TEORİDEN PRATİĞE TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI: KIYAMET COĞRAFYASINDA DENGE, SÜREKLİLİK VE DEĞİŞİM

upa-admin 07 Nisan 2020 24.189 Okunma 1
TEORİDEN PRATİĞE TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI: KIYAMET COĞRAFYASINDA DENGE, SÜREKLİLİK VE DEĞİŞİM

Giriş

Türkiye’nin Ortadoğu politikasını anlamak ve açıklamak, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden başlayarak kapsamlı bir tarihsel ve siyasal analiz yapmayı da beraberinde getirmektedir. Özellikle Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından Ortadoğu coğrafyasındaki otoriter rejimlerin Arap Baharı dalgasıyla sarsıldığı günümüzün koşullarına gelinceye kadar, Türkiye’nin izlediği Ortadoğu politikasını tarihsel dönemlere ayırarak incelemek mümkünse de, her dönem için geçerli sabit/değişmez bir dış politikadan bahsetmek söz konusu değildir. Çünkü bir defa ülkenin iç politik ve sosyo-ekonomik durumu dış politikaya etki ederken, diğer yandan da global gelişmeler ve uluslararası konjonktür her dönemde farklı bir Ortadoğu politikasının izlenmesini gerektirmiştir. Bu meyanda, mesela Soğuk Savaş şartlarında Türkiye’nin Arap ülkeleriyle olan ilişkileri ve Ortadoğu politikası ile uluslararası sistemin büyük bir dönüşüm geçirdiği ve küresel politikanın tek kutuplu bir karakter kazandığı Soğuk Savaş sonrası dönemin Ortadoğu politikası haliyle birbirinden farklı unsurlar içermektedir. Kısacası, iç ve dış gelişmeler, içeride darbeler, krizler, siyasal iktidarların değişmesi, sosyo-ekonomik, siyasal ve sosyal etmenler ile dışarıda uluslararası politikanın sistemik (iki kutuplu, tek kutuplu) durumu, genel olarak Türk dış politikasını, özelde ise Ortadoğu politikasını etkileyip değiştirmiştir. Bu çalışmada, Türkiye’nin Ortadoğu politikasını tartışabilmek için öncelikle kavramsal olarak Ortadoğu coğrafyasının hem Türkiye, hem de dünya için taşıdığı anlam ve öneme vurgu yapılmış, Türkiye’nin din, tarih ve kimlik bağlamında Ortadoğu ile olan bağları ve ilişkisi açıklandıktan sonra da tarihsel dönemler halinde Türkiye’nin Ortadoğu politikası bu alandaki literatür ışığında kronoloji eksenli pratiklerle açıklanmaya çalışılmıştır.

Ortadoğu haritası

1. “Ortadoğu” Neresidir?

Bugün “Ortadoğu” (Middle East) olarak isimlendirilen bölge, bir siyasi coğrafya terimi olarak İngiltere’nin sömürgelerine giden yolu tanımlamak için 19. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanmıştır ve Anglo-Sakson menşeli bir coğrafi ve felsefi algının ürünüdür. Keza ilk defa Fransızlar tarafından kullanılan “Yakın Doğu” (Near East) kavramı da aynı politik kaygılarla üretilmiş bir kavramdır. Batılı jeopolitisyenler, yüzyılın sonuna doğru bu kez de “Uzak Doğu” (Far East) kavramını keşfedeceklerdir. Öyleyse “neye/kime göre Ortadoğu?” diye sorduğumuzda, bu jeopolitik kavramsallaştırmanın Batı, özellikle de İngiltere (Anglo-Sakson) merkezli bir dünya görüşünün yansıması olarak ortaya çıktığı sonucuna ulaşmaktayız. Ortadoğu kavramı ilk kez Amerikalı jeopolitisyen Alfred Thayer Mahan tarafından 1902 yılında Basra Körfezi ve Süveyş Kanalı’ndan sonra Hindistan’a geçişte savunulması gereken en önemli bölge tanımlamasıyla kullanılmış, daha sonra yine aynı yılın Ekim ayında The Times’ın dış politika editörü olan Valentino Chirol tarafından daha geniş bir şekilde Hint sömürgelerine giden yoldaki bütün ülke ve toprakları kapsayan bölge olarak ifade edilmiştir.[1] Uluslararası İlişkiler disipliniyle ilgilenen çoğu araştırmacı, bölgenin sorunlarına aşina olmanın yanı sıra, disiplindeki birçok teori, kavram ve analizin bu bölge ile olan yakın ilişkisini de bilmektedir.

Ayrıca disiplinin bir alt dalı olarak Siyasi Tarih okumalarında, dünya tarihine yön veren birçok olayın da bu bölgede cereyan ettiği görülmektedir. Ortadoğu bölgesi, sahip olduğu jeopolitik, jeokültürel ve jeoekonomik önem dolayısıyla bugün küresel ve bölgesel birçok aktörün mücadele ettiği bir bölge olmasının yanı sıra, din, etnisite, mezhep vb. gibi kendi iç dinamikleri nedeniyle de sürekli çatışma, kriz ve savaşların dinmediği bir bölge olarak dünya kamuoyunun gündeminden hiç düşmemektedir. Yine bu bölge, sıcak savaşlar, anti-demokratik yönetimler, terörizm, göç ve uluslararası müdahalelerle adı birlikte anılan, sürekli karamsar olgularla sunulan ve en son Arap Baharı gibi bir değişim dalgasıyla uluslararası toplumun dikkatlerini üzerine çeken bir bölge olmuştur. Keza terörizm konusunda 2017 yılında Michael Alaimo ve Yonghong Tong tarafından yapılan bir araştırmada, Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinin (MENA-Middle East and North Africa) dünya üzerinde terörizm kaynaklı ölüm ve yaralanmaların en yüksek seviyelere ulaştığı bölge olduğu belirtilirken, bunun bölgedeki anti-demokratik rejimlerin varlığıyla olan yakın ilişkisi de ampirik bulgularla ortaya konulmuştur.[2] Bugün bölgedeki terörist grup ve organizasyonlar ile Suriye’deki Esad rejimi gibi yıkılmamakta direnen otoriter rejim ve siyasal sistemlerin varlığı bölgedeki can kaybını ve trajediyi daha da arttırmaktadır. Hem jeopolitik konumu nedeniyle Ortadoğu’nun bir parçası sayılan, hem de sahip olduğu tarihsel ve sosyo-kültürel bağlarla bölge ile yakın ilişkiler içinde bulunan Türkiye’nin Ortadoğu politikası ise, teorik ve tarihsel pratik bakımdan bu çalışmanın ana konusunu oluşturmaktadır. Öncelikle Ortadoğu bölgesinin kavram olarak anlaşılması için gerekli bilgilere değinildikten sonra, Ortadoğu coğrafyasının uluslararası sistem ve Türk dış politikası açısından taşıdığı öneme değinilecek, ardından dönemler halinde Türkiye’nin Ortadoğu politikasının bir analizi yapılarak, böylelikle Türkiye’nin Ortadoğu politikasının temel parametrelerine ulaşılmaya çalışılacaktır.

2. “Ortadoğu” Kavramı ve Türkiye: Dini ve Sosyo-Kültürel Perspektif

Günümüzün uluslararası siyasal sistemini incelemeye ve anlamaya çalıştığımızda, pek çok politik ilişkinin ve sorunun Ortadoğu bölgesinde düğümlendiğini ve dünyayı yönetme iddiasında olan ve uluslararası politikaya yön veren küresel güçlerin bu coğrafyadaki stratejilerini daha hassas bir biçimde oluşturmaya gayret ettiklerini görmekteyiz. Ortadoğu’da birtakım yaşamsal çıkarlar belirleyen küresel ve bölgesel aktörler, bu çıkarlar ve öncelikler çerçevesinde dış politikalarını oluşturmaktadırlar. Peki gerçekten de Ortadoğu bölgesi üzerine bu kadar eğilmeyi hak eden çok önemli bir bölge midir? Bunun cevabı “evet” ise, Ortadoğu bölgesinin bu önemi nereden ya da nelerden kaynaklanmaktadır? Ortadoğu bölgesi, sadece yeryüzünde coğrafi bir bölgenin adı olmaktan öte, medeniyetlerin doğduğu, yazının bulunduğu, verimli Mezopotamya toprakları üzerinde ilk tarım faaliyetlerinin gerçekleştirildiği ve üç semavi dinin de doğup geliştiği içkin bir mekân idrakinin de adıdır. Dinsel ve tarihsel sebepler yanında, dünya petrol rezervlerinin % 60’ını ve doğalgaz rezervlerinin de yaklaşık % 50’sini barındırması bakımından ekonomik açıdan da hayati bir öneme sahiptir. Stratejik olarak önemli denizyollarını ve boğazları (Hürmüz, Aden ve Süveyş Körfezi; Babül Mendep ve Cebelitarık Boğazı) içermesi nedeniyle de jeopolitik teorisyenlerce “Dünya Adası” ve “Rimland” gibi ifadelerle tanımlanmıştır.[3]

Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun tanımlamasıyla ise, en geniş anlamda Atlantik’ten Ganj havzasına kadar olan bölgeyi anlatmak için kullanılan “Ortadoğu” terimi, temelde 5 boyutlu bir coğrafyanın adıdır ve tarihi/dini boyutuyla İbrahimi gelenekte odaklaşmış kadim insanlık mirasını, medeni/jeokültürel boyutuyla İslam medeniyetini, jeoekonomik olarak petrolü, fiziki coğrafya/topoğrafya olarak bozkırı ve kurak çöl iklimini, stratejik olarak da Avrasya’yı çevreleyen Rimland kuşağının merkez hattını ifade eder. Yine ona göre, Ortadoğu, Sanayi Devrimi hariç, dünya tarihini etkileyen en önemli gelişme ve değişmelerin gerçekleştiği bir bölge mahiyetindedir ve bu bölge en başta belirttiğimiz yazının bulunduğu ilk insan topluluklarının yerleştiği, semavi dinlerin ortaya çıktığı bölge olması ve benzeri sebepler nedeniyle de maddî ve ruhî planda insanlık tarihinin ana çizgilerini üzerinde taşımaktadır.[4] Bölgenin kaderini belirleyen dinler İslamiyet, Musevilik ve Hıristiyanlık olarak belirirken, etnik olarak Türk, Arap ve Fars kimliğinin yoğunluğu göze çarpsa da, Kürtlerin ve Yahudilerin de bölgede önemli bir rol oynadığını söylemek gerekmektedir.

Dini, tarihi ve ekonomik açılardan oldukça önemli bir bölge olması, paylaşılamayan dinî bir merkeze (Mescid-i Aksa/Kudüs), paylaşılamayan jeoekonomik bir kaynağa (petrol) ve stratejik suyollarına (körfez ve boğazlar) sahip olması bakımından sıcak savaş, çatışma ve krizlerin eksik olmadığı Ortadoğu coğrafyası, “çatışma, savaşlar, krizler bölgesi” ya da “dünya çatışma bölgesi” olarak değerlendirilmesinin yanı sıra, Tevrat’ta yer alan bilgilere ve Kâhin Nostradamus’un Armageddon’un (Kıyamet Savaşı) bu bölgede -Amik ovası ve Suriye yakınlarında- gerçekleşeceğine dair kehanetlerine atfen, zaman zaman da her an büyük savaş ve çatışmalara gebe bir  “kıyamet coğrafyası” olarak adlandırılmıştır.[5]

Geçmişten günümüze İsrail-Filistin Çatışması, Şii-Sünni çatışması, İhvan-Selefi mücadelesi gibi bölgenin etnik, dini/mezhepsel ve siyasal iç dinamiklerinden kaynaklanan çatışmaların yanında, taşıdığı stratejik ve jeoekonomik önem dolayısıyla, bölge, doğrudan dış etki ve müdahalelere de sürekli açık olmuştur. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra birbirine karşıt iki bloğun ve blok önderinin çekişme sahası olarak iki kutuplu küresel sistemde Suriye Krizi, U-2 Krizi ve Süveyş Krizi gibi krizlerin yaşandığı ve spesifik olarak “Eisenhower Doktrini”nin ilânına ve uygulanmasına yol açan Soğuk Savaş’ın en sıcak bölgesi olmuştur. Soğuk Savaş sonrasında ise, hegemon güç ABD’nin kendi değerler sistemini (demokrasi, serbest piyasa ekonomisi vb.) bölgeye getirme, terörizmle mücadele etme ve bölgeyi kendi tasarı ve planları doğrultusunda yeniden dizayn etme misyonuyla bölgedeki muhtelif ülkelere (Irak, Afganistan) müdahale etmesi kapsamında dışarıdan yönelen operasyon, tehdit ve güç kullanımlarıyla da dünya gündeminden düşmeyen Ortadoğu bölgesine Türkiye gibi önemli bir bölgesel aktörün bigâne kalması ise imkânsızdır. Her şeyden önce, bölgeyle yadsınamaz bir biçimde güçlü tarihsel, sosyo-kültürel ve politik bağları bulunan Türkiye’nin sahip olduğu Osmanlı geçmişi ve büyük devlet imajı, dönemsel olarak bölge ülkeleri üzerinde bazen olumlu, bazen de olumsuz etkilerde bulunmuştur.

Üç kıtaya yayılmış topraklarında yaklaşık 600 yıl hüküm sürmüş cihanşümul bir İmparatorluğun varisi olarak Anadolu’da 1923’te kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti, o yıllarda dış dünyayla olan ilişkilerini muzaffer komutan ve devletin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” özdeyişini temel alarak düzenlemekteydi. Siyasal ve ülkesel varlığına yönelik ciddi bir tehdit söz konusu değilse, diğer ülkelerle dostane ilişkiler geliştirmeyi ve komşularla iyi geçinmeyi temel alan bir prensip üzerine oturtulmuş bu dış politika anlayışı, uluslararası sistemin ve ülkenin kendi iç dinamiklerinin değişmesine ve gelişmesine paralel olarak zaman içerisinde farklı stratejiler üretilerek sürdürülmeye çalışılmıştır. Genellikle “Batıcılık” ve “Statükoculuk” olarak isimlendirilen iki temel ilke üzerinden yönlendirildiği bilinen Türk dış politikası, kendisini çevreleyen bölgesel güvenlik çemberlerine ise asla kayıtsız kalamamıştır. Avrupa, Balkanlar, Orta Asya, Kafkasya ve Ortadoğu olarak ifade edilen bu bölgesel güvenlik çemberleri dış politikanın ana hatlarını biçimlendiren coğrafyalar olmasının yanında, aynı zamanda tüm dünyanın kayıtsız kalamadığı sorun ve süreçlerin yaşandığı çatışma bölgelerini de bünyesinde barındırmıştır.[6] Bunlardan özellikle Ortadoğu bölgesi, Türkiye’nin kuruluşundan bu yana gözünü ve kulağını neredeyse üzerinden hiç ayırmadığı, savaşların, sıcak çatışmaların, krizlerin, uluslararası müdahale ve operasyonların, etnik, dini, mezhepsel ve kimliksel sorunların yoğunlaştığı hatta bir düğüm haline geldiği bir bölge olarak uluslararası sistemde geçmişten günümüze önemini korumuştur. Ortadoğu coğrafyasının dar anlamdaki “çekirdek Ortadoğu” tanımlamasında sınırları ifade eden üç ülkeden biri olan Türkiye (diğerleri İran ve Mısır), İsrail’le birlikte bölgedeki tek demokrasi rejiminden biri olması, sosyo-ekonomik göstergeler bakımından da diğer ülkelerden daha büyük bir kapasiteye sahip bulunması nedeniyle bölgedeki kompleks sorun ve çatışmalarda zaman zaman “model ülke”, “bölgesel aktör” ve “küresel aktör” olarak rol oynamıştır.

Türkiye’nin yukarıda işaret ettiğimiz Cumhuriyet’in temellerinin atıldığı ilk dönemlerinden günümüze kadar olan süreçte takip ettiği Ortadoğu politikasını dönemlere ayırarak incelemek olası ise de, her zaman geçerli olan bir stratejiden ve dış politikadan bahsetmek pek mümkün değildir. Çünkü bir defa hem ülkenin iç politik, toplumsal ve ekonomik durumları, hem de uluslararası sistemin genel görünümü/konjonktürü her dönemde farklı bir Ortadoğu politikasının izlenmesini zaruri kılmıştır. Sözgelimi, Soğuk Savaş yıllarının belli bir döneminde Ortadoğu sorunlarına karşı uzak durmayı tercih eden bir Türkiye’yi görebilirken, özellikle Kıbrıs Barış Harekâtı’na giden süreçte Johnson Mektubu ile başlayan hayâlkırıklığının yarattığı etkiyle ABD’den soğuma sonucunda bu defa bölgesinde Arap Ortadoğusu ile olan ilişkilerini geliştirme gayreti içerisinde olan ve bölgenin temel sorunlarının çözümünde aktif rol alan bir Türkiye görmekteyiz. Keza Soğuk Savaş sonrasında yeni dünya düzeninin kuruluşunun ilan edildiği Körfez Savaşı esnasında da bölgesinde daha aktif bir rol oynamaya soyunmuş bir Türkiye imajı çizilmekteydi.

Nitekim 2000’li yıllara gelindiğinde, bu sefer “aktif dış politika” konsepti içerisinde Ortadoğu meselelerine daha fazla müdahil olan ve bu yüzden kendi kamuoyu tarafından bile dış politik izlekteki ekseninin kaydığı ve dış politikasının “Ortadoğululaştığı” söylemlerine maruz kalan bir bölgesel ve küresel aktör konumundaki yeni Türkiye karşımıza çıkmaktaydı.[7] Bu kapsamda, aşağıda Türkiye’nin Cumhuriyet’in ilk yıllarından bu yana takip ettiği Ortadoğu politikasını, bu politikanın ana karakteristiklerini ve Ortadoğu politikasının değişen ve değişmeyen yönlerini ele almaya çalışacağız. Kısacası, “Türkiye’nin her dönemde geçerli ve değişmeyen bir Ortadoğu politikası var mıdır?” sorusuna cevap bulmaya çalışacağız. Bu amaca, dönemin önemli tarihsel ve politik gelişmelerini irdeleyerek ulaşmaya gayret göstereceğiz.

3. Türkiye’nin Ortadoğu’ya Bakışı: Tarih, Kültür, Din ve Kimlik Bağlamında Ortadoğu Algısı

Ortadoğu bölgesinin tarihi insanlık tarihi kadar eskidir ve yeryüzünün önemli kara ve suyollarına hâkim bir bölge olarak taşıdığı eşsiz jeopolitik kıymetin yanında, önemli miktarda hidrokarbon kaynaklarına sahip bulunması geçmişten günümüze bütün dünyayı hakimiyeti altında birleştirmeye çalışan bütün otoritelerin birincil ilgi alanı olmuştur: Roma, Arap ve Pers İmparatorlukları, Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere, Fransa ve günümüzde de ABD… Ancak saydığımız bütün bu tarihsel imparatorluklar içinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasının tamamını yüzyıllar boyunca siyasal ve sosyo-kültürel açılardan adil ve dengeli bir biçimde idare etmeye muvaffak olan tek siyasal sistemi ve devletin Osmanlı İmparatorluğu olduğunu görmekteyiz. Esasen Osmanlı Devleti dini açıdan kutsal sayılan mekânların bulunması sebebiyle eyaletlere ayırarak ve merkezden atadığı Valilerle yönettiği bu bölgeyi, çeşitli adlar altında kendisine bağlamıştır (Bilâdüş-Şam, Hicaz Emirliği, Mekke Emirliği, Mısır Valiliği gibi). “Ortadoğu” kavramı ise, Batılılar tarafından oluşturulmuş yapay bir kavramdır ve tarihsel olarak İngiltere’nin 19. yüzyıldan itibaren Japonya ve Çin’i içine alan Uzak Doğu’ya geçişte bir atlama taşı olarak kullandığı bölgeye bu ismi vermesine dayanır. Yine Valentino Chirol tarafından 1902 tarihinde kaleme alınan “The Middle Eastern Question” adlı makalede, Alfred Thayer Mahan’ın “Ortadoğu” tanımlamasını genişletilerek, Hindistan’a giden yoldaki tüm toprakların (İran, Irak, Basra Körfezi, Arabistan ve Afganistan kıyıları) Ortadoğu olduğu belirtilmiştir.[8] Bununla birlikte, “Ortadoğu” kavramının ilk kez II. Dünya Savaşı sırasında İngiltere’nin Mısır’daki askerî birliklerine verdiği “Ortadoğu Kumandanlığı” (Middle Eastern Commandership) adından ileri geldiğini savunan görüşler de bulunmaktadır.[9] Kısacası, Uzakdoğu, Yakındoğu, Ortadoğu kavramlarının hepsi Batı tarafından bulunmuş yapay mefhumlardır ve Avrupa için var olan geçerli tek bir “Doğu”yu ifade eder. Uzakdoğu, Yakındoğu ve Ortadoğu kavramları özde aynı coğrafyaya verilen değişik isimler olsa da, farklılık uygulanan politikalardadır ve zaten bu kavramlar da bölgeye yönelik uygulanan politikalardaki farklılık nedeniyle icat edilmiştir.

Oysa Osmanlı Devleti ve devamında Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu algısı, Batılı görüş ve değerlendirmelerin çok ötesinde, bu bölgenin dini, tarihsel ve sosyo-kültürel dinamiklerine vurgu yapan ve Ortadoğu coğrafyasının ifade ettiği ruh ikliminden beslenen daha derin tasavvurlarla dolu duygu ve düşünüşler bütünüdür. Bu kapsamda Kudüs’ün son Osmanlı Mutasarrıflarından Kemal Bey’in İstanbul’daki hükümete yazdığı rapor, genç Türkiye Cumhuriyeti’ne miras kalan Ortadoğu algısının da özünü teşkil etmektedir. Kemal Bey’e göre, bütün dünyanın dikkatleri bu bölgeye yoğunlaşmıştır ve bugün, yarın, gelecekte ve her zaman dünya durdukça dikkatler Kudüs ve etrafındaki coğrafyaya yoğunlaşacaktır; çünkü bu bölge; “Cevalangâh-ı Musa”dır (Hz. Musa’nın dolaştığı topraklar), “Mehd-i İsa”dır (Hz. İsa’nın doğduğu yer) ve “Mirac-ı Muhammedi”dir (Hz. Muhammed’in miraca çıktığı yer).[10] Mutasarrıf Kemal Bey, İstanbul Hükümeti’ne hitaben yazdığı raporunda, aslında bölgenin üç semavi din için de aynı derecede önem taşıdığına ve kutsiyetine dikkat çekmek istemiştir. Yine bunun yanında, Cemil Meriç, Ortadoğu kavramının Batılılar tarafından kendi çıkarları doğrultusunda üretilen kaypak bir mefhum olduğunu ifade ederek, ne zaman niçin doğduğu ve hudutlarının ne olduğu konusunda değişik rivayetlerin bulunduğunu eklemekte, ancak bu kavramın bölge halkı tarafından yıllardır benimsenerek kullanıldığını da belirtmektedir.[11] Bununla birlikte, bazı Batılı kaynaklarda Ortadoğu teriminin anlamındaki genişlemeye rağmen o kadar da büyük bir alanı ifade etmediği, hatta çoğu zaman Afganistan’ı ve Fas’ı bile içermediği, böyle yapılacak olursa Orta Asya ve Kuzey Afrika’nın da Ortadoğu kavramı içerisine dahil edilmesi gerektiği ifade edilmektedir. Bu tanıma göre, asıl Ortadoğu Arap, Türk ve İran kültür havzalarını kapsamakta, bölgeyi yüzyıllardır hâkimiyeti altında tutan Osmanlı Devleti’nin selefi Türkiye’nin bile tamamı Ortadoğu tanımlaması içerisine girmemektedir. Adeta küllerinden doğan bir devlet olan Türkiye’nin kültürel ve coğrafi açılardan Asya ile Avrupa arasındaki sınırda bulunması bunun en temel sebebidir. Ancak bununla birlikte, bölgede konuşulan Arapça, Aramice, İbranice, Yiddişçe, Kürtçe, Farsça gibi dillerin yanında Türkçe’nin de hatırı sayılır bir üstünlüğü vardır.[12]

Ortadoğu’nun Amerikan dış politikası için öncelikli bir kaygı merkezi olduğunu ifade eden Roderic Davison, Türkiye’nin Ortadoğu’daki tarihsel rolüne ilişkin olarak şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Bazıları Osmanlı Devleti’nin ölümüyle Ortadoğu’yu Arap dünyasıyla eşleştiriyor. (…) Ancak Ortadoğu kavramı diğer birçok tanımlamanın aksine en yaygın çekirdeğini onun halefi olan Türkiye, İran, Mısır ve İsrail arasında buluyor.”[13] Ortadoğu olarak adlandırılan bölge, Türk/Osmanlı hâkimiyet sahasına Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim’in 1517’deki Ridaniye Savaşı ile dahil olmuş ve 400 yıl kesintisiz olarak Osmanlı Devleti tarafından idare edilmiştir. Bu derin tarihsel bağlamda, bölgede sosyo-kültürel hayata etki eden ve birçok iz bırakan Osmanlı hâkimiyeti I. Dünya Savaşı ile birlikte İngiltere ve Fransa tarafından yıkılırken, Hüseyin-Mac Mohan mektuplaşmalarının vuku bulması Türk tarih yazınında Arapların “Osmanlı’yı arkadan vurması” retoriğini doğurmuş; aynı şekilde Arap kamuoyu da çoğu kez Türkiye’yi ve Türkleri emperyalist politikalar izleyen devasa bir İmparatorluğun mirasçısı olarak görme eğilimi içerisine girmiştir.

Ne var ki, Ortadoğu bölgesinin genelinde böyle bir algı olmamakla birlikte, Umman, Yemen ve Bahreyn gibi ülkelerde hilafet merkezi olarak değerlendirilen daha yumuşak bir Osmanlı/Türk algısı bulunmaktadır. Türk kamuoyunda ise, çoğu kez bölgenin yapısından kaynaklanan kompleks/karmaşık sorunlar nedeniyle Ortadoğu’dan uzak durulması ve bu bölge ile düşük profilde ilişkiler geliştirilmesi gerektiği ifade edilirken, bir kısım kamuoyu ise tarihsel, kültürel, dini ve sosyal sebeplerden dolayı Ortadoğu bölgesini vazgeçilemez bir bölge olarak nitelemektedir.[14] Türkiye’deki dış politika yapıcılar ise, Ortadoğu ile olan ilişkileri uluslararası konjonktüre göre, ancak aynı zamanda ulusal güvenlik kaygılarını da ön planda tutarak  ve bölgeyle olan köklü tarihsel, sosyo-kültürel, etnik ve dini bağları ihmal etmeden yürütmüşlerdir. Türkiye’nin, İsrail-Filistin sorununda, bu bölgede  yüz yıllarca hüküm süren bir devletin mirasçısı olarak ve halkının çoğunluğunun mensubu olduğu İslamiyet’in ilk kıblesi sayılan Mescid-i Aksa’nın bulunduğu topraklar olması hasebiyle, hassas davranarak bölgede taraflar arasında (İsrail, Filistin, Suriye) arabulucu rolü üstlenmesi, ya da Irak söz konusu olduğunda federal devlet yapılanması içerisinde Türkmenlerin hakkını savunması bütün bunlara birer örnektir. Bu açıdan, Türkiye’nin dış politika kapsamında Ortadoğu algısının oldukça hassas dinî ve sosyo-kültürel kimlik tanımlamaları üzerine inşa edildiğini söyleyebiliriz.

4. Tarihsel Perspektif: Atatürk Döneminden Arap Baharı’na Türkiye’nin Ortadoğu Politikası

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Türkiye’nin Ortadoğu politikasını sınırları önemli ulusal ve küresel olaylara ve gelişmelere işaret eden dönemlere ayırarak incelemek olası ise de, 1923’ten günümüze her dönem için geçerli olan statik ve değişmez bir Ortadoğu politikasından söz etmek olası değildir. Çünkü bir kere buna hem tarihe yön veren global hareketler, hem de ülkenin kendi içindeki sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel faktörler etki ederek her dönemde izlenen dış politikayı farklılaştırmıştır. Bunun yanında, Prof. Dr. Tayyar Arı, I. Dünya Savaşı esnasında cereyan eden tarihsel olayların Türkiye’nin Ortadoğu politikasını anlamak için anahtar değerinde olduğunun altını çizerek, bölgede 400 yıl devam eden Osmanlı hakimiyetinin tasfiye edilmesi sürecine dikkatleri çeker. Bu aşamada, Mekke Emiri Şerif Hüseyin ile İngiltere’nin Mısır Yüksek Komiseri McMahon arasında devam eden ünlü “Hüseyin-McMahon Yazışmaları”, Irak, Suudi Arabistan, Ürdün ve Lübnan gibi Arap devletlerinin kuruluşuna giden yolu açan esas gelişmedir. Bunu yanında, Türkiye’nin 1924 yılında halifeliği kaldırması, 1939’da Hatay’ın anavatana katılması, Türkiye’nin Batı ittifakının bir ürünü olan Bağdat Paktı içerisinde yer alması, dahası 1948’de kurulan İsrail’i tanıyan ilk devletlerden biri olması, Ortadoğu ile olan ilişkilerini biçimlendiren önemi tarihsel olaylardır.[15] Daha sonraki aşamada ise, II. Dünya Savaşı, ardından gelen Soğuk Savaş yılları, 1991’de Soğuk Savaş’ın bitimiyle ilan edilen Yeni Dünya Düzeni (New World Order) anlayışı içerisinde globalleşmenin etkisi ve günümüze dek uzanan gelişmelerin ışığında kronolojik olarak Türkiye’nin Ortadoğu politikasını tahlil etmeye çalışalım.

4.1. 1923-1939 Yılları arasında Ortadoğu Politikası (Atatürk Dönemi ve Liderin Belirleyiciliği)

Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Ortadoğu topraklarından tasfiyesi gerçekleştirilen Osmanlı Devleti’nin varisi olarak Anadolu topraklarında Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde verilen bir İstiklâl Savaşı neticesinde 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti, siyasi, sosyal ve ekonomik alanda gerekli inkılapları gerçekleştirerek bir devlet olarak ayağa kalkma mücadelesi verirken, dış dünyayla olan ilişkilerini de bağımsızlığına ve egemenliğine aykırı bir durum ya da tehdit söz konusu olmadıkça Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” özdeyişini temel alan dostane ilişkiler geliştirmeyi amaçlayan bir anlayış üzerinden yürütmekteydi. Ulusal bağımsızlık mücadelesini veren ve genç Cumhuriyet’i kuran Kemalist kadro, I. Dünya Savaşı’nın ardından tüm dikkatini ve enerjisini ulus-devleti inşa sürecine vererek, devletlerarası ikili ilişkilerden bir süre uzak kalmıştır. Ancak ne olursa olsun, yukarıda belirtildiği üzere barışçıl bir anlayış ve dünya görüşüyle birtakım temel değerler benimsenmiş, bu değerler çerçevesinde ulusal dış politika da şekillenmeye başlamıştır. Türk dış politikasının üzerine inşa edildiği temel değerler/prensipler; Batıcılık ve Statükoculuk (status quo) ilkeleridir. Burada statükoculuk mevcut sınırları ve dengeleri sürdürme ve bozmama ve herhangi bir yayılmacı (irredentist) amaç peşinde koşmama; Batıcılık ise coğrafi olarak değil, daha çok kültürel ve ideolojik anlamlara sahip bir imge olarak dış politika yapımında rasyonel ve pozitivist kuramlardan hareket etme anlamındadır.[16] Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına rastlayan bu dönemde Ortadoğu ile olan ilişkilerin ise oldukça sınırlı olduğunu görmekteyiz.

Bunun sebebi ise, Osmanlı Devleti’nin bölgeden çekilmesiyle İngiltere ve Fransa gibi mandater devletlere karşı mücadele eden bölge ülkelerinin bağımsızlıklarını ancak II. Dünya Savaşı sonrasına rastlayan yıllarda kazanabilmiş olmalarıdır. Dolayısıyla, bu dönemde ortada ilişki kuracak devlet dahi henüz yoktur. Bu nedenle, Cumhuriyet’in ilk yıllarında ülkenin yönünü tamamen Batı’ya dönerek Ortadoğu devletleriyle bilerek ilişki kurmadığı ve bölgeden koptuğu yönündeki görüşler doğru değildir.[17] Türkiye, bu dönemde Milletler Cemiyeti (MC)’ne üye olduğu için Lozan Antlaşması’ndan kalan Musul Meselesi’ni mandater ülke olan İngiltere ile bir görüş birliğine varamadığından dolayı MC gündemine götürmüş; ancak bu durum Türkiye aleyhine sonuçlanmıştır. Türkiye’de 1924 yılında halifeliğin kaldırılması Kuzey Afrika’dan Hindistan’a kadar olan topraklarda yaşayan Müslüman Ortadoğu halkları arasında hayal kırıklığı yaratmış ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı olumsuz bir imajla bakılması sonucunu doğurmuştur. Ancak Türk dış politikasına yön veren karar vericiler, kısa sürede bu olayın izlerini silmek için Ortadoğu’daki komşu devletlerle kısa sürede ilişkileri geliştirme gayreti içerisine girmişlerdir.[18]

Türkiye, bu dönemde doğudaki komşusu olan İran ve Afganistan ile dostane ilişkiler geliştirmiş; Türkiye gerçekleştirdiği inkılâplar ve siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda yakaladığı başarılar ile bölge ülkeleri tarafından adeta bir model ülke olarak değerlendirilmiştir. 1931’de Irak Kralı Türkiye’yi ziyarete eden ilk Arap lider olmuştur. 1937 yılında Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında akdedilen Sadabad Paktı, dört Ortadoğu ülkesinin içişlerine karışmamayı, sınırlarını ihlal etmemeyi ve uluslararası konularda görüş teati etmeyi kurala bağlamıştır.[19] Kısacası, bu dönemde yüzünü Batı’ya dönerek kendisini Batılı bir devlet olarak tanımlamasına rağmen Türkiye, Ortadoğu bölgesiyle olan bağlarını da koparmamış, henüz bağımsızlığını kazanamamış Ortadoğu ülkeleriyle olan ilişkiler mandater devletleri üzerinden yürütülürken, diğer ülkeler ile dostane ilişkiler kurulmuş, Türkiye bağımsızlığını kazanan ve başarılı inkılaplar gerçekleştiren bir ülke olarak bölgede İran ve Afganistan gibi ülkelere de ilham kaynağı olmuştur. Yine Atatürk’ün kişisel çabalarıyla Hatay (Sancak Vilâyeti)’ın 1937’de önce bağımsız bir devlet olması ve ardından Türkiye’ye katılması sağlanmıştır. Bu dönemde dış politikanın şekillenmesinde Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün belirleyici bir önemi bulunduğundan bahsetmek gerekmektedir. Zira askeri tıbbiye kökenli bir bürokrat olan Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, dış politikaya ilişkin direktifleri bizzat Atatürk’ten almıştır.

4.2. 1939-1945: II. Dünya Savaşı Yıllarında Türkiye ve Ortadoğu

1939 yılında Almanya’nın Polonya’ya saldırmasıyla başlayan II. Dünya Savaşı boyunca, Türkiye, öncelikle Alman hükümetinin, ardından da müttefik kuvvetlerin savaşa girmesi yönündeki kuvvetli ısrarına maruz kalmış; buna rağmen Atatürk’ten sonra Cumhurbaşkanı seçilen Milli Şef İsmet İnönü’nün gösterdiği dirayet sayesinde savaş dışı konumunu sürdürmüştür. Savaş sırasında Almanların Türkiye üzerinden Arap ülkelerine ve Süveyş Kanalı’na sızma önerileri reddedilmiştir. Türkiye, savaşa girmemesine rağmen milyonluk bir orduyu sınırda bekletmiş, bunun sonucu olarak üretimde düşüş ve ihracatta açık ortaya çıkmıştır. Devletin ekonomideki bu açığı kapatmak için Varlık Vergisi kanununu çıkararak gayrimüslimlerden olağanüstü vergiler alması birçok tartışmalara yol açsa da, savaş şartları düşünüldüğünde bunun zaruri olduğu görülmektedir İkinci Dünya Savaşı boyunca Türkiye Ortadoğu’da yaşanan gelişmeleri (İran’ın işgali) yakından takip etmiş; ancak kendi ulusal savunmasına ve savaşın gidişatına odaklandığı için ilişkiler savaş sonrası döneme bırakılmış ve savaş sonrasında Türkiye Arap ülkeleriyle olan ilişkileri geliştirme yolunu  tercih etmiştir.[20]

4.3. 1945-1960 Dönemi Ortadoğu ile İlişkiler

Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte doğuda beliren Sosyalist Sovyetler Cumhuriyeti Birliği (SSCB) ile Batı’da ABD’nin önderliğinde iki kutba ayrılmış bir uluslararası sistem ortaya çıkmıştır. SSCB ve ABD’nin blok önderleri oldukları Doğu ve Batı blokları arasında ortaya çıkan Soğuk Savaş yaklaşık 45 yıl devam etmiştir. Soğuk Savaş koşullarında, Türkiye, Ortadoğu bölgesiyle olan ilişkilerini Batı bloku içerisinde kalarak sürdürmeye çalışmış; bu ise birtakım sorunlara neden olmuştur. Evvelâ bu dönenin başında Türkiye’nin 1948’de kurulan İsrail’i tanıması Arap ülkelerinde tepki toplamış ve olumsuz bir Türkiye imajının oluşmasına yol açmıştır. Bunun yanında, Türkiye’nin Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde Batı’nın ekonomik programlarına dahil olmasıyla başlayan Batı blokuna dahil olma girişimi 1952’de NATO’ya girmesiyle daha da belirginleşmiştir. Bu bakımdan Türkiye’nin özelikle İngiltere’nin bölgeye yönelik bir projesi olan Bağdat Paktı’na 1955’te girmesi ise, bölgede Arap devletlerinin gözünde “Batı’nın işbirlikçisi” olarak görülmesine yol açacaktır. Bu dönemde Sovyet tehdidi karşısında gittikçe Batı’ya yakınlaşan Türkiye, bunun olumsuz sonuçlarını Ortadoğu’da görmüş, 1950’li yıllarda Soğuk Savaş’ın etkilerinin en güçlü hissedildiği bu bölgede, Türkiye, Batı yanlısı/Batıcı, aktif ama maliyetli politikalar izlemiştir. Bu dönemde izlenen Ortadoğu politikası Türkiye’nin Batı’ya yönelik dış politikasının bir alanı ve aracı olmuştur.[21]

4.4. 1960-1980 Dönemi Ortadoğu ile İlişkiler

1960-1980 dönemi, Türkiye’nin Ortadoğu politikasında keskin dönüşümlerin yaşandığı, deyim yerindeyse Türkiye’nin Ortadoğu politikasındaki yanlışlarını “keşfettiği” bir dönem olmuştur. Öncelikle Kıbrıs Sorunu karşısında 1964’te Johnson Mektubu ile somutlaşan Batı’nın tavrından duyulan rahatsızlık, Türkiye’yi, ihmal ettiğini düşündüğü Arap devletlerine yakınlaştırmıştır. Türkiye’yi Ortadoğu politikasında değişikliğe iten bir diğer neden de, 1973 Petrol Krizi sonrasında Türkiye’ye Batı’dan gelen askeri ve ekonomik desteğin kesintiye uğrayarak Türkiye’nin başka arayışlar içerisine girmesi olmuştur. Bu nedenle, Ortadoğu ülkeleri ile ilişkileri geliştirmenin olumlu ekonomik sonuçlar doğuracağı öngörülmüştür. Bölgede 1948’den beri (1948, 1967, 1973 Savaşları) devam eden Arap-İsrail Savaşları nedeniyle İsrail-Filistin Sorunu’na odaklanan dikkatler, bu dönemin sonuna doğru 1979’da gerçekleşen Afganistan’ın SSCB tarafından işgali ve İran İslâm Devrimi nedeniyle Basra Körfezi’ne kaymıştır. Türkiye, bölgede gerçekleşen bu iki radikal değişiklik nedeniyle stratejik önemi ortaya çıkan bir ülke olarak belirmiştir.[22]

4.5. 1980-1990 Dönemi Ortadoğu ile İlişkiler

1979’da İran İslam Devrimi’nin gerçekleşmesiyle birlikte Ortadoğu bölgesinde Batılılar için önemi artan Türkiye’nin bu dönemde izlediği Ortadoğu politikası Batıcı nitelikler taşımakla birlikte, İran rejimine karşı bölgede bir alternatifi ve Sünni İslam’ı temsil etmesinden dolayı ideolojik özellikler de göstermiştir. Ancak aynı dönemde ülkede başlayan PKK terörü ile Ortadoğu politikası Türkiye’nin güvenlik kaygılarının ön plana çıktığı bir politikaya doğru da evirilmeye başlamıştır. Terör sorunu yanında Suriye ve Irak gibi ülkelerle yaşanan su sorunu da, döneme damgasını vuran ve Türkiye’nin Ortadoğu politikasını biçimlendiren bir etken olmuştur. Bu dönemin temel karakteristiği, güvenlik konularının ağırlık taşıdığı ve Türkiye’nin bölgeye PKK terörü ve kendi ulusal güvenlik kaygılarıyla baktığı bir dönem olmasıdır.[23] 1990’lı yıllarla birlikte Soğuk Savaş’ın sona ermesi çerçevesinde Ortadoğu’da meydana gelen olaylar Türkiye’nin ulusal güvenlik kaygılarını daha da artıracaktır.

4.6. 1991-2001 Dönemi (Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Ortadoğu ile İlişkiler)

1917’de Bolşevik Devrimi ile kurulan SSCB ve önderliğindeki Doğu Bloku, askeri (Varşova Paktı) ve ekonomik (COMECON) kurumlarıyla birlikte 1980’li yılların sonuna doğru yıkılış sürecine girmiş, yeni dönemde iki kutuplu/bloklu bir yapı yerine ABD’nin hegemon ve baskın güç olduğu çok kutuplu bir dünya sistemi gelişmiştir. ABD’ye alternatif olarak AB, Japonya, Rusya ve Çin belirirken, Soğuk Savaş’ı bitiren sıcak savaş “Körfez Savaşı” ise, hem jeopolitik ve jeostratejik yeni hesapların yapılmasını gerekli kılmış, hem de Başkan Bush’un yeni dünya düzeninin (new world order) kurulduğunu ilan etmesine vesile olmuştur. Soğuk Savaş sonrası yeni dönemin ideologlarından Francis Fukuyama, Hegelci mantığın tarif ettiği anlamda pratik tarihin son bulduğunu deklare ederken, emperyal merkezlerin zaferine işaret ediyor ve ABD’nin gücüne özellikle vurgu yapıyordu.[24] Yine Samuel Huntington Foreign Affairs’de “Medeniyetler Çatışması”[25] makalesini kaleme alırken, Zbigniev Brzezinski “Büyük Satranç Tahtası”nda,[26] Henry Kissinger ise “Diplomasi”[27] kitabında Soğuk Savaş sonrası ABD üstünlüğünün nasıl sürdürüleceği konusunda stratejik öngörülerde bulunuyorlardı. Soğuk Savaş sonrası yeni dönemde kendi ideologlarını yaratmasının yanı sıra, pratikte de ABD tek kutuplu sistemin hegemon gücü olarak kendi Batılı değerler sistemi çerçevesinde dünyayı dizayn etmeye ve bölgesel güç olarak beliren birtakım ülkelere yeni global sistemde bir rol çizmeye girişmiştir. Bu ülkelerden birisi ve -belki de- en önemlisi Soğuk Savaş sonrası ilk sıcak çatışmaların yaşandığı Ortadoğu ve Balkanlar coğrafyasının her ikisine de sosyo-kültürel, jeopolitik ve jeostratejik açılardan yakın olan Türkiye’ydi.

Soğuk Savaş sonrası dönem, Türk dış politikasında yeni stratejiler ve açılımlar doğurduğundan kimi çevrelerce Türk dış politikasının temel parametrelerinde, özellikle de statükocu geleneksel politikada değişim olarak yorumlanmıştır. Oysa yapılan şey, mevcut duruma ve dengelere göre hareket ederek Realist davranmaktan ibaretti. Gerçekçi paradigmadan hareketle, Türk dış politikasına yön veren saik, SSCB’nin dağılmasıyla Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya coğrafyasında yeni ülkelerin ortaya çıkmasıyla yeni bir statükonun kuruluşunda daha yüksek seviyede bir yer ya da rol kapmak, bu suretle uluslararası politikada gücünü ve konumunu sağlamlaştırmaktı.[28]

Dolayısıyla, Soğuk Savaş sonrası dönemde özellikle Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından dile getirilen Orta Asya ve Kafkasya’da yeni bağımsızlığını kazanan ülkeler bağlamında “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası” söylemi ile Ortadoğu’da Körfez Savaşı sırasında Musul ve Kerkük’ün geri alınması bağlamında “bir koyup üç almak” söylemi statükonun bozulması olarak algılanmıştır. Kimi çevrelerce Özal, Türk dış politikasının Atatürk döneminden beri var olan temel ilkelerine ihanetle suçlanmıştır. II. Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi değişen uluslararası sistemin ortaya çıkardığı fırsat alanları Türk dış politikasını da etkileyerek, ona kısa süreli bir revizyonist karakter kazandırmıştır. Ancak bu revizyonist karakter, Hatay’ın anavatana katılması ya da Boğazların statüsünün değiştirilmesi gibi Atatürk dönemi Türk dış politikasının ulus-devlet ideolojisi üzerine temellenmemiş, aksine bir yandan İmparatorluk bakiyesi topraklar üzerinde yeniden nüfuz sahibi olmak, diğer yandan da Özal’ın savunduğu şekliyle Musul ve Kerkük gibi bölgeleri yeniden Misak-ı Milli sınırları ile buluşturmak ve Türkiye toprağına dahil edebilmek girişimiyle bir Neo-Osmanlıcılık olarak gündeme gelmiştir.[29]

Dış politikanın oluşturulmasında uluslararası ortamın genel görünümü (konjonktür) ve iç gelişmeler (ülkenin sosyo-ekonomik koşulları, iç dinamikler) yanında, daha teorik olarak tarihsel, kültürel ve sosyolojik unsurların da önemli bir rol oynadığını belirtmek gerekir. Bu perspektiften baktığımızda; üç kıtaya yayılmış topraklarında yaklaşık 600 yıl hüküm sürmüş cihanşümul bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti’nin varisi olan Türkiye Cumhuriyeti, özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde bölgesel dış politikalarını oluştururken Osmanlı hatırasını canlandıran sosyo-kültürel unsurları eklektik bir motif olarak kullanmaya başlanmıştır. Özellikle Orta Asya’da ve Kafkasya’da yeni bağımsızlığına kavuşan devletlerle kurulacak ilişkilerde ırk, dil, din gibi sosyo-kültürel öğeler ön plana çıkarılmıştır. Bölgesinde küresel bir oyuncu olmak isteyen Türkiye için, bu, kaçırılmayacak bir fırsattı ve dış politika yapıcıları tarafından bir fırsat olarak algılanan bu durum “böyle bir fırsat bin yılda bir gelir”, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası” ve “Yeni Asır Türk asrı olacak” söylemleriyle ifade edilmiştir.[30]

Yine Ortadoğu bölgesinde özellikle Körfez Savaşı sırasında Irak sınırları içerisindeki Musul ve Kerkük vilayetlerinin Osmanlı bakiyesi topraklar olduğunu, Misak-ı Milli sınırları içinde yer aldığını ve böyle bir fırsatın “bin yılda bir” geleceğini ifade eden Cumhurbaşkanı Özal düzenlenecek bir sınır-ötesi operasyonla bu illerin alınması gerektiğini savunuyordu. Soğuk Savaş sonrası dönemde özellikle “Neo-Osmanlıcılık” perspektifiyle dış politikada birtakım fırsatların doğduğu algısı oluşmaya başladı. Ancak diğer yandan Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgaliyle başlayan ve ardından ABD önderliğindeki koalisyon güçlerinin Irak’a müdahalesiyle gelişen Körfez Savaşı nedeniyle fırsatlar sunan Ortadoğu Bölgesi’nin aynı zamanda krizleri de bünyesinde barındırdığı görülmüştür. Körfez Savaşı neticesinde bölgede oluşan güvenlik boşluğu Türkiye’de o yıllarda yaşanmakta olan Kürt ve irtica sorunlarıyla birleşince, Türkiye, Soğuk Savaş sonrası yeni dünya düzeninde Soğuk Savaş boyunca Sovyetleri ileri sürerek kuzeyden ve özellikle 1974’ten sonra Yunanistan’ı ileri sürerek batıdan geldiğini değerlendirdiği tehdit algısını da değiştirerek, tehdidin artık güneyden (Ortadoğu) geldiği yönündeki realist argümanını ön plana çıkarmıştır.[31]

Türkiye’nin yeni küresel sistemde Ortadoğu politikası biraz da ABD’nin bölgeye yönelik politikasıyla paralel şekillenmeye başlamıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle beraber ABD dikkatlerini petrol zengini Ortadoğu bölgesine yöneltmiş ve Sovyetlerin çekilmesiyle bölgede ortaya çıkan güç boşluklarını doldurmaya ve bu coğrafyada etkinlik kurmaya çalışmıştır.[32] Bu bölgedeki zengin enerji kaynaklarının denetlenmesini ve kesintisiz, güvenli, sabit fiyatlarla Batı’ya akışının sağlanmasını temel politika önceliği olarak belirleyen ABD, bu politikaları hayata geçirirken bazı sorunlarla da karşı karşıya kalıyordu. Bunlardan bazıları; bölgedeki anti-Amerikancı akımlar ve terörizm, İsrail-Filistin barış sürecinin kesintiye uğra(tıl)ması, Irak’ın istikrarsızlaşması ve Sünni-Şii çekişmesi, İran’ın nükleer faaliyetleri, anahtar konumundaki bölgesel güçlerin ABD politikalarına getirdikleri yorum ve bakış açısıdır. Tüm bu etkenler etrafında, ABD, Ortadoğu’da bir lider gibi mi, yoksa bir hegemon güç gibi mi davranması gerektiği konusuna odaklanmıştır. Özellikle Körfez Savaşı sonrasında Arap ülkeleri ABD’ye bölgede oluşan statükonun koruyucusu ve koalisyon güçlerinin lideri olarak bakmaya başlamışlardı.[33]

Türkiye ise, Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı yeni dönemde NATO, ABD ve AB ekseninde şekillenen yeni tek kutuplu uluslararası sisteme entegre olmaya çalışırken, kendi konumunu tanımlama çabası içerisine girmiştir. ABD’nin kendisi de bizatihi Soğuk Savaş sonrasında sistemdeki rolünü tanımlamaya, buna uygun stratejiler geliştirmeye, ardından da diğer küresel ve bölgesel güçlerin rolünü tanımlamaya girişmiştir. ABD’nin bu dönemdeki asıl amacı, uluslararası sisteme hegemon güç sıfatıyla entegre olma, sistemi kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirme ve bunu yaparken gerekirse müdahalelerde bulunma, hatta bu müdahaleler müttefiklerin çıkarlarını da ilgilendiriyorsa, onların katkısıyla müdahaleler gerçekleştirmekti. ABD, bu dönemde giriştiği bütün müdahalelerde (Körfez Savaşı, Bosna, Somali, Kosova, Kuzey Irak vb.) müttefikleriyle işbirliği yapmış, bunlardan biri de Türkiye olmuştur. Öyle ki, Türkiye Soğuk Savaş sonrası yeni dönemde “güçlendirilmiş stratejik ortaklık” ilişkisine lâyık görülmüştür. Yine Amerikan stratejik raporlarında, bu döneme dair, Ortaklaşa Güvenlik Stratejisi’ne (Cooperative Security Strategy) bağlı kalınacağı, ancak ABD’nin kendisine global ve bölgesel rakipler istemediği belirtiliyordu.[34]

ABD yeni küresel sistemde kendi konumunu açıklığa kavuşturduktan sonra, AB, Japonya, Rusya Federasyonu, Çin, Hindistan gibi küresel rakiplerinin rolünü de tanımlamaya ardından Türkiye, İran, Mısır gibi bölgesel güçleri sistemde bir yere oturtmaya çalışmıştır. Soğuk Savaş sonrası dönemde stratejik öneminin kaybolacağına dair spekülasyonlara rağmen, Ortadoğu’da başlayan çatışmalar nedeniyle 1991’den itibaren ABD’nin global stratejisinde Türkiye’nin yeri ve önemi giderek artmaya başlamıştır.[35] Hatta Saddam’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan ve koalisyon güçlerinin Irak’a müdahalesi ile gelişen Birinci Irak Krizi boyunca Türkiye-ABD arasında teknik hiçbir sorun yaşanmamış, Türkiye ABD ile ve uluslararası toplumla tam bir koordinasyon ve işbirliği içinde olmuş, bu da Türkiye’nin bölgeye yapılacak müdahalelerde ABD için ne kadar önemli olduğunu gözler önüne sermiştir.[36]. ABD’nin dış politikasının şekillenmesinde görüş ve önerileriyle rol oynayan Graham Fuller, Ian Lesser ve Paul Henze gibi yazarlar, yeni küresel sistemde Türkiye’nin Yugoslavya’dan Çin’e kadar uzanan geniş bir coğrafyada yeni roller üstlenmesi gerektiğini belirtiyorlardı. “Türkiye’nin Yeni Jeopolitiği” başlıklı makalede[37] bu yazarlar, Türkiye’nin Balkanlar’da Müslüman, Kafkasya ve Orta Asya’da ise Türk kimliğini öne çıkararak etkili olmasını istiyorlar; hatta Henze bir adım daha ileriye giderek, Türkiye’nin bu etkinliği daha kolay sağlayabilmesi için “Osmanlı” kavramının yeniden gündeme getirilmesini öne sürüyor ve “Yeni/Neo-Osmanlıcılık” ifadesini ortaya atıyordu.[38] Henze’nin ortaya attığı bu kavram, Özal’ın dış politika üslubu ve Avrasya vizyonuyla birleşince, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar olan bölgenin yeniden canlanması sonucu “21. Yüzyıl Türk Yüzyılı Olacak” söylemiyle ifadesini bulan ve Türkiye üzerinden Adriyatik’ten Orta Asya ülkelerine uzanan bir karayolu/otoban sisteminin yapılması projesi gibi projelerle somutlaşan Pan-Türkist ideallerin doğmasına yol açmıştır.[39]

Soğuk Savaş sonrasında temelleri atılmaya başlanan yeni global sistemde ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik bölge politikasının öncelikleri ise; Soğuk Savaş döneminden beri üzerinde hegemonyanın oluşturulmaya çalışıldığı petrol kaynaklarına tam hakim olarak bu kaynaklar üzerinde denetim kurmak, petrolün dünya pazarlarına kesintisiz ve sabit bir şekilde ulaştırılmasını sağlamak, İsrail’i korumak ve bölgede onun varlığının sürdürülmesini sağlamak, radikal İslam’ın etkisini kırmak, İran ve Irak’ın çevrelenmesi (dual/double containment) ve bölge üzerindeki sosyo-ekonomik gelişmelerin denetlenerek kitle imha silahlarına sahip olunmasını engellemekti. Bu öncelikler çerçevesinde politikalar oluşturan ve Ortadoğu’da herhangi bir devletin güçlenerek diğerlerini tahakkümü altına almasını önlemek, ayrıca bölgedeki hegemonyasını sürdürmek isteyen ABD’nin Ortadoğu politikasına en önemli itiraz ve meydan okumalar Kıta Avrupa’sının iki önemli ülkesi olan Fransa ve Almanya ile onların liderliğindeki AB’den gelmiş, fakat bu ABD hegemonyasına karşı güçlü bir tepki olamamıştır. Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi hâlihazırda bölgede ABD ile denge mücadelesine girecek SSCB gibi ikinci bir süper güç de yoktu. SSCB’nin varisi olan Rusya kendi iç sorunlarına yoğunlaşmıştı ve en azından şimdilik Ortadoğu’da rekabete girecek bir durumda değildi. Bölgedeki diğer ülkeler, kendilerini Irak tehdidinden kurtardığı için ABD’ye karşı minnet duyuyorlardı. 1948’den beri İsrail’le savaşan Filistin, Körfez Savaşı’nda Irak’ı desteklemiş olmanın verdiği pişmanlık nedeniyle zor bir duruma düşerek yalnız kalmış, çareyi çözüme yönelik umutların arttığı yeni dönemde İsrail ile barış sürecine girmekte bulmuştu. Saddam’ın önderliğindeki Irak hedef tahtası haline gelmekle kalmadı; ülke birçok yerde fiilî denetimi de kaybetti. Neticede 1979 İslam Devrimi’nden sonra Irak’la İran’ı çevrelemeye çalışan ABD, birbirine karşı kullandığı bu ülkelerin ikisini birden güvenliği tehdit ettikleri gerekçesiyle çifte kuşatma altına almaya başlamıştır.[40]

1990’lı yılların başında Türkiye, ABD politikalarına paralel, Batı ile uyum ve işbirliği içinde bir Ortadoğu politikası izleyen bir ülke görünümü vermekteydi. Zaten ABD’li dış politika yapıcıları da Soğuk Savaş sonrası yeni dönemde içine kapanık bir Türkiye görmek yerine bölgesindeki gelişmelerde aktif bir rol oynayan Türkiye’yi arzuluyorlardı.[41] İç ortam ve dinamikler, Özal faktörü ve ekonomideki endişe verici durum, Türkiye’yi Soğuk Savaş sonrası dönemde jeostratejik ve jeopolitik olarak tekrar kendini ispat etmeye yönelik “aktif dış politika”ya yöneltiyordu. Özal, “aktif dış politika” sayesinde, Türkiye’nin stratejik açıdan hâlâ önemli bir ülke olduğunun anlaşılacağını, ABD’den ticari ve ekonomik avantajlar sağlanarak bunun iç ekonomiyi iyileştirmeye yardımcı olacağını düşünüyordu. Ayrıca Körfez krizinde aktif rol alınırsa, savaş sonrasında Suudi Arabistan, Kuveyt, Irak gibi Körfez ülkelerinden ekonomik kazançlar sağlanabileceği ve AB’ye girişin daha kolay bir hale geleceği de Özal’ın başlıca argümanlarıydı.[42] 1980-88 İran-Irak Savaşı’nda aktif tarafsızlık politikası yürüten Türkiye’nin aynı tarafsızlığı göstereceğini sanan Irak, Türk Dışişleri Bakanlığı ve MGK’nın Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesini talep eden kararı karşısında şaşkınlığa uğramıştır. Bununla birlikte, BM Güvenlik Konseyi’nin Irak’a ekonomik ambargo uygulanmasını öngören 6 Ağustos 1990 tarih ve S/RES/661 sayılı kararını onaylayan Türkiye, Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattının birini kapatmış, ikinci orduya bağlı 180.000 askerini Irak sınırına yığmış ve İncirlik hava üssünü Amerikan uçaklarına açmıştır.[43] Bütün bunlar, Türkiye’nin ABD’nin yanında yer alan aktif bir dış politika izlediğini ve tarafsız dış politika izlemeyi bıraktığını göstermiştir.

ABD Başkanı Bush ile telefon diplomasisi[44] yürüten Özal, Ortadoğu haritasının yeniden çizileceğini, Saddam’ın devrileceğini, Türkiye’nin aktif davranarak Ortadoğu pastasından daha büyük bir pay alabileceğini iddia ediyordu. Özal’ın bununla kastettiğinin Musul ve Kerkük olduğu ise herkes tarafından biliniyordu.[45] Özal’ın “bir koyup üç almak” şeklinde formüle ettiği Irak’a askerî harekât düzenlenmesi girişimi, onun dış politikayı tek başına yönlendirmek istemesine ve üslubuna karşı çıkanlarca engellenmeye çalışılmıştır.

Nitekim Dışişleri Bakanı Ali Bozer, 11 Ekim 1990’da, Millî Savunma Bakanı Safa Giray 18 Ekim’de ve askeri harekâta başından beri karşı çıkan Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay ise 3 Aralık’ta (1990) istifa ederek duruma tepkilerini en üst perdeden gösterdiler. Yine iç politika-dış politika etkileşimi bağlamında meseleye bakacak olursak, kimi çevrelerce Özal’ın aslında Musul-Kerkük’e girmeyi gerçekte düşünmediği, bunu kamuoyunda böyle bir hava yaratarak popülaritesini ve iç politikadaki etkinliğini artıracak bir argüman olarak kullandığı tezinin ileri sürüldüğünü görmekteyiz.[46] Neticede, Genelkurmay, muhalefet ve kamuoyu baskısı nedeniyle Özal’ın Musul-Kerkük’ü alma fikirleri “gerçekleşmemiş senaryo” olarak kalırken, Türkiye aktif destek verdiği Körfez Savaşı’nın bedelini en ağır ödeyen ülke olmuştur. Türkiye, bu dönemde siyasal ve ekonomik açılardan büyük sorunlarla baş etmek durumunda kaldı. Irak’a uygulanan ambargo yüzünden 10 yıl içinde Türkiye’nin kayıpları 100 milyar dolara ulaşmıştır. Ayrıca transit gelirin durması, Irak’la yapılan sınır ticaretinin kesilmesi Güneydoğu Anadolu bölgesinde işsizlik ve ekonomik sorunlara yol açmıştır. Bu ekonomik sorunlar Kürt Sorunu’nu derinleştirerek PKK’yı güçlendirmiştir. Körfez Savaşı’ndan sonra Saddam’ın otoritesini zayıflaması ve Kuzey Irak’ta güç boşluğunun oluşması PKK’nın buraya yerleşerek üslenmesine yol açmıştır. Neticede, Kuzey Irak bölgesinde üs tutan PKK, Türkiye’ye yönelik terörist faaliyetlerini arttırmaya başlamıştır.[47]

17 Ocak 1991’de ABD öncülüğündeki İngiltere, Fransa, İtalya gibi ülkelerden oluşan koalisyon güçlerinin önce hava operasyonu ardından da 24 Şubat’ta “Çöl Fırtınası” (Operation Desert Storm) adındaki kara harekâtıyla gelişen Irak’a müdahaleyi Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Katar gibi bölge ülkeleri olumlu karşılamış ve koalisyona katılmıştır. Savaştan en kazançlı çıkan ülke ise kuşkusuz yeni global sistemin hegemon gücü ABD olmuştur. Savaşın maliyetini Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Almanya ve Japonya gibi ülkelere yükleyen ABD, bu savaş sayesinde soğuk savaş döneminden kalan demode ve silahsızlanma anlaşmaları gereği elinden çıkarmak zorunda olduğu silahları burada kullanarak eskimiş mühimmat ve silah sistemlerinden bu sayede büyük ölçüde kurtulmuştur. Yine Saddam’ı devirme imkânı olmasına rağmen “şimdilik” devirmeyerek, onu diğer Arap devletlerinin gözünü korkutmak ve bu yolla bölgeye silah satarak pazar açmak stratejisini kullanmıştır. Bu savaş sonunda Irak’ı fiilen üçe bölen ABD, bu ülkenin petrol ihracını sultası altına alarak küresel petrol piyasasını denetleme imkânı elde etmiş ve kendisinin lider olduğu “yeni dünya düzeni”nin kurulduğunu da ilan etmiştir. Aslına bakılırsa, 1990’lı yılların diğer gelişmeleri ışığında ABD’nin lanse ettiği yeni dünya düzeninin yeni küresel güvenlik tehdit formlarının ortaya çıkmasıyla bir “yeni dünya düzensizliği” olduğu çok geçmeden anlaşılmıştır.[48]

Körfez Savaşı’nın 1991-2001 dönemi Türk dış politikasını etkileyen diğer bir önemli yönü ise, Türkiye’nin bir iç güvenlik sorunu olarak gördüğü Kürt Sorunu ve Siyasal İslam (irtica) gibi konuların dış politika yapımını etkileyen faktörler olarak belirmesidir. 1990’lı yıllar boyunca Kürt Sorunu ve PKK, Türkiye’nin Suriye ve İran ile olan ilişkilerine de yansımıştır. Bazı Türk yetkililer Türkiye’nin İran’ın Kürt milliyetçiliğini desteklediği iddialarına yer vererek, ayrıca Türkiye’de siyasal İslam’ın yükselişinde İran’ın parmağı olduğu ifadelerini ima ettiler. Bu da İran’la olan ilişkilerde gerilimin artmasına neden olmuştur.[49]

Körfez Savaşı sonrasında bölgenin giderek istikrarsızlaşması Türkiye’nin dikkatlerini buraya yöneltmesine neden olmuş ve Soğuk Savaş sonrası yeni düzende 1990’lı yıllar Türkiye’nin giderek Ortadoğu sorunları içine çekildiği bir dönem olarak belirmiştir. 1990’lı yılların başında iki kutuplu sitemin sona ermesiyle fırsatlar sunan bir bölge olarak değerlendirilen Ortadoğu’nun giderek krizler ve tehditler üreten bir coğrafya olduğu anlaşılmıştır. Bu dönemin başında Türkiye’yi Ortadoğu’da en çok rahatsız eden şey, Kuzey Irak’ta ABD’nin Kürt Devleti senaryolarıyla burada etkinlik alanı kazanan PKK terör örgütü olmuştur. Keza 1988’de İran-Irak Savaşı sonrası Saddam’ın Halepçe Katliamı’ndan kaçarak Türkiye’ye sığınan Kürtler ülkenin doğu ve güneydoğusundaki Kürtlerin etnik bilincini tetiklemiş; bu da 1990’lı yılların başında giderek artan bir Kürt realitesini ülkenin gündemine sokmuştur. Tabii bölgede Türkiye’yi etkileyen sorunlar bununla da sınırlı değildi. PKK’nın Bekaa Vadisi’nde kamplarının olduğu ve terörist başının burada gizlendiği istihbaratı doğrulanınca Suriye ile, irtica kapsamında da İran ile ilişkiler giderek bozulmaya başlamıştır. Bununla birlikte, Arap devletlerinin bölgedeki istenmeyen komşuları olan İsrail ile ilişkiler diğer ülkelerle ters oranda gelişmeye başlamıştır. Körfez Savaşı’nın ardından Türkiye, özellikle Irak’ın kuzeyinde yoğunlaşan de facto Kürt otonomisi sebebiyle ciddi güvenlik endişeleri duymaya başlamıştır.[50]

Körfez Savaşı’nın ardından imzalanan ateşkes anlaşmasından sonra Irak’a uygulanan ambargo devam ettirilirken, BM şemsiyesi altında oluşturulan bir komisyona (UNSCOM: United Nations Special Commission) Irak’taki kitle imha silahlarının varlığını denetleme görevi verilmiştir. Böylelikle çifte kuşatmanın Irak ayağı gerçekleştirilmiş, Irak uluslararası koalisyon güçlerinden oluşan askeri kuvvetle fiziki ve BM çatısı altındaki hukuki/teknik girişimlerle de ekonomik ve sosyal açılardan tecrit edilmiş oluyordu.[51] Yine savaşın hemen akabinde uzun yıllardır Saddam diktatörlüğünün baskısı altında yaşamış olan Kuzey Irak’taki Kürtlerle Güney Irak’taki Şiiler ayaklanarak rejime başkaldırdılar. Saddam, ülkedeki bu etnik ayaklanmaları ağır silahlar kullanarak kanlı bir biçimde bastırırken, Körfez Savaşı ile Saddam’ı devirme imkânı olmasına rağmen, ondan daha iyi bir alternatif bulamadığı ve çıkarları bölgede bir diktatörün devamını gerektirdiğinden devirmeyen ABD ve bölgede ikinci bir Şii devleti görmek istemeyen Körfez ülkeleri de (Suudi Arabistan) bu katliam karşısında sessiz kalmışlardır. Saddam’ın zulmünden kaçan Kürt ve Şii gruplar Türkiye ile İran sınırına ve bu sınırlardaki dağlık bölgelere iltica etmek zorunda kaldılar. Bu kıyım ve katliam karşısında sessiz kalamayan Türkiye, harekete geçerek Fransa ile birlikte BM’yi acil toplantıya çağırmış ve BM Güvenlik Konseyi Irak’tan sivil halka karşı yapılan şiddetin derhal durdurulmasını isteyen bir karar almıştır. Türkiye Cumhurbaşkanı Özal’ın bölgede yaşanan dram karşısında “güvenli bölge” (safety areas) oluşturulması çağrısı üzerine Güvenlik Konseyi S/RES/688 (1991) sayılı insani müdahale kararını alarak Irak’ta 36. paralelin kuzeyi ile 32. paralelin güneyini uçuşa yasak bölge ilân etmiştir.[52]

Daha sonra bu uçuşa yasak bölge 33. paralele kadar genişletilerek “Huzur Harekâtı” na (Operation Provide Comfort) ve “Çekiç Güç”’e (poised hammer) temel teşkil etmiştir. Türkiye bu karara destek vererek, uçuşa yasak bölgelerin denetimi için havalanan koalisyon kuvvetleri (ABD-İngiltere-Fransa) uçaklarına İncirlik üssünü kullanmaları için izin vermiştir. Türkiye’nin isteği ve önerisiyle başta tamamen insani kaygılar temelinde oluşturulan Çekiç Güç, bir süre sonra ne yazık ki Türkiye’nin aleyhine işlemeye başlamıştır.[53] Kuzey Irak’ta merkezi otoritenin çekilmesiyle oluşan güç boşlukları özellikle iki Kürt partisi (Celal Talabani önderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği Partisi/KYB ve Mesut Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokratik Partisi/KDP) tarafından doldurularak, fiili yönetim bir süre sonra bu grupların eline geçmiştir. Bu durum Irak’ın egemenliğini sınırlarken, Türkiye güvenlik kaygıları nedeniyle kimi zaman Celal Talabani ve Mesut Barzani ile iş birliği yaparak PKK terör örgütüne karşı 1992, 1996 ve 1998 yıllarında sınır-ötesi operasyonlara girişmiştir. Türk Ordusu burada ateşkesin uygulanması dâhil olmak üzere bölge güvenliğinde aktif rol almıştır.[54]

Soğuk Savaş sonrasında hegemon güç ABD tarafından “güçlendirilmiş stratejik ortak” (enhanced partnership) olarak adlandırılan Türkiye, Soğuk Savaş döneminden beri devam ettirdiği Batı ile ittifak içerisinde olma politikasının Ortadoğu’da kendisi için hiç de kazançlı olmayan sonuçlar doğurduğunu çıkarsamıştır. Çünkü öncelikle Körfez Savaşı sonucunda uçuşa yasak bölge oluşturma, ekonomik ve ticari ambargolar koyma ile somutlaşan Batı’nın Irak ve Ortadoğu politikası Türkiye’nin ulusal güvenliği için yeni tehdit unsurları ortaya çıkarmıştır. Sovyet tehdidinin ortadan kalktığı ve Batı ile ittifakın Türkiye’nin ulusal güvenliğine halel getirmeye başladığı bir dönemde özellikle Batı ile olan ilişkiler ve Batılı kimlik algısı yeniden tartışma konusu olmuştur. Ayrıca yukarıda ifade ettiğimiz üzere İsrail’le geliştirilen üst düzey ilişkiler bu dönemde İran ve Arap ülkelerinin tepkisini çekmiş, iki ülke arasındaki stratejik işbirliği 1997’de yapılan İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) Zirvesi’nde üye ülkelerce sert biçimde eleştirilmiştir.[55]

Türkiye, Batılı kimliğini kullanarak ürettiği politikaların özellikle Ortadoğu coğrafyasında tepki çekmesi üzerine tehdit algılamaları ve kimlik tanımlamaları bağlamında özellikle 1990’lı yılların sonuna doğru dış politikada yeniden “çok boyutlu” arayışlar içerisine girmiştir. Ancak burada bir anekdot olarak 1996-97 döneminde Türkiye’yi Batıdan uzaklaştırmaya ve İslam dünyasıyla yakınlaştırmaya dayanan Başbakan Necmettin Erbakan döneminin Ortadoğu politikasını da anmak gerekir. Biraz da iç politik gayelerle ve dini olgulara referansla hareket eden Erbakan, bu dönemde Arap ve İslam toplumundan beklenen ilgiyi görmemiş, Libya gezisi ve Kaddafi ziyareti krizle sonuçlanırken, Mısır ve Suudi Arabistan ise güvenilir bulmadıklarından dolayı kurulacak bir “İslam Birliği” ile siyonizmin sömürüsünden kurtulma teklifine sıcak bakmamışlardır.[56] Erbakan liderliğindeki Refahyol (RP+DYP) iktidarının Ortadoğu politikasındaki bir diğer önemli öğe İran’la olan ilişkilerdi. İran’ın ideolojik anlamda bir tehdit unsuru oluşturması ve el altından PKK’ya destek verdiği iddiaları ikili ilişkilerde istikrarsız bir tablo çizmekteydi. Refahyol iktidarının ardından Bülent Ecevit Başbakanlığındaki dış politika döneminde de İran’la ilişkiler krizlerin hâkim olduğu bir görünüm arz etmiş ve uzun bir süre de öyle kalmıştır. 1979 İslâm Devrimi’nin ardından uluslararası sistemde yalnız kalan İran, bölgede Rusya ve Çin gibi müttefikler edinmekte geç kalmadı. İran, aslında ABD’nin çifte kuşatma politikasının kapsamında olan bir ülkeydi ve Irak’ın tecridinden sonra sıra İran’a da gelmişti.  İran aslında kendisiyle sekiz yıl savaşan rakibi Irak’ın bertaraf edilmesine sevinmiş; ancak bir yandan da bölgede giderek artan Amerikan etkisinden de rahatsız olmaya başlamıştı. Ancak 1990’lı yılların ortalarından itibaren ABD’nin Irak ve İran’ı çifte kuşatma politikası sorgulanır hale gelmiş ve kendi kamuoyu tarafından bile desteklenmez olmuştu. Hatta ABD yönetiminde etkin olan Cumhuriyetçiler bu politikayı eleştirerek, Bill Clinton yönetiminin başarısız uygulamalarından biri olarak nitelemişlerdir. ABD’nin Ortadoğu politikasından memnun olmayan müttefikleri zaman geçtikçe bu duruma tepkilerini göstermeye başlamışlardı; Fransa Çekiç Güç’ten çıkarken, BM Güvenlik Konseyi daimî üyeleri olan Rusya, Çin ve yine Fransa Irak’a uygulanan ambargo ve yaptırımların sona ermesini dile getirmişlerdir. Bu kapsamda İran’ın kuşatılması da müttefiklerin desteğini alamadı. Aksine AB diplomatik ve müzakereci kanalları kullanarak ABD’nin tersine bu ülke ile “eleştirel diyalog” ve “yapıcı bağlantı” politikaları adında ilişkileri geliştirmeyi denemiştir.[57]

1990’lı yılların başından beri özellikle artan terör ve PKK sorunuyla birlikte Ortadoğu’yu güvenlik kaygıları doğuran bir coğrafya olarak değerlendiren Türkiye’nin İran’la olduğu gibi Suriye ile ilişkilerindeki en büyük sorun PKK’ya verilen destekti. Suriye ile hâlihazırda var olan ve çözüm bekleyen su sorununun yanına bir de terör sorunun eklenmesi ilişkileri iyice kötümser bir havaya sokmuştur. Özellikle terörist başı Abdullah Öcalan’ın Suriye’nin Bekaa Vadisi’nde saklanmakta olduğu ve bu bölgede terör örgütünün eğitim kamplarının bulunduğu iki ülke arasındaki gerilimi iyice artırmıştır. Genelkurmay Başkanı ve Cumhurbaşkanı’nın gerekirse askeri kuvvet kullanılacağına dair mesajlar vermesi üzerine iyice gerilen ortamı düzeltmek için harekete geçen Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek ve İran Dışişleri Bakanı Kemal Harrazi tarafları uzlaştırmak için mekik diplomasisine giriştiler.[58] Neticede artan baskı üzerine Suriye Abdullah Öcalan’ı topraklarından çıkarmış, terörist başı düzenlenen bir operasyonla Türkiye’ye getirilmiş, Suriye ile Ekim 1998’de imzalanan Adana Mutabakatı ile hem ilişkiler normal seyrine dönmüş, hem de Türkiye’nin Ortadoğu politikası terör ve güvenlik eksenli gerilimli karakterinden sıyrılıp işbirliğine doğru bir hal almaya başlamıştır. Bu sayede güvenlik kaygıları azalan Türkiye’nin “bölge merkezli dış politika” takip etmesi olanaklı hale gelmiş ve bölge ülkeleriyle siyasal ve ekonomik ilişkiler gelişme göstermiştir.[59]

Ortadoğu’da 1990’lı yıllar boyunca ABD’nin küresel politikadaki kendi hegemon rolüne atfen George Bush döneminde başlayan yeni bir Ortadoğu yaratma stratejisi Clinton ile de devam etmiş, Clinton yönetimi Ortadoğu stratejisine yeni unsurlar ekleyerek onu üç temel üzerine oturtmuştu: Arap-İsrail barışı, çifte kuşatma politikası ve bölgede gerçekleştirilecek sosyo-ekonomik reform. Körfez Savaşı sonrasında oluşturduğu kriz koalisyonunu korumak ve bölgeye çeki-düzen vermek isteyen ABD, bunun yolunun Arap-İsrail barışından geçtiğinin çok iyi farkındaydı. Bunun için de, Sovyet sonrası dönemde barıştan başka pek bir alternatifi kalmayan ve Körfez Savaşı boyunca Saddam’ı desteklediği için bölgedeki Arap ülkelerince boykot edilen, barıştan başka pek bir alternatifi kalmayan Filistin’le uzlaşması için İsrail’deki Likud yönetimine baskı yapmaya başlamıştır. 1991’de toplanan Madrid Konferansı, Soğuk Savaş sonrası dönemde barış umutlarının yeşerdiği bir girişim olarak başladıysa da, kısa sürede klasik sebeplerden dolayı tıkanmıştır. Ancak uzlaştırma girişiminden vazgeçmeyen ABD bu defa Norveç’in arabuluculuğunda Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) temsilcileri ile İsrail’de iktidara gelen İşçi Partisi’nin görüşmeler sonucunda vardıkları çerçeve anlaşması olan “İlkeler Bildirgesi’ni de desteklemiştir. Madrid Konferansı çerçevesindeki görüşmelerin de devam etmesine çalışan ABD bu yolla Ortadoğu politikasının Soğuk Savaş ve Soğuk Savaş sonrası döneminin değişmeyen ilkesi olan İsrail’in varlığını ve normal bir aktör olarak bölgede kabullenilmesini sağlamaktaydı.[60]

Türkiye ise, bu dönemde İsrail ile ilişkileri geliştirirken F-4 savaş uçaklarının modernizasyonu anlaşması başta olmak üzere İsrail’le teknik, ekonomik birçok anlaşma imzalamıştır. Ayrıca 1996’da Süleyman Demirel Kudüs’e bir ziyaret gerçekleştirerek İsrail’i Cumhurbaşkanı düzeyinde ziyaret eden ilk Türk devlet adamı oldu. Türkiye’nin İsrail’le olan bu yakınlaşması yukarıda da değindiğimiz üzere Arap ülkelerinin tepkisini çekerken İsrail’le olan ilişkiler de Soğuk Savaş sonrası dönemde sadece iş birliği perspektifinde yürümemiştir. Özellikle Türk kamuoyundaki İsrail algısı din ve ideoloji temelinde kötümser ve hasmane duygular taşıyordu. Gazze’nin bombalanması ve Filistinlilere yapılan zulüm iç politikada tepki toplarken İsrail’in Türkiye’deki Kürt Sorunu’na yaklaşım tarzı ve Suriye ile ilişkilerdeki su sorununa getirdiği bakış açısı ikili ilişkilerdeki başlıca ihtilaf alanlarıydı.[61]

4.7. 2002-2012 Yılları Arası Ortadoğu’yla İlişkiler (AKP İktidarları ve Ortadoğu’yla İlişkiler)

1999 yılı itibariyle Türkiye’nin ulusal güvenlik kaygıları temelinde biçimlenen Ortadoğu politikası, Suriye ile varılan Adana Mutabakatı uyarınca Abdullah Öcalan’ın bu ülke topraklarından çıkarılması ve terörün bastırılmasıyla artık ekonomik ve diğer unsurların ön plana çıktığı bir bölgesel politika olarak belirmiştir. Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik dış politikasındaki bu dönüşüm esasında aynı yıl dönemin Dışişleri bakanı İsmail Cem’in dile getirdiği “bölge merkezli” ve “vizyoner” dış politika söylemleriyle başlamıştı. Bununla ifade edilmek istenen, Türkiye’nin geçmişiyle (özellikle Osmanlı mazisiyle) barışması, sosyo-kültürel, tarihsel ve ekonomik unsurlar kullanarak bölge ülkeleriyle iyi komşuluk ilişkileri geliştirmekti. Artık Ortadoğu’ya güvenlik perspektifinden değil, ekonomik ve siyasi ilişkileri geliştirme açısından bakan bir Türkiye vardı. Bölge merkezli ve vizyoner yeni Ortadoğu politikası kapsamında Irak, İran ve Suriye ile olan ilişkiler geliştirilmiş, AB’ye üyelik bağlamında Ortadoğu ülkeleriyle daha uyumlu ilişkiler kurulmuş, bu durum Ortadoğu’ya yönelik meselelerde belirginleşen ABD-AB kırılmasında Türkiye’nin daha çok AB’den yana tavır koymasına yol açmıştır. Gerçekten de, Soğuk Savaş sonrası dönemde giderek kurumsallaşan AB’nin Ortadoğu’ya yönelik politikalarının ABD’den farklı olduğu ve bu kapsamda bir Trans-Atlantik kırılmanın yaşandığı teşhis edilmiştir. AB Ortadoğu bölgesinde daha uzlaşmacı ve yapıcı diyalog yaklaşımına karşılık ABD’nin daha müdahaleci ve aktif stratejiler öngörmesi, Sovyet sonrası dönemde artık yeknesak kalamayan Batı ittifakı içindeki ayrışmanın da bir nevi resmi gibiydi. Türkiye, bu ayrışmada değindiğimiz gibi adaylık bağlamında AB yanlısı politikalar izlerken, özellikle 2002 sonrasında ABD ve AB’den bağımsız tamamlayıcı ve aktif bir dış politika izlemiştir.[62]

Türkiye’nin AB’ye üyelik ekseninde Ortadoğu bölgesiyle ilişkilerinde yeni ufuklar açmasının yanında bölgede Türkiye’ye daha aktif bir rol kazandırmıştır. Bölge ülkeleriyle geliştirilecek daha yoğun sivil ve ekonomik ilişkiler birçok zorluğu bünyesinde barındırmakla beraber, Türkiye’nin bölgede barışa, refaha ve güvenliğe daha fazla katkıda bulunmasına da yol açmıştır. Türkiye, 2000’li yıllardan itibaren Batı tarafından dışlanan İran’la diyalog kuran, süregiden Arap-İsrail çatışmasında taraflara barış görüşmeleri kapsamında aracılık eden bölgesel bir güç görünümü veriyordu.[63] Şüphesiz Türkiye’nin Ortadoğu politikasındaki bu dönüşüm bir zihniyet ve yönetim değişikliğinden ileri gelmekteydi.

Türkiye’nin Ortadoğu politikasındaki dönüşüm ve paradigma değişikliği temelde İsmail Cem’in vizyoner ve bölge merkezli dış politika açılımı ile 1999’da başlamakla birlikte Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Kasım 2002’de iktidara gelmesiyle güçlü bir ivme kazanmıştır. Yeni dönemde izlenen dış politikanın şifrelerini Dışişleri Bakanı konumundaki Ahmet Davutoğlu, iç siyasette güvenlik ve demokrasi arasında hassas bir denge; komşularla sıfır soruna sahip ilişkiler; Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ile yakın ilişkiler; ABD, AB gibi küresel aktörlerle rekabetten ziyade tamamlayıcılığa dayalı ilişki; uluslararası örgütlerle birlikte barışı inşa çabalarında aktif diplomatik yaklaşım sergilemek.[64] Soğuk Savaş’ın bitiminde özellikle Körfez Krizi ve akabinde ABD ile uyumlu politikalar izleyen Türkiye, Ortadoğu’da daha aktif ve kendi inisiyatifinde davranması birçok risk taşımaktaydı. Bu nedenle, Türkiye ABD’den bağımsız politikalar izleme niyetini saklı tuttuğu müddetçe bölgede etkinliğini artıracağının farkına varmış, ancak 2003’te Irak’ın işgali ile Washington ile Ankara arasındaki görüş ayrılıkları iyice su yüzüne çıkmıştır. İki ülkenin Ortadoğu’ya yönelik politikalarındaki esas kırılma noktası gerçekten de ABD’nin Irak’ı işgale girişmesi ve sonrasında gerçekleştirdiği stratejik hatalardan kaynaklanıyordu.  11 Eylül 2001’de New York’taki terörist saldırının ardından ABD Başkanı George W. Bush ve ekibinin dünyayı adeta yeni bir kutuplaşmaya sokarcasına yeni bir soğuk savaş başlatması ve hedefine İran, Irak, Suriye gibi ülkeleri koyması Ortadoğu’nun kaderini değiştirecek gelişmelerin de habercisiydi.[65]

2003 Irak Savaşı Avrupa ile ABD arasında görüş ayrılıkları bağlamında Trans-Atlantik bir kırılmaya yol açmakla kalmadı, Türkiye-ABD ilişkilerini de ciddi sorunlarla buluşturdu. Daha önce de belirttiğimiz gibi Körfez Savaşı’nda Türkiye ABD ile sürekli işbirliği içerisinde olmuş teknik destek sağlamış, hatta kendisi için zararlı sonuçlara yol açsa da Çekiç Güç ve Keşif Güç bağlamında askeri destek verirken ekonomik olarak zarar görse de Irak’a uygulanan ticari ambargoya uymuştur. Ancak II. Körfez Savaşında özellikle TBMM tarafından Amerikan askerlerinin ülkeden geçişini öngören tezkerenin kabul edilmemesi ve kamuoyunda yükselen anti-Amerikancı akım, Ortadoğu’da devamlı işbirliği şeklinde seyreden Türkiye-ABD ilişkilerini tarihinin en zorlu süreçlerinden birine itmiştir.[66]

1 Mart Tezkeresi’nin ardından gittikçe gerginleşen ilişkiler Türkiye’nin Ortadoğu’daki etkinlik alanını daraltırken kararın ardından Türkiye’ye soğuk davranmaya başlayan ABD, savaşın uzamasının ve kayıpların artmasının sebebi olarak Türkiye’yi işaret etmiş, Kürtlerin de istek ve talepleri doğrultusunda Türkiye’yi Irak’ta yaşananların dışında tutmaya gayret etmiş ve Türkiye’ye bölgede kontrolü sağlama ve etkinlik açma şansı vermemiştir. Bütün bunların dışında ABD’nin tezkereye bir tepki ve karşılık olarak Süleymaniye’de Türk askerlerinin başına çuval geçirilmesi krizine imza atması Türk kamuoyunun tepkisini toplarken ikili ilişkilerin negatif seyrinde devam etmesine yol açmıştır. Ancak uzun yıllardır “müttefiklik” konsepti içerisinde hareket eden iki ülkenin ilişkileri krizlerin ve gerginliklerin gölgesinde bir süre daha devam etse de, bölgesel ve küresel konularda işbirliği ekseninde yeniden devam etmiştir.[67]

AB’ye üyelik ve “Avrupalılaşma” idealinden uzaklaşmadan Ortadoğu ve Arap dünyasında merkezî bir konuma sahip olma gayesiyle hareket eden AKP hükümeti 2002-2007 yılları arasında Ortadoğu’da çok yönlü ve aktif bir dış politika örneği sergilemiştir. Bu bağlamda meselâ 2005’te Suriye’yle diplomatik ve ekonomik ilişkilerde bir yakınlaşma sağlanırken 2006’da Hamas’ın Ankara’da kabulü ve ardından Suriye’de arabuluculuk çabaları ile İsrail’le 2007’de dolaylı barış görüşmeleri bu yeni politikanın çarpıcı örnekleri arasında sayılabilir. Esasında AKP’nin Ortadoğu’da yürüttüğü aktif ve çok yönlü yeni dış politika 1980’lerin sonu ve 1990’ların başında Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Orta Asya ve Kafkasya’da izlediği çok boyutlu dış politika stratejisine benzemekte kullandığı neo-Osmanlıcı argümanlarla da onunla benzeşmekteydi. AKP’nin Ortadoğu’daki politikası küresel ve bölgesel işbirliği içinde, daha önceki dış politika modelleriyle kopuş yerine süreklilik gösteren bölgesel bir politikaydı.[68] Bunun yanında Ortadoğu’daki gelişmelere eskiye oranla daha fazla ilgi gösteren bölgeye daha fazla entegre olan Türkiye’nin Arap Ligi toplantılarına gözlemci statüsüyle davet edilmesi, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi geçici üyesi olması İKÖ Genel Sekreterliğine iki dönem üst üste bir Türk’ün seçilmesi bölgeye olan yakınlığı artıran etkenler olmuştur.[69]

5. Arap Baharı Perspektifinden Türkiye-Ortadoğu İlişkileri

Türkiye’nin Ortadoğu politikasında 2010’lu yılları devam eden Arap Baharı süreciyle birlikte değerlendirmek mümkündür. 2010 yılının Aralık ayında Tunus’ta bir işportacının kendini yakma eylemiyle başlayan ve sırasıyla Libya, Mısır, Yemen, Bahreyn ve Suriye’yi etkisi altına alan siyasal ve toplumsal devrim hareketlerinin geneline verilen bir isim olan “Arap Baharı”nın özünde Ortadoğu ve Kuzey Afrika halklarının daha demokratik, özgür, adil ve sosyo-ekonomik koşullar bakımından daha eşit bir sosyal-siyasal düzende yaşam beklentileri ve özlemleri yatmaktadır. Yıllarca baskı altında yaşayan bu halkların özellikle bilişim ve iletişim teknolojilerinin etkin kullanımı sayesinde bölge genelinde hızla yayılan protesto ve gösteri hareketleri birçok ülkede rejim değişiklikleriyle sonuçlanırken Suriye ve Yemen’de ayaklanmalar ve halk hareketleri beklenen sonucu doğuramamış hatta aksine eskisinden daha kötü bir duruma doğru gidiş söz konusu olmuştur. Mısır ve Libya’da da halk hareketleri sonucu beklenen ve özlenen demokrasi yine gelememiş, askeri darbe ve karşı-darbeler birbirini izlemiştir. Özellikle Suriye’de hâkim olan iç savaş, çatışma, katliam ve kaos ortamı uluslararası toplumun dikkatlerini bu ülke üzerine çekmiştir. Arap Baharı kapsamında Türk-Amerikan ilişkilerinin Ortadoğu’da kilitlendiği en önemli kriz de Suriye olmuştur. Suriye halkının Esad ailesinin iktidarına karşı 2011’de başlattığı ayaklanma günümüze kadar bir sonuca ulaşamadan gelmiştir. Dahası Rusya, Çin, İran, ABD gibi bölgesel ve küresel güçlerin Suriye denklemine dahil olmasıyla “çağdaş bir soğuk savaş pratiği” yapılmış, mevcut rejimin gitmesi ya da kalması yönünde bir fikir birliğine varılamamış, devlet otoritesinin olmadığı bölgeler IŞİD/DEAŞ, YPG gibi terör gruplarınca doldurulurken Suriye’de durum iyice içinden çıkılmaz bir hal almıştır.[70]

Günümüzde Türkiye’nin vizyoner ve aktif dış politikasının Ortadoğu’da kendini belli etmesi Türk dış politikasının “Ortadoğululaştığı” ve Türk dış politikasında bir “eksen kayması” yaşandığı tartışmalarını doğururken[71] son yıllarda dış politikada Türkiye’nin İslami ve Ortadoğulu kimliği ön plana çıkmaya başlamış bölgesel bir güç olan Türkiye bu kapsamda ekonomik, siyasal ve güvenlik çıkarlarını bölgedeki güvenlik ve istikrar ile entegre ederek bölge-dışı güçlerin Ortadoğu’ya müdahalesine de tepki göstermiştir. Suriye ve İran politikaları sebebiyle ABD ile karşı karşıya gelme, NATO’nun Libya’ya müdahalesine karşı çıkma bu meyanda örnek olarak verilebilecekken Arap Baharı ve Suriye kapsamında ise Türkiye öteden beri tutarlı ve etik bir politika izlemiş, kendi ulusal güvenlik öncelikleri kapsamında Fırat Kalkanı (2016), Zeytin Dalı (2018), Barış Planı (2019) ve Bahar Kalkanı (2020) harekâtlarını gerçekleştirirken diğer yandan yaklaşık 4 milyon Suriyeli mülteciye kapılarını açarak bölgede askeri, ekonomik, diplomatik, insani yönlerden en çok çaba harcayan ülke olmuştur. Neticede Türkiye gibi, bölge genelindeki krizlerde önemli roller üstlenen, kilit bir bölgesel aktörün olmadığı Ortadoğu’nun daha fazla istikrarsızlaşacağı teşhis edilmiştir.[72]

Genel Değerlendirme ve Sonuç

Uluslararası politikaya yön veren ve sahip olduğu jeopolitik konumu, doğal kaynakları üç semavi ve büyük dince de kutsal sayılan mabetleri ile Ortadoğu bölgesi, ilk uygarlıkların temellerinin atıldığı, insanlık tarihinin başladığı, yazının bulunduğu ve ilk tarım faaliyetlerinin gerçekleştirildiği önemli bir coğrafyadır. Esasen Anglo-Sakson bir kültür ve dünya algısının tanımlaması sonucu doğmuş bir jeopolitik terim olan “Ortadoğu” sözü, ilk kez Alfred Thayer Mahan tarafından kullanılmış, ardılı olan teorisyenlerce de literatüre kazandırılmıştır. Bölgenin etnik-sekter yapısı dikkate alındığında, Türk, Arap ve Fars kimliği göze çarpmakta, bunun yanında Kürtlerin ve hem bir din, hem de bir ırk olarak bahsedilebilecek Yahudilerin de bölgedeki azımsanmayacak derecedeki varlığı dikkat çekmektedir. Uluslararası kamuoyunun daha çok uluslararası müdahaleler, savaşlar, sıcak çatışmalar, patlayan bombalar, mülteciler ve göç olgusu, terörist saldırılar, İsrail ile Filistin arasında yaşanan gerginlikler ve en son da Arap Baharı dalgasıyla tanımlamaya ve değerlendirmeye alıştığı Ortadoğu, esasen Davutoğlu’nun tanımlamasıyla İbrahimİ gelenekte odaklaşmış kadim insanlık mirasını ve İslam kültür ve medeniyetinin hazinelerini üzerinde taşımaktadır. Bugün daha çok sahip olduğu jeoekonomik kaynaklarla (petrol, doğalgaz vb.) ilişkilendirilerek açıklanan Ortadoğu coğrafyası, bölgeyi şekillendirmeye çalışan Batılı aktörlerin aksine, her şeyden önce Osmanlı Devleti’nin 400 yıl kesintisiz egemenliği altında kalmış ve halen Osmanlı/Türk ve İslam kültür ve medeniyetinin izlerini taşıyan bir bölgedir. I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’nin bölgeden tasfiye etmeye çalışan İngiltere ve Fransa’nın çabaları Mekke Şerifi Hüseyin-McMahon mektuplaşmaları ile su yüzüne çıkmış, neticede Osmanlı idaresinden kurtulan Araplar, bu sefer manda yönetimiyle tanışarak bu kez de II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar onlardan bağımsızlığını kazanmaya uğraşmışlar, yani deyim yerindeyse “Müslüman efendilerinden kurtulmuş ama Hıristiyan efendilere yakalanmışlardır.” Bununla birlikte, 2002 yılından itibaren AKP iktidarı ile birlikte geliştirilen “Neo-Osmanlı” söylemi, bölge halkları tarafından çoğu kez yanlış anlaşılmış ve İmparatorluğun diriltilerek bu bölgede emperyalist faaliyetlerin yürütüleceği algısı hâsıl olmuştur.

Oysa Türkiye’nin Ortadoğu politikası, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Tevrat’ta “kıyamet coğrafyası” olarak adlandırılan bu bölgede komşu devletlerle dengeli ilişkiler kurarak, kendi ulusal güvenlik kaygıları ve kırmızıçizgileri öncülünde bölge halklarının sosyo-ekonomik, kültürel gelişimlerine destek olmak ve onların siyasal açıdan bağımsızlıklarına saygılı olmak şeklinde olmuştur. Bu bağlamda, Türkiye, 2003-Irak’a Özgürlük Operasyonu’nda olduğu gibi 2011’den beri devam eden Suriye Krizi’nde de komşusu olan Ortadoğu devletlerinin toprak bütünlüğünü savunmuştur.

Bunun yanında bölgede terörist grup ve oluşumlar (El-Kaide bağlantılı IŞİD/DEAŞ ya da PKK bağlantılı PYD/YPG gibi) ile Batı desteği ile canlandırılacak yapay ve federatif bir Kürt devletine en baştan karşı çıkan Türkiye, bölgenin istikrarsızlaşması karşısında askeri, insani ve diplomatik açılardan en fazla çaba harcayan ülke olmuş; bu tavrını 1991’de Soğuk Savaş’ın bitimiyle yaşanan Körfez Savaşı’ndan bugüne kadar da değiştirmeden sürdürmüştür. Yine Türkiye’nin Ortadoğu politikası, bölge halklarının demokratik taleplerine cevap verecek siyasal sistemlerin desteklenerek, onların sosyo-ekonomik ve kültürel gelişimlerine katkı sağlamak şeklinde de kendini göstermiştir. Bu meyanda, Mısır’da Mursi yönetiminin ve Suriye’de ise otoriter Beşard Esad rejimi karşısında muhaliflerin ve ÖSO’nun desteklenmesi bunun en güzel örneğini teşkil etmektedir.

Özetle; kadim insanlık mirasını ve ilk medeniyetlerin hatırasını üzerinde taşıyan Müslümanların ilk kıblesi ile Hıristiyanların kutsal mabedi olan Mescid-i Aksa’ya ve Kudüs’e ev sahipliği yapan ve stratejik önemdeki yeraltı kaynaklarına sahip olan Ortadoğu coğrafyasının sorunlarına 400 yıllık bir hâkimiyetin varisi olarak ilgisiz kalamayacağı düşünülen, üstelik Irak, İran ve Suriye gibi sürekli savaş, kriz ve iç çatışmalara sahne olan ülkelerle sınır komşusu olan Türkiye’nin uluslararası hukuku ihlal etmeden, diplomasi ve barıştan yana bir tutumla, insani, vicdani yükümlülükleri de bir kenara atmadan bölgede adeta bıçak sırtında hassas bir denge politikası ile genel dış politikasının temel prensipleri olan “Statükoculuk” (Hatay’ın anavatana katılması ve özellikle 1990’larda PKK’yı sıcak takip çerçevesinde Kuzey Irak’a düzenlenen askerî operasyonlar hariç tutulursa) ve “Washington-Brüksel eksenli Batıcılık” (Kurutuluş Savaşı yıllarında ve Cumhuriyetin ilk dönemlerinde taktiksel olarak Batı’ya karşı Sovyet rejiminin bir denge unsuru olarak kullanılması haricinde) biçiminde ifade edilebilecek ilkeler bazında tutarlı, süreklilik gösteren ve Ortadoğu bölgesinin etnik, dini, mezhepsel, siyasal ve sosyo-kültürel dinamiklerinden ve aşirete dayalı sosyal/toplumsal yapısından kaynaklanan, zamana ve şartlara göre değişkenlik gösteren (devrimler, darbeler, savaşlar, Arap Baharı dalgası vb. gibi) bölge jeopolitiğine endeksli olduğu için de zaman zaman da farklılaşan bölgesel bir dış politika izlediğini belirtmek gerekmektedir.

 

 

Mehmet BABACAN

Bursa Uludağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı Doktora Öğrencisi YÖK 100/2000 Proje Asistanı

 

KAYNAKÇA

[1] Valentino Chirol, “The Middle East Question or Some Problems of Indian Defence”, London, John Murray, Albemarle Street, (1903): 1-6.

[2] Michael Alaimo & Yonghong Tong, “A Comparison Study of International Terrorism Using Geographic Information Systems”, International Journal of Peace Studies, Volume 22, Number 1, (Spring 2017): 21-38.

[3] Tayyar Arı, Geçmişten Günümüze Ortadoğu: Siyaset, Savaş ve Diplomasi, Cilt 1, (İstanbul: Alfa Akademi Yayınevi, 2017), 17-20.

[4] Ahmet Davutoğlu, “Kaçınılmaz Bir Hinterland: Ortadoğu”, Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu, 1. Basım, (İstanbul: Küre Yayınları, 2001), 143-156.

[5] Ömer Göksel İşyar, Türk Dış Politikası, (Bursa: Dora Yayıncılık. 2017), 476.

[6] Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 1 (1919-1980), 11. Baskı, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2005), 25.

[7] Şaban Kardaş, “Türk Dış Politikasında Eksen Kayması mı?”, AKADEMİK Ortadoğu, Cilt 5, Sayı 2, (2011): 9.

[8] Serdar Sakin & Can Deveci, “Ortadoğu Kavramı ve Sınırları Üzerine Bir Değerlendirme”, History Studies, ABD VE Büyük Ortadoğu İlişkileri Özel Sayısı, (2011): 284.

[9] Oran (ed.), Türk Dış Politikası, Cilt 1, 194.

[10] Zekeriya Kurşun, Türkiye’nin Ortadoğu ve Afrika’ya Bakışı,12 Eylül 2014, ORDAF (Ortadoğu ve Afrika Araştırmacıları Derneği) Yayını, http://ordaf.org/turkiyenin-ortadogu-afrikaya-bakisi/ Erişim: 11.07.2019  22:30.

[11] Sakin ve Deveci, “Ortadoğu Kavramı ve Sınırları Üzerine Bir Değerlendirme”, 289.

[12] Alam Payind & Melinda McClimans, Keys to Understanding the Middle East, (Ohio, The Ohio State University Press, 2017): 8-9.

[13] Roderic H. Davison, “Where is the Middle East?”, Foreign Affairs, Vol. 38, No. 4, (July, 1960): 665-675.

[14] Tayyar Arı, “Geçmişten Günümüze Türkiye’nin Ortadoğu Politikasının Analizi ve İlişkileri Belirleyen Dinamikler”, 21. Yüzyılda Türk Dış Politikası, (Ankara: Nobel Yayıncılık, 2004): 667.

[15] Arı, “Geçmişten Günümüze Türkiye’nin Ortadoğu Politikasının Analizi ve İlişkileri Belirleyen Dinamikler”, 668-670.

[16] Baskın Oran (ed.) Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt II, 12. Baskı, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2010), 53.

[17] Mehmet Şahin, “Türkiye’nin Ortadoğu Politikası: Süreklilik ve Değişim”, Akademik ORTADOĞU, Cilt 4, Sayı 2, (2010): 11.

[18] Arı, Geçmişten Günümüze Türkiye’nin Ortadoğu Politikasının Analizi ve İlişkileri Belirleyen Dinamikler”, 671.

[19] İlter Türkmen, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu Politikası”, Bilge Adamlar Kurulu Raporu,  (BİLGESAM: Ankara, 2010): 8.

[20] Türkmen, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu Politikası”, 9.

[21] Şahin, “Türkiye’nin Ortadoğu Politikası: Süreklilik ve Değişim”, 13.

[22] Arı, Geçmişten Günümüze Türkiye’nin Ortadoğu Politikasının Analizi ve İlişkileri Belirleyen Dinamikler”, 680.

[23] Şahin, “Türkiye’nin Ortadoğu Politikası: Süreklilik ve Değişim”, 14.

[24] Francis Fukuyama, “The End of History?”, The National Interest, (Summer 1989): 17-25 https://www.embl.de/aboutus/science_society/discussion/discussion_2006/ref1-22june06.pdf  Erişim: 15.12.2018.

[25] Samuel Huntington, “The Clash of Civilizations?”, Foreign Affairs, Vol. 72, No. 3, (Summer 1993): 22-49.

[26] Zbigniev Brzezinski, The Grand Chessboard: American Primacy and its Geostrategic Imperatives,  (New York: Basic  Books, 1997).

[27] Henry Kissinger, Diplomacy, (New York: Simon & Schuster Paperbacks, 1994)

[28] Oran (ed.), Türk Dış Politikası, Cilt II, 237-238.

[29] Ali Balcı, Türkiye Dış Politikası: İlkeler, Aktörler, Uygulamalar, (İstanbul: Etkileşim Yayınları, 2013), 183-184.

[30] Reha Oğuz Türkkan, “21. Yüzyıl Kimin Asrı Olacak?”, Yeni Türkiye Dergisi Türk Dış Politikası Özel sayısı, Sayı 3, Yıl 1, (Mart-Nisan 1995): 503.

[31] Oran (ed.) Türk Dış Politikası, Cilt II, 551.

[32] Ramin Ahmadov, “The U.S. Policy toward Middle East in the Post-Cold War Era”, Alternatives: Turkish Journal of International Relations, Volume 4, No: 1 & 2, (Spring & Summer 2005): 139.

[33] Radoslaw Fiedler, “The United States’ Policy toward the Middle East in the Post-Cold War Era: Hegemony or Leadership”, Toplum ve Demokrasi, 4 (8-9-10), (Ocak-Aralık, 2010): 169-184.

[34] Oran (ed.), Türk Dış Politikası, Cilt II, 248.

[35] Oran (ed.), Türk Dış Politikası, Cilt II, 251.

[36] Tayyar Arı, “ABD’nin Soğuk Savaş Sonrası Politikası ve Türk-Amerikan İlişkileri”, Türk Dış Politikası: Uluslararası III. Türk Dış Politikası Sempozyumu Tebliğleri, Sedat Laçiner, Hacali Necefoğlu, Hasan Selim Özertem (ed.), (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) ve Kars Kafkas Üniversitesi Ortak yayını, Ankara, 2009): 25-31.

[37] Graham E. Fuller & Ian O. Lesser & Paul B. Henze & J. F. Brown, “Turkey’s New Geopolitics: From the Balkans to Western China”, A RAND Study, Volume 26, Issue 4, (Boulder, Colo.: Westview Press, 1993): 212.

[38] Oran (ed.), Türk Dış Politikası, Cilt II, 252.

[39] Ramazan Gözen, İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe Türkiye’nin Dış Politikası, (Palme Yayınevi, 2009): 93.

[40] Oran (ed.), Türk Dış Politikası, Cilt II, 254.

[41] Birol Yeşilada, “Relations Between The United States And Turkey In The Post-Cold War Era”, Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 9, Sayı 1-2, (2001): 348.

[42] Şaban Çalış, “Turkey’s Traditional Middle-East Policy and Özalist Diplomacy: Gulf Crisis Revisisted”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Meslek Yüksek Okulu Dergisi, Cilt 1, Sayı 4, (Ocak 2000): 101-118.

[43], Gökhan Bacık & B. Balamir Coşkun. “Soğuk Savaş Sonrası Türk Dış Politikası [1991-2001]”, Osmanlı’dan İki binli Yıllara Türkiye’nin Politik Tarihi: İç ve Dış Politika, Adem Çaylak, Mehmet Dikkaya, Cihat Göktepe ve Hüsnü Kapu (ed.), 4. Baskı, (Ankara: Savaş Yayınevi, 2012), 639.

[44] Telefon diplomasisi genellikle Devlet Başkanlarının güvenli hatlar üzerine bağlanmış telefonlar aracılığıyla çeşitli konularda sözlü görüşmede bulundukları maliyetsiz, güvenli ve sık kullanılan bir diplomasi biçimdir. Eksiklikleri ise tarafların görüşme esnasında birbirlerinin vücut dilini, yüz ifadesini, içinde bulundukları ortamı görmeden konuşmaları bunun da sağlıklı ve bütünlüklü bir iletişim oluşturamamasıdır. G.R. Berridge, “Telephone Diplomacy Flourishes”, Diplomacy: Theory and Practice, 5th Edition, (London: Palgrave Macmillan UK, 2015), 102.

[45] İlhan Uzgel, “Körfez Savaşında Özal’ın Musul-Kerkük’e İlişkin Projesi” kutusu, Oran (ed.), Türk Dış Politikası, Cilt II, 256.

[46] Güven Erkaya & Taner Baytok, Bir Asker Bir Diplomat: Söyleşi, 2. Baskı, (İstanbul: Doğan Kitap, 2001), 92.

[47] Oran (ed.), Türk Dış Politikası, Cilt II, 258.

[48] İlhan Uzgel, “’Körfez Savaşı’ kutusu”, Oran (ed.), Türk Dış Politikası, Cilt II, 255.

[49] Bacık & Coşkun, “Soğuk Savaş Sonrası Türk Dış Politikası (1991-2001)”, 640.

[50] Oran (ed.), Türk Dış Politikası, Cilt II, 267.

[51] Meliha Benli Altunışık, “Ortadoğu ve ABD: Yeni Bir Döneme Girilirken”, Ortadoğu Etütleri,  Cilt 1, Sayı 1, (Temmuz, 2009): 72.

[52] Arı, Geçmişten Günümüze Türkiye’nin Ortadoğu Politikasının Analizi ve İlişkileri Belirleyen Dinamikler”, 683.

[53] Arı, Geçmişten Günümüze Türkiye’nin Ortadoğu Politikasının Analizi ve İlişkileri Belirleyen Dinamikler”, 684.

[54] Türkmen, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu Politikası”, 22.

[55] Bayram Sinkaya, “Geçmişten Günümüze Türkiye’nin Ortadoğu Politikası ve Batı Etkisi”, ADAM AKADEMİ, (2011/1), 88.

[56] Türkmen, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu Politikası”, 24

[57] Altunışık, “Ortadoğu ve ABD: Yeni Bir Döneme Girilirken”, 74.

[58] Türkmen, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu Politikası”, 25.

[59] Bayram Sinkaya (2011), “Geçmişten Günümüze Türkiye’nin Ortadoğu Politikası ve Batı Etkisi”, Adam Akademi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 1, Sayı: 1, 89.

[60] Altunışık, “Ortadoğu ve ABD: Yeni Bir Döneme Girilirken”, 72.

[61] Muzaffer Ercan Yılmaz, “Turkey-Israel Relations in The Post-Cold War Era”, Yönetim ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi, 6/10, (Temmuz 2008): 162-171.

[62] Sinkaya, “Geçmişten Günümüze Türkiye’nin Ortadoğu Politikası ve Batı Etkisi”, 90.

[63] Bülent Aras & Rabia Karakaya Polat, “Turkey and The Middle East: Frontiers of the New Geographic Imagination”, Australian Journal of International Affairs, Vol. 61, No. 4, (December 2007): 471-488.

[64] Mesut Özcan, “Türkiye’nin Ortadoğu Politikası: Mesafeden Müdahaleye Dönüşüm”, Türkiye’nin Değişen Dış Politikası, Cüneyt Yenigün ve Ertan Efegil (ed.), (Ankara: Nobel Yayınları, 2010), 371-387.

[65] Arı, “ABD’nin Soğuk Savaş Sonrası Politikası ve Türk-Amerikan İlişkileri”, 30.

[66] İdris Bal, “Türkiye-ABD İlişkileri ve 2003 Irak Savaşı’nın Getirdikleri”, İdris Bal (der.), 21. Yüzyılda Türk Dış Politikası, 2. Baskı, (Ankara: Nobel Yayıncılık, 2004), 151-184.

[67] Zülfikar Aytaç Kişman & Hasan Aydın, “Soğuk Savaş Sonrası Ortadoğu Bağlamında Türk-Amerikan İlişkileri Üzerine Bir Değerlendirme”, İstanbul Medeniyet Üniversitesi-Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, II/1, (2017): 37-63.

[68] Jana Jabbour, “The AKP’s Foreign Policy Towards the Middle East: Changes within Continuity or rupture with past practices?”, Bilgi, 23, (Kış 2011): 125-148.

[69] Özcan, “Türkiye’nin Ortadoğu Politikası: Mesafeden Müdahaleye Dönüşüm”, 382.

[70] Kişman & Aydın,  “Soğuk Savaş Sonrası Ortadoğu Bağlamında Türk-Amerikan İlişkileri Üzerine Bir Değerlendirme”, 54.

[71] Kardaş, “Türk Dış Politikasında Eksen Kayması mı?”, 21.

[72] Sinkaya, “Geçmişten Günümüze Türkiye’nin Ortadoğu Politikası ve Batı Etkisi”, 86.

One Comment »

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.