sendikalarla sosyalist siyasi partilerin büyümesinin bir sonucu olarak, işçi sınıfının tedrici olarak kapitalist toplumla bütünleşmesini yansıtan reformist bir sosyalist gelenek ortaya çıktı. Sosyalizm’in bu türü, “parlamenter yol”u benimseyerek, Sosyalizm’e barışçı, aşamalı ve yasal yoldan geçişin mümkün olduğunu ilan etti. Reformist Sosyalizm’in iki kaynağı vardı. İlki, Robert Owen. Charles Fourier ve William Morris gibi düşünürlerle bağlantılı olan ahlaki sosyalizmin hümanist geleneğiydi. Diğeri ise, özellikle Eduard Bernstein tarafından geliştirilen revizyonist Marksizm şeklindeydi.

Sosyalizm’in temel unsurları şöyle sıralanabilir:

  • Topluluk: Sosyalizm’in odağında, ortak bir insaniyetin varlığıyla bağlantılı bir sosyal varlık olarak insan görüşü vardır. Bu yaklaşım, topluluğun önemine bir göndermedir ve bireysel kimliğin sosyal ilişkiyle, sosyal gruplara ve kolektif organlara üyelik yoluyla nasıl biçimlendirildiğinin önemle altını çizmektedir.
  • Kardeşlik: Ortak insanlığı paylaşan beşerî varlıklar olarak insanlar, birbirlerine yoldaşlık veya kardeşlik hissiyle bağlıdırlar. Bu yaklaşım, sosyalistleri rekabetten çok işbirliğini tercih etmeye ve bireyciliğe karşı kolektivizmi desteklemeye teşvik eder. Bu yaklaşımda, rekabet, bireyleri birbirine kışkırtır, küskünlüğü, çatışmayı ve düşmanlığı beslerken, işbirliği, insanların kolektif enerjilerini bir takım faaliyetine dönüştürmelerini mümkün kılar ve topluluk bağlarını güçlendirir.
  • Sosyal Eşitlik: Eşitlik, Sosyalizm’in merkezi değeridir. Sosyalizm, bazen eşitlikçiliğin bir türü ve eşitliğin diğer değerlere önceliğine duyulan inanç olarak tasvir edilir. Sosyalistler, özelde sosyal eşitliğin, yani fırsat eşitliğine karşı gelir eşitliğinin önemini vurgularlar. Aynı zamanda, eşitlik, hukuki ve siyasi hakların uygulanması için bir temel de oluşturur. Marksistler, üretim zenginliğinin ortak kullanılmasından gelen nihai sosyal eşitliğe inanırken, sosyal demokratlar çoğunlukla sonuçlardan çok fırsatları eşitlemeyle ilgilenmiş ve sadece maddî eşitsizliği azaltma taraftarı olmuşlardır.
  • İhtiyaç: Eşitliğe duyulan sempati, aynı zamanda maddî menfaatlerin sadece çalışma ve liyakat temelinde değil, ihtiyaç temelinde dağıtımına ilişkin sosyalist inancı da yansıtır. Bu ilkenin klasik formülasyonu Marx’ın komünist dağıtım ilkesinde bulunur: “herkesin yeteneğine göre, herkesin ihtiyacına göre”.
  • Sosyal Sınıf: Sosyalizm, genellikle sınıf politikasının bir şekli olarak sunulur. Öncelikle sosyalistler toplumu gelir veya refahın dağıtımı bakımından analiz etme ve dolayısıyla sınıfı önemli bir sosyal bölünme konusu olarak görme eğilimindedirler. İkinci olarak, Sosyalizm, geleneksel olarak ezilen ve sömürülen işçi sınıfının çıkarlarının yanındadır ve yine geleneksel olarak işçi sınıfını sosyal değişimin ve hatta sosyal devrimin bir aktörü olarak görür.

Sonuç

Uluslararası İlişkiler biliminde kullanılan bazı kavramları içeren bu çalışmada, teorilerin tarihi, teorilerin evrim süreçleri ve eylemleri açıklanmaya çalışılmıştır. Bu teoriler, bireye, topluma ve devlete bakış açılarına göre birbirinden ayrılırlar. Yazımızda ele aldığımız teoriler, Uluslararası İlişkiler biliminin başlıca teorilerinin bir kısmını oluşturmaktadır. Bu teoriler arasında her hangi bir karşılaştırma yapılmamıştır. Teoriler ayrı ayrı olarak ele alınmış ve incelenmiştir. İncelenen teoriler: Realizm, Liberalizm, Marksizm, İngiliz Okulu, Konstrüktivizm ve Sosyalizm (aslında Marksizm’le bağlantılı olmasına karşın, bazı Uİ çalışmalarında ayrı başlık verildiği için ayrıca incelenmiştir) şeklindedir.

Sonuç olarak, her akademik disiplin ve bilimsel faaliyet, özgün düşünce, fikir ve teoriler geliştirmek için vardır. Teoriler, Uluslararası İlişkiler için birçok çalışma alanı oraya çıkartmıştır. Bu tarz teoriler, bilimsel birikim ile daha çok ileri taşınabilir. Bu süreçte, Uluslararası İlişkiler bilimi için yeni yeni teoriler oluşabileceğini göz ardı etmemeliyiz. Bunun aksine, dünyanın değişkenliği yüzünden var olan teorilerinde eylemlerini yitirebileceğini söyleyebiliriz.

Eren ÇÖLÜKOĞLU

 

KAYNAKÇA

  • Aktan, Coşkun Can (1995), “Klasik Liberalizm, Neo Liberalizm Ve Libertarianizm”, Amme İdaresi Dergisi, Sayı: 1.
  • Altınörs, Mehmet Nur (2019), “Soğuk Savaş Döneminde İran ve Türkiye’nin Dış Politikasındaki İttifak Tercihleri: Benzerlikler, Farklılıklar”, Başkent Üniversitesi Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi.
  • Ateş, Davut (2008), “Uluslararası İlişkilerde Konstrüktivizm: Ortayol Yaklaşımının Epistemolojik Çerçevesi”, Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 1.
  • Avcı, Yasin & Söker, Çağlar (2017), “Tanımazlıktan Anlaşılmazlık Sorununa: Uluslararası İlişkilerde Karl Marks”, Akademik Yaklaşım Dergisi, Sayı: 2.
  • Aydın, Mustafa (1996), “Uluslararası İlişkilerde Yaklaşım, Teori ve Analiz”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi.
  • Aydın, Mustafa (2004), “ Uluslararası İlişkilerin “Gerçekçi” Teorisi: Kökeni, Kapsam, Kritiği”, Uluslararası İlişkiler, Sayı: 1.
  • Büyükbaş, Hakkı & Atıcı, Nilgün (2012), “Liberal Demokratik Barış Kuramı: Eleştirel Bir Değerlendirme”, Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Sayı: 40.
  • Çakmak, Haydar (2007), Uluslararası İlişkiler Giriş, Kavram ve Teoriler, İstanbul: Platin Yayınları.
  • Çetin, Halis (2001), “Liberalizmin Temel İlkeleri”, Ç.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 2, Sayı: 1.
  • Devlen, Balkan & Özdamar, Özgür (2010), “ Uluslararası İlişkilerde İngiliz Okulu Kuramı: Kökenleri, Kavramları Ve Tartışmaları”, Uluslararası İlişkiler Akademik Dergisi, Sayı: 25.
  • Ercoşkun Burak (2019), “Tarihsel Bir Perspektiften Türkiye’de Liberalizm”, Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi, Sayı: 72.
  • Ertoy, Birkan (2019), “ Uluslararası İlişkilerde Realist Geleneğin Dönüşümü Ve Neoklasik Realizm”, Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi Dergisi, Sayı: 1.
  • Gözen, Ramazan (2017), Uluslararası İlişkiler Teorileri, İstanbul: İletişim Yayınları.
  • Heywood, Andrew (2016), Siyaset, Ankara: Adres Yayınları.
  • Karataş, Adnan (2018), “ Devlet Kuramları Üzerine Bir Değerlendirme”, Social Science Development Journal, Sayı: 3.
  • Keskin, Naime (2019), “ Liberal Teori Nedir?”, Akademik Paradigma, Haziran 2019, Erişim Tarihi: 27.03.2020, Erişim Adresi: https://www.akademikparadigma.com/liberal-teori-nedir-liberal-teori-hakkinda-bilgi/.
  • Keyik Mehmet & Erol, Mehmet Seyfettin (2019), “Realizme Göre Güç Ve Güç Dengesi Kavramları”, Uluslararası Kriz Ve Siyaset Araştırmaları Dergisi, Sayı: 3.
  • Mammadov, Agil (2017), “Realizm ve Liberalizm’ın Ortasında: Marksist Teorinin Yeri Ve Önemi”, Akademik Bakış Dergisi, Sayı: 59.
  • Örmeci, Ozan, “Uluslararası İlişkilerde İki Temel Yaklaşım: Realizm vs. İdealizm”, http://politikaakademisi.org/2014/05/22/uluslararasi-iliskilerde-iki-temel-yaklasim-realizm-vs-idealizm/, Erişim Tarihi: 01.03.2020.
  • Özdoğan, Mücahit (2019), “ Realizm ve Neorealizm Bağlamında Soğuk Savaş Sonrası Güvenlik Anlayışının Değerlendirilmesi”, Güvenlik Bilimleri Dergisi, Sayı: 1.
  • Serdar, İskender (2015), “Neorealizm, Neoliberalizm, Konstraktivizm Ve İngiliz Okulu Modellerinde Uluslararası Sistemsel Değişikliklere Bakış”, The Journal Of Europe- Middle East Social Science Studies, Sayı: 1.
  • Shodiev, Komron (2017), “Uluslararası İlişkilerde İngiliz Okulu Ve İngiltere’nin Brexit Sorunu”, Aralık 2017 Erişim Tarihi: 30.03.2020, Erişim Adresi: https://www.academia.edu/35788705/Uluslararas%C4%B1_%C4%B0li%C5%9Fkilerde_%C4%B0ngiliz_Okulu_ve_%C4%B0ngilterenin_Brexit_Sorunu.
  • Tuiç Akademi (2020), “Liberalizm”, Mart 2014, Erişim Tarihi: 27.03.2020, Erişim Adresi: http://www.tuicakademi.org/liberalizm/.
  • Tuiç Akademi (2020), “Marksizm”,  Mart 2014, Erişim Tarihi: 28.03.2020, Erişim Adresi: http://www.tuicakademi.org/marksizm/.
  • Tüysüzoğlu, Göktürk (2013), “Savunmacı Realizm ve Saldırgan Realizm Bağlamında Karadeniz Havzası’ndaki Çatışma Gerçekliğinin Değerlendirilmesi”, T.C Türk İşbirliği Ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı, Sayı: 44.
  • Uğrasız, Bülent (2003), “Uluslararası İlişkilerde İki Farklı Yaklaşım: İdealizm ve Realizm”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 2.
  • Yalvaç, Faruk (2019), “Marksizm ve Uluslararası İlişkiler Kuramları-Tarihsel Materyalizm ve Uluslararası İlişkiler”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 16, Sayı: 63.
  • Yurdakul, Çiğdem (2018), “Mark’ın Tarih Anlayışı: Tarihsel Materyalizm”, Uluslararası Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, Sayı: 1.

One Comment »

  1. Faruk Seten 16 Nisan 2020 at 10:35 - Reply

    Başarılı

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.