TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA “NORMALLEŞME” TARTIŞMALARI (ORTADOĞU PERSPEKTİFİ)

upa-admin 06 Aralık 2022 2.038 Okunma 0
TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA “NORMALLEŞME” TARTIŞMALARI (ORTADOĞU PERSPEKTİFİ)

Giriş: Dış Politikanın Çevresi (Birey ve Sistem Faktörü)

Dış Politika Analizi, başlı başına bir uzmanlık alanı olmasının yanında, çoğu zaman Siyaset Bilimi, Ekonomi, Hukuk ve Sosyoloji gibi bilim dallarıyla da yakından ilişki içerisindedir. Bunun en önemli sebebi; “dış politika” dediğimiz süreci etkileyen birden çok unsurun var olması ve hatta dış politika yapım sürecine katılan kişi ve kurumların psikolojik ve sosyolojik arka planlarının dahi dış politikadaki karar verme sürecini etkilemesidir. Dış politika yapım süreçlerinde yer alan bireyin/liderin geçmiş siyasal tecrübeleri, eğitim seviyesi, kişisel özellikleri ve psikolojisi, aldığı dış politika kararlarında, bölgesel ve uluslararası meselelerdeki tutum ve beyanlarında belirleyici olmaktadır.[i] Örneğin, 1991 yılında “Yeni Dünya Düzeni” (New World Order) kavramını ortaya atan ABD Başkanı George H. W. Bush, Başkan olmadan önce Ronald Reagan’ın Başkan Yardımcılığı, CIA Başkanlığı ve ABD’nin Çin Halk Cumhuriyeti Büyükelçiliği görevlerini yerine getirmiştir. Bush’un (Baba Bush) ABD Başkanı olmadan önce kazandığı bu önemli siyasal deneyimler, hem Başkan olarak seçilmesinde büyük rol oynamış, hem de ABD gibi dış politikada yürütme erkinin oldukça belirleyici olduğu bir ülkede kritik konumdaki Başkanlık makamına geldikten sonra aldığı kararlarda hiç şüphesiz etkili olmuştur. Yine dünyayı ikinci büyük savaşa sürükleyen Almanya lideri (Führer) Adolf Hitler’in saldırgan kararlar almasında ve Avrupa’yı ve tüm dünyayı kaosa sürüklemesinde ırkçı fikirlerinin ve kişisel/karakteristik özelliklerinin etkili olduğu bilinmektedir. Aynı şekilde, liderlerin bu psikolojik ve siyasal-kültürel-eğitsel durumlarından tutun da dünya politikasındaki güncel gelişmeler, konjonktür ve ekonomik gelişmeler gibi birçok değişkene bağlı olan “dış politikanın” çıktı niteliğindeki kararları tüm bunların etkisi altında üretilmektedir.[ii] Tarihsel süreçte bu şekilde olduğu gibi günümüzde de durum böyledir.

Türk Dış Politikası’nın (TDP) Analizinde Temel İlke ve Kurallar

Türk Dış Politikası açısından konuşacak olursak; iki kutuplu sistem şartlarına göre dizayn edilen uluslararası ilişkilerin “blok politikası” atmosferi içerisinde kendini “Batı” kutbunda/blokunda konumlandıran Türkiye’nin dış politikası, bunun yanına erken/genç Cumhuriyet yıllarından miras “statükoculuk” prensibini de ekleyerek, bu iki temel prensip/kural üzerine bina edilmiştir. Dış politika yapım sürecinde bu iki temel prensip dışına çıkılmasının temel değer ve normlardan bir kopuşu simgelemekle beraber, ulusal çıkarlara da zarar vereceği düşüncesi genelde siyaset yapıcıları ve gözlemcilerinde hâkimdir. Bununla birlikte, Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında bir devlet geleneği haline gelen büyük güçler arasında “denge politikası” takip etme anlayışı ile Osmanlı-Cumhuriyet geçişi arasında yaşanan “Sevres (Sevr) sendromu”, Türk Dış Politikası’nın bilinç altına işleyerek tarihsel süreç içerisinde ona yön veren temel güdü ya da saiklerdir. Bunların örneğini yakın geçmişte cereyan eden dış politika meselelerine baktığımızda rahatlıkla görebiliriz.

Bu anlattıklarımıza örnek vermek gerekirse; İkinci Dünya Savaşı’nın hemen arkasından ortaya çıkan uluslararası sitemdeki kutuplaşma karşısında, Türk dış politika yapıcıları, Osmanlı’nın son dönemindeki gibi bir süre dengeleri gözeten bir siyaset anlayışı takip etmiştir ki, Kurtuluş Savaşı sırasında da esasen “denge politikası” izlenmiştir. Ancak, Boğazlar’da üs ve Doğu Anadolu’da toprak talebi gibi saldırgan Sovyet taleplerinin de etkisiyle neticede Batı eksenli askeri-siyasi örgütlenmelere (Avrupa Konseyi, NATO) katılım gösterilerek Türk Dış Politikası “Batıcı” bir karaktere bürünmüş ve tercihi Batı blokundan yana yapmıştır. Bu durum, özü itibari ile denge politikasının bir anlamda son bularak Batıcılık prensibinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Batı kutbunun seçilmesi adeta bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır; çünkü iki kutuplu bir dünyada iki kutuptan birinin tercih edilmesi hem “Aron Paradigması”[iii]gereği uluslararası sistemin doğasının zorunlu bir sonucudur, hem de aksini düşünmek ulus ve devlet hayatı için İsmet İnönü’ye göre felâket getirecek bir durumdur ve “ayıyla yatağa girmekle” eşdeğerdir.[iv]

Yine 1990’lı yıllarda içeride gittikçe artan PKK terörü ve dış politikada hem Suriye, hem de Yunanistan ile artan gerilimler bağlamında emekli Türk Büyükelçi Şükrü Elekdağ, Türkiye’nin içerden ve dışardan çevrelenmeye çalışıldığını belirtip “iki buçuk (2,5) savaş stratejisini” ortaya atmıştır (Yunanistan: 1 + Suriye: 1 + PKK: 0,5). Bu kavram, Sevr sendromunda ifadesini bulan çevrelenmişlik/kuşatılmışlık/kıskaca alınmışlık tedirginliğinin ve endişesinin doğrudan bir yansımasıdır.[v]

Özal döneminde ortaya atılan “Musul ve Kerkük’ü geri alma” ya da “bir koyup üç alma” gibi söylem ve politikalar ise, yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi Türk Dış Politikası’nın temel iki ilkesinden biri olan statükoculuktan sapma olarak değerlendirilip, irredantizm içerdiği gerekçesiyle yoğun şekilde eleştirilmiştir ki keza pratikte beklenen “bir koyup üç alma” gerçekleşememiştir.[vi] Türk Dış Politikası’nda statükoculuk istisnasını Hatay’ın anavatana katılması ve PKK’yı sıcak takip çerçevesinde Kuzey Irak operasyonları oluştururken, Batıcılık prensibinden sapma ya da istisna yaratacak durumlar da aynı şekilde siyaset çevrelerinde yoğun şekilde eleştirilerek bu tür durumlar hâkim dış politika geleneğinden “sapma” olarak yorumlanmıştır.

Bu duruma güncel bir örnek olarak; Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi alma kararının NATO’daki bazı çevreleri rahatsız etmesini verebiliriz. Hatırlayacak olursak, Ankara’nın Moskova ile anlaşarak kendi ulusal güvenlik politikaları çerçevesinde teknolojik ve ekonomik açılardan böyle bir tercihte bulunması, NATO’daki kimi çevrelerin bu durumu “eksen kayması” ve Türkiye’nin Batı yörüngesinden çıkması olarak değerlendirmesine yol açmış, neticede de S-400 alımına tepki gösterilmiştir.[vii] Aynı şekilde, zaman zaman Ortadoğu ülkeleri ile girilen angajmanlar, dış politikanın temel ilkelerinden Batıcılık prensibine aykırılık içerdiği şeklindeki eleştirilerin hedefinde yer alarak bu ilişkilerin “eksen kayması”, “yörünge değişmesi” veya “Batıcı karakterin kaybedilmesi” olarak nitelendirilmesine yol açmıştır.[viii]

Ortadoğu Arap Devrimleri Ekseninde Türkiye’nin Normalleşme Çabalarını Masaya Yatırmak

2002 yılından itibaren Türk Dış Politikası’nda önce “komşularla sıfır sorun”, daha sonra “Neo-Osmanlıcılık” çerçevesinde Ortadoğu ülkeleri ile ilişkilerin yoğunluğunun artması, bahsettiğimiz gibi “eksen kayması” tartışmalarını doğurarak bazı çevrelerin dış politikanın “Ortadoğululaştığını” ileri sürmesine yol açmıştır. Ancak ne var ki, 2011 yılında ortaya çıkan Arap Devrimleri (Arap Baharı), Türkiye’nin Arap ve Ortadoğu ülkeleri ile olan ilişkilerinde ezberleri bozmuş, bölgeye yönelik dış politika okumalarında geçerli olan bakış, kuram/teori ve kavramları baştan aşağı değiştirmiştir.[ix] Arap Baharı devrimleri, sadece Türkiye’nin değil, dünya politikasındaki bütün aktörlerin bölgeye yönelik yaklaşımlarında yeni perspektifler açmasını zorunlu kılmıştır. Avrupa ve ABD açısından bölgeye yönelik oryantalist ve kültüralist okumalar yerle bir olurken[x], Rusya ve Çin gibi Asyalı güçler global ölçekte etki/nüfuz alanlarını genişletme imkânı bulmuş, İran, Mısır, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi bölgesel güçler ise taktik ve stratejik değişikliklere gitmek zorunda kalmışlardır. Suudi Arabistan karşı-devrimci bir duruş alarak konumunu tahkim etmeye çalışırken, bu politikasında İhvan karşıtlığını sıkça kullanmış, İran halk hareketlenmelerini kendi “İslam Devrimi” (1979) ile özdeş tutarak desteklemiş ve bölge genelinde yayılmacı/irredantist bir politika izlemiş ve Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen örneklerinde görülebileceği gibi kısmen de başarılı olmuştur.[xi]

Türkiye ise, devrimlerin başlangıcından itibaren yıllardır ülkelerini diktatörlükle yöneten liderlere kitlelerin çağrılarına kayıtsız kalmamaları konusunda çağrı yapmış ve demokratik hareketlere destek verdiğini belirtmiştir. Bu hareketler, bir anlamda Türkiye’nin “rol model” olarak öne çıkmasını sağlamış, devrimlere demokrasi konusundaki tecrübesiyle yön vereceği belirtilmiştir.[xii] Bu durum Tunus örneğinde başarılı bir netice alırken, ne yazık ki bölge genelindeki diğer ülkelerde demokrasiye ve arzu edilen tabloya çok uzak gelişmeler yaşanmıştır. Mısır’daki karşı-devrim Mursi yönetimini alaşağı ederken Libya, Suriye ve Yemen’deki karışıklıklar iyice içinden çıkılmaz bir hâl alarak belirsiz bir hengâme şeklinde günümüze kadar süregelmiştir. Özellikle Suriye, iç savaş ekseninde bölgesel aktörler, küresel aktörler, devlet-dışı aktörler ve vekil aktörlerin deyim yerindeyse “doluşarak” çağdaş bir soğuk savaş pratiği yaptıkları bir alan haline gelmiştir.[xiii] Yemen, Libya, Suriye ve kısmen Irak’taki vekâlet savaşları bölgedeki güvenlik mimarisini köklü bir biçimde değiştirirken, istikrarsızlık bölge sathında yaygın bir hâl almış, radikal terör örgütlerinin (IŞİD/DEAŞ, Haşdi Şabi, PKK/PYD/YPG vb.) yükselişi ise uluslararası sistemi tehdit etmeye başlamıştır. Bu durum karşısında, bütün aktörler “post-Amerikan” diyebileceğimiz yeni Ortadoğu düzeninde kendi ulusal güvenlik öncelikleri temelinde yeni ilişkiler tesis ederken, Türkiye de değişen konjonktüre uygun adımlar atmakta gecikmemiştir.[xiv]

Türk Dış Politikası ve Üç Normalleşme Profili: “İsrail”, “Suriye” ve “Mısır”

Arap devrimlerinin ardından uluslararası politikada Covid-19 pandemisi, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı, ABD-Çin rekabetinin giderek artması gibi son derece önemli olaylar yaşanmış, bu gelişmeler haliyle devrim sarsıntılarının sürdüğü Ortadoğu bölgesini de etkilemiştir. ABD’nin özellikle Obama dönemi ile başlayan odağını Asya-Pasifik bölgesine kaydırması, hesaplarını ABD güvenlik şemsiyesine göre yapan Körfez monarşileri ile Suudi Arabistan, Ürdün ve İsrail gibi geleneksel bölge müttefiklerinin yeni arayışlara girmesine yol açmıştır. Halihazırda bölgeye güçlü bir şekilde angaje olmuş olan Rusya’nın Suriye özelinde yoğunlaşan askeri varlığı devam etmekte olan Ukrayna Savaşı bağlamında bir miktar azalma gösterse de, bölge eskisinde daha fazla Çin’in yakın ilgisindedir. ABD’nin bölgedeki en sarsılmaz müttefiki ile İsrail ile dahi güçlü ekonomik ve ticari ilişkiler tesis etmesinin yanında, enerji alanında Suudi Arabistan ve İran ile önemli anlaşmaları imza eden Pekin, ekonomi silahını kullanarak bölgedeki varlığını her geçen gün daha güçlü bir şekilde tahkim etmeye yönelmiştir. Bölgede Arap devrimleri devam ederken kurulmuş olan ittifak ve kutuplaşmalar yavaş yavaş çözülürken, bölgesel aktörler daha fazla görünür olma mücadelesine girişmişlerdir. Bu bağlamda, bölge genelindeki “devrim ihracı” temelli yayılmasını sürdüren İran, vekiller üzerinden giriştiği nüfuz mücadelesine rağmen bir netice alamadığı “Viyana Görüşmeleri” bağlamında kartları istediği gibi açamamış; üstelik iç siyasette yaşanan karışıklıklar ve devam eden protestolara müdahale yöntemleri nedeniyle dış politikada zor bir döneme girmiştir. Türkiye ise, yumuşak güç enstrümanlarını kullanmadaki başarısı ve son dönemde Karabağ, Libya ve Ukrayna’da daha belirgin hale gelen savunma sanayiindeki atılımı ile bölgedeki siyasal aktörlerin ilişkilerini güçlendirmeye ve diplomasi marifetiyle diyalog kurmaya çalıştıkları en birincil aktör haline gelmiştir.

Dolayısıyla, değişen konjonktürün bölgede görülen normalleşme hareketleri üzerinde etki doğuran en önemli unsur olduğu belirtilebilir. Bunun yanında, enerji konusunda Türkiye’yi dışlayarak bir konsorsiyum yaratmaya çalışan Mısır, GKRY ve Yunanistan’ın EASTMED projesinin ABD’nin etkisiyle sönümlenmesiyle Doğu Akdeniz’deki meşru haklarının takipçisi olduğunu her fırsatta dile getiren Türkiye’yi dışlayarak bölgede bir etkin alanı kurmanın imkânsızlığı tüm taraflarca anlaşılmış, enerji nakil hatları konusunda da Türkiye’nin vazgeçilmez bir konumda olduğu müşahede edilmiştir.[xv] Mısır ve İsrail açısından bakıldığında, İran yayılmacılığının arttığı bir ortamda ve özellikle 2017 Katar krizinin çözülmesiyle Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Suudi Arabistan ve Bahreyn ile ilişkileri normalleşme yoluna giren Türkiye ile diyalog kurulması kaçınılmaz hale gelmiştir.

ABD’nin bölgede daha az görünür olduğu bu dönemde, sert rekabete dayalı güvenlik anlayışı kaybolurken, bir tarafta Türkiye, İran ve Katar’ın diğer tarafta ise, İsrail, Suudi Arabistan, Mısır ve diğer körfez monarşilerinin adeta peşine takılıp (bandwagoing) sıralandığı mevcut bölgesel kutuplaşma dinamiği yumuşamaya başlamış, hem bölgesel düzeyde (sistem/alt-sistem düzeyi), hem de aktörler düzeyinde (aktör/devlet düzeyi) farklı normalleşme rotaları oluşmaya başlamıştır. Türkiye’yi aktör düzeyinde ele alacak olursak; Doğu Akdeniz’den körfeze, merkezi Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya kadar bu yeni düzlemde birçok siyasal sistem ile hareketlenen diplomasi trafiği ekseninde ilişkilerin normalleşme seyrine girdiğini söyleyebiliriz. Sözgelimi; Kuzey Afrika coğrafyasında Mısır ile, körfezde BAE ve Suudi Arabistan ile Doğu Akdeniz’de ise İsrail gibi ülkelerle diyalog kurmaya başlayan Türkiye, çeşitli nedenlerle kesintiye uğramış diplomatik ilişkilerin yeniden tesis edilmesine yönelik çaba göstermiştir ki, bu çabalar da karşılıksız kalmayarak bahse konu ülkelerle diyalog ve istişareye dayalı yeni bir süreç gündeme gelmiştir.

Türkiye’nin Mısır ile normalleşmeye başlayan ilişkilerine baktığımızda, normalleşme çabalarının iki ülkenin dışişleri, güvenlik ve istihbarat kurumları tarafından yürütüldüğünü ve bunların iki ülke arasında 2013’ten bu yana devam eden ciddi güvenlik bunalımını aşmaya yönelik olduğunu görmekteyiz. Türkiye’nin Müslüman Kardeşler’i yönetimden uzaklaştıran Sisi darbesinin ardından verdiği tepkiler ve Türkiye’deki İhvan varlığı nedeniyle bozulan ilişkilerin toparlanması birçok dengeleri gözeten ve yavaş ilerleyen bir yapıdadır. Bununla birlikte, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Katar’da Mısır lideri Abdülfettah Sisi ile görüşmesinin[xvi] ardından başlayan olumlu hava, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun açıklamasıyla daha ileri bir noktaya taşınmıştır. Çavuşoğlu, yaptığı açıklamada, Mısır’la ilişkiler hakkında önemli bilgiler vererek, Bakan Yardımcıları arasındaki siyasi istişarelerin yakında tekrar düzenlenebileceğini ve hatta 2013’ten bu yana boş olan Kahire’ye önümüzdeki aylarda Büyükelçi atamasının olabileceğini belirtmiştir.[xvii] 2013 darbesinin ardından Sisi’nin otoriter yönetimi nedeniyle iç siyasetteki çalkantıların bitmediği Mısır, Doğu Akdeniz’in stratejik açıdan en önemli ülkesi olmasına rağmen son yıllarda içine kapanmış ve dış politikası da bundan payını almıştır. Yunanistan ile olan ilişkileri önemsediği görülen Kahire’nin yukarıda da belirttiğimiz gibi EASTMED projesinin ABD’nin desteğini çekmesiyle by-pass edilmesinin ardından, Türkiye gibi Libya ile da daha önce “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması Anlaşması” imzalamış güçlü bir aktörle yakınlaşmaya ihtiyacı bulunmaktadır. Mısır, bu yolla enerji konusunda stratejik önemdeki bir aktörle rasyonel projeler gerçekleştirebilecek ve Kuzey Afrika, Suriye ve Filistin konularında da daha görünür hale gelebilecektir. Mısır’ın bölgede eskiden beri var olan “dengeleyici rolü” üstlenmesi, hem istikrar anlamında Ortadoğu’ya olumlu etkide bulunacak, hem de aktör bazında dış politikadaki yalnızlığını yenmesine olanak sağlayacaktır. Keza eskiden beri sıklıkla vurgulandığı gibi “Ortadoğu’da Mısır’sız savaş, Suriye’siz barış olmamaktadır.”[xviii]

Türkiye’nin bölgedeki normalleşme rotasında öne çıkan ülkelerden olan İsrail, bir o kadar önemli, kırılgan ve hassas ilişkiler ağının tam ortasında konumlanmaktadır. Türkiye’nin geçmişte olduğu gibi bugün de İsrail ile olan ilişkilerini ve normalleşme hareketlerini Filistinli mülteciler, Doğu Kudüs ve yerleşimciler meselesi oluşturmaktadır. İki ülke arasında Mavi Marmara, sivil katliamlar gibi geçmişte çok ciddi bunalımlar ve kopma noktasına gelen ilişkiler söz konusu olsa da, bugün İsrail, bölgedeki sayılı demokrasilerden biri olan Türkiye gibi bir aktöre dahası İran istihbaratına karşı vatandaşlarının kurtaran Türk devlet görevlilerine samimiyetle ve diyalogla yaklaşabilmektedir.[xix] Ne var ki, Türkiye, normalleşme sürecinden ayrı bir şekilde bağımsız Filistin’i ve iki devletli çözümü her zaman desteklemekte, Kudüs ve Mescid-i Aksa’nın statüsü konusundaki hassasiyetlerini korumakta ve Şeyh Cerrah Mahallesi baskınlarında olduğu gibi Filistinli mültecilerin mülklerine ve diğer haklarına dokunulmamasını istemektedir.[xx] Türkiye’nin Kudüs üzerindeki hassasiyetinin farkında olan İsrail, Ukrayna Savaşı nedeniyle Rusya’nın Suriye’de oluşturacağı boşluğu Tahran’ın dolduracak olmasından ve Arap Baharı’nın başından beri bölge genelinde artan İran yayılmacılığından duyduğu endişe nedeni ile Türkiye’yle yakınlaşmaya daha çok istekli görünmektedir. Keza Mısır için geçerli olan “enerji dosyası” İsrail için de hatırı sayılır derecede önemdedir ve Tel Aviv yönetimi, “Leviathan” doğalgaz sahasındaki gazın Türkiye ile oluşturabileceği iş birliği sayesinde orta ve uzun vadede elde edeceği transfer imkânlarını önemsemektedir.

Suriye ile olan normalleşme için ise, daha önce ifade ettiklerimize[xxi] ek olarak söyleyebileceğimiz güncel bir gelişme ve yorum şu an için bulunmamaktadır. Türkiye’nin Esad rejimi ile normalleşme yaşaması; bünyesindeki “mülteciler”, “Suriye’nin kuzeyindeki terör örgütleri”, “muhalifler” gibi birçok dinamiğe bağlı bulunan, mahiyeti itibariyle girift, siyasi ve diplomatik olarak ise ancak dosyalar üzerinden ilerleyebilecek ve dosyalar/sorunlar çözüldükçe somutlaşacak bir normalleşme sürecidir. Bununla beraber, güvenlik ve istihbarat birimlerinin istişarelerinin düzenli olarak devam etmekte olduğu bilinse de[xxii], bunun Devlet Başkanlarını bir araya getirecek olgunluğa ve tam bir normalleşme düzeyine erişmesinin ne zaman mümkün olacağını kestirmek oldukça güçtür. Türkiye, bölgedeki fay hatlarını olumlu yönde etkileyen normalleşme rüzgarını arkasına alarak karşılıklı diyalog ve diplomasi ile çıktığı bu yolda hiçbir normalleşme hareketini yek diğerine alternatif olarak görememekte ve yürüttüğü ikili normalleşmeleri üçüncü taraflar aleyhine olacak şekilde konumlandırmamaktadır. Türkiye’nin tıpkı Rusya-Ukrayna Savaşı’nda izlediği “dengeli aktivizm” rolünden[xxiii] bahisle, Ortadoğu genelinde de aktif dengeleyici roller üstlendiğini belirtebiliriz.[xxiv]

Sonuç ve Değerlendirme

Dış politikanın temelde iç siyasal sistem ve dış çevre olarak adlandırılabilecek yapılardan gelen her türlü etki ve baskının altında şekillenmeye çalışan bir süreç olduğunu kabul edersek; sonuçta alınan kararların da iç ve dış sistemdeki güç mücadelesinin, rekabetin, ilişki ve özelliklerin izlerini taşıdığını ifade edebiliriz. Ayrıca dış politika analizi ile ilgili olarak örneğin dış politikanın “dış” olduğu kadar “” aktörler tarafından belirlendiği iddiası paralelinde bu aktörlerin etkileşimini açıklamak üzere bir “psiko-ortam”dan bahsedildiği yaklaşımlar da bulunmaktadır. Dış politika kararlarını oluşturan birey ve grupların içinde bulundukları psikolojik ortamın da göz önünde tutulması gerektiğini ifade eden yöntemsel çalışmalara literatürde rastlanmaktadır.[xxv] Referans nesnemiz olan Türk Dış Politikası açısından konuyu ele alacak olursak; nasıl ki Kurtuluş Savaşı’nda cephede bulunan kadronun birçoğu genç Cumhuriyet’in idaresinde yer alıp ülkenin yönetimiyle ilgili kararlar almışlarsa, yaşamış oldukları gerçeklikler, içinde bulundukları sosyal ve ekonomik şartlar dış politika yapım süreçlerini de etkilemiştir. İstiklâl Harbi esnasında Sovyet Rusya ve müttefikler arasında denge politikası izleyen bir nesil olarak ülke yönetiminde ve dış politikada karar verici konumunda olan bir kadronun I. ve II. Dünya Savaşı sonrasında da alışık olduğu üzere “denge siyaseti” takip etmesi gayet olağandır. Ancak ne var ki, özellikle II. Dünya Savaşı sonrasındaki realist gelişmeler karşısında “Batıcı” ve modern/medeni milletlerarası hukuk kapsamında sınırların dokunulmazlığına saygılı “statükocu” olan genç Cumhuriyet, gençlik yıllarında yaşadığı Sevr sendromunu yıllar geçmesine rağmen üzerinden atamamış ve uzun süre dış politikada yaşadığı her ciddi bunalımda bu sendromun etkisi altında kalmıştır.

Ne var ki; günümüzde, yani neredeyse Cumhuriyet’in yüzüncü yaşında, bu varoluş bunalımlarını aşmış, bilinç altına işlemiş korku ve endişelerin etkisi ve boyunduruğundan artık kurtulmuş bir dış politika anlayışından ve liderliğinden bahsetmemiz mümkündür. Dönüşen bir uluslararası sistem gerçeği karşısında dış politikasına yön veren amiller olarak hem iç siyasal sistemini, hem de hukuk ve diplomasi arka planına sahip devletlerarası ilişkiler ağına dayanan dış çevresini müstesna bir düzen içerisinde yapılandırmak isteyen güçlü bir irade mevcuttur. Gerçekten de, Türk Dış Politikası’nın yakın tarihi açısından bir dönemlendirme çalışması yaptığımızda; ilk dönemin (2002-2007) Batı ile ilişkiler ve AB üyeliği ekseninde “inşa ve reform, ikinci dönemin (2007-2011) bölgesel ve uluslararası düzeyde özerklik kazanmaya çalışan “mücadele ve konsolidasyon“, üçüncü dönemin (2011-2016) Arap ayaklanmalarına karşı önce şekillendirici sonra da sürecin zorluklarıyla baş edici “mücadele ve özerklik, dördüncü dönemin ise (2016-2022) FETÖcü darbe girişimini ardından Suriye, Libya, Karabağ ve Ukrayna gibi yakın çevresinde köklü dış politika dönüşümleri gerçekleştiren yine “mücadele ve özerklik” dönemleri olduğunu söyleyebiliriz.[xxvi]

Özellikle Arap Baharı ayaklanmalarıyla beraber, Türkiye, kendisini bölgesel siyaseti şekillendirebilecek en önemli oyunculardan biri olarak konumlandırmış; ancak ortaya çıkan eksiklik ve krizler ekseninde birçok dış politika krizi ile baş etmek zorunda bırakmıştır. 2012-2016 yılları arasını hem bu eksikliklerinin farkına varma, hem de durumu/sistemi algılama olarak geçiren Türkiye, 2016-2021 arasındaki dönemde kendini sistem ile adapte etmiş ve 2021’den itibaren ise yeniden konumlanma dönemine girmiştir. Dolayısıyla, yeni dönemde Türkiye’nin dış ve güvenlik politikası Rusya’ya, ABD’ye, Çin’e değil kendine endekslidir ve atacağı her yeni hamleyi bir lüks değil zorunluluk olarak değerlendirecektir. Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri ile son dönemde giriştiği normalleşme ilişkilerine biraz da bu açıdan bakmak ve hiçbir ilişkiyi bir diğerinin ikamesi olarak görmemek gerekmektedir. Bütün aktörlerle farklı gündemler ve farklı yoğunlukta ilişkiye geçebilen Türkiye, böylesine esnek ve dinamik bir yaklaşımla stratejik özerkliğini artıracak ve çevresindeki jeopolitik boşlukları doldurabilecektir.[xxvii]

Her ne kadar Arap devrimlerinin ardından “post-Amerikan” düzene giren Ortadoğu bölgesinde geçmişin mirası olumsuz ilişkileri düzeltmek için harekete geçen Türkiye’nin çabaları zaman zaman daha yoğun angajmanlar gerektireceği için geçmişte olduğu gibi yine “Ortadoğululaşma” ya da “eksen kayması” olarak nitelenecek olsa da, bu normalleşme çabalarının konjonktür sonucu ortaya çıktığı ve yine ulusal çıkarlar ile ulusal güvenlik öncelikleri ön planda tutulduğu unutulmamalıdır. Ayrıca dış politikasının merkezine kendisini koyan Türkiye, nasıl ki Rusya ile olan ilişkilerini ABD ile olan ilişkilerinde bir denge unsuru olarak gözetmiyorsa, Ortadoğu’daki siyasal sistemlerle olan ilişkilerine de bu açıdan bakmaktadır. Sözgelimi, bölgede istikrar sağlayıcı bir aktör olarak Türkiye; İsrail ile olan normalleşmesini Suriye ile olan normalleşmesine ikame etmek amacında değildir ya da Suudi Arabistan ile ilişkilerin düzeltilmesini Mısır’la olan ilişkilerde dengelemek adına gerçekleştirmemektedir. Türkiye’nin bölgedeki normalleşme çabalarındaki tek amacı; Ortadoğu’nun son yıllarda içine düştüğü kronik istikrarsızlıktan kurtularak bölgesel güvenliğin sağlanması ve bölgede istikrar adına aktif dengeleyici aktör olarak konumlanmasıdır.

Mehmet BABACAN

 

DİPNOTLAR

[i] Dış politikada karar verme konumunda olan karar vericinin alternatifler arasında bir tercih yaparak rasyonel davranacağından yola çıkılır. Bununla birlikte, kişisel değer yargılarının ve yine bahse konu bireye özgü öznel/sübjektif unsurların karar verme sürecini olumsuz etkileyerek “çıktı” niteliğindeki kararın rasyonel bir karar olmasının engelleme ihtimali her zaman mevcuttur. Bakınız; Tayyar Arı (2017), Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, 11. Baskı, Bursa: Alfa Akademi Yayınları, ss. 206-207.

[ii] Buna kısaca “dışsal çevre” de denebilir. Dış çevre; tüm global sistemi ve bunun içindeki güç ilişkilerini içermektedir. Arı, Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, s. 185.

[iii] Realizmin temsilcilerinden Fransız Raymond Aron tarafından ortaya atılan “Aron Paradigması“na göre, çok katı bir iki kutuplu sistemde ülkelerin kendi başlarına bloklardan bağımsız politikalar geliştirmesi çok riskli olur ve neticede yapılması gereken iki büyük güçten birinin kanatları altına girmektir. Ozan Örmeci (2017), “Prof. Dr. Baskın Oran’a Göre Türk Dış Politikasının Kuramsal Çerçevesi ve OBD (Orta Büyüklükte Devlet) Kavramı”, Uluslararası Politika Akademisi, 16.02.2017, Erişim Tarihi: 05.12.2022, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2017/02/16/prof-dr-baskin-orana-gore-turk-dis-politikasinin-kuramsal-cercevesi-ve-obd-kavrami/ 

[iv] Ozan Örmeci (2017), “Prof. Dr. Baskın Oran’a Göre Türk Dış Politikasının Kuramsal Çerçevesi ve OBD (Orta Büyüklükte Devlet) Kavramı”, Uluslararası Politika Akademisi, 16.02.2017, Erişim Tarihi: 05.12.2022, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2017/02/16/prof-dr-baskin-orana-gore-turk-dis-politikasinin-kuramsal-cercevesi-ve-obd-kavrami/ 

[v] Baskın Oran (2001), Türk Dış Politikası: Kurtuluş savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 2: 1980-2001, 8. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 236.

[vi] Baskın Oran (2001), Türk Dış Politikası: Kurtuluş savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 2: 1980-2001, ss. 254-257.

[vii] Kemal İnat (2017), “Türkiye Prangalarından kurtuluyor”, Kriter, Yıl: 2, Sayı: 18 (Kasım 2017), Erişim Tarihi: 04.12.2022, Erişim Adresi: https://kriterdergi.com/kitaplik/turkiye-prangalarindan-kurtuluyor.

[viii] Şaban Kardaş (2011), “Türk Dış Politikasında Eksen Kayması mı?”, Akademik Ortadoğu, Cilt 5, Sayı: 2, ss. 19-42.

[ix] Tarık Oğuzlu (2021), “Türk Dış Politikasında Çıkarlar ve Değerler Tartışmasını Realizm ve Liberalizm Üzerinden Okumak”, Türk Dış Politikasında Güncel Sorunlar ve Teorik Uygulamalar, (editörler: Tarık Oğuzlu ve Yelda Ongun), 2. Basım, Ankara: Nobel Yayınları, ss. 1-26.

[x] Burhanettin Duran & Nurullah Ardıç (2018), “Arap Baharı”, Uluslararası İlişkilere Giriş: Tarih, Teori, Kavram ve Konular, 8. Basım, (editörler: Şaban Kardaş ve Ali Balcı), İstanbul: Küre Yayınları, ss. 681-694.

[xi] Serhan Afacan (2021), “Seçici revizyonizm ile Statükoculuk arasında İran’ın Arap Baharı Politikası”, Arap Devrimleri: Değişim ve Süreklilik, (editörler: Ramazan Yıldırım ve Mahmut Alrantisi), İstanbul: SETA Yayınları, s. 246.

[xii] Burhanettin Duran, “Arap İsyanlarında On yılın Muhasebesi ve Türkiye’nin Yeri”, Arap Devrimleri: Değişim ve Süreklilik, s. 31.

[xiii] Neşe Kemiksiz (2019), “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Ortadoğu’da Gelişme Dinamikleri”, 11. Uluslararası Uludağ Uluslararası İlişkiler Kongresi Tam Metin Kitabı, (editörler: Tayyar Arı ve Muzaffer Ercan Yılmaz, Bursa-2019, s. 75.

[xiv] Burhanettin Duran (2022), “Ortadoğu’da Normalleşmenin Geleceği ve Türkiye”, Türk Dış Politikası Yıllığı-2021, (editörler: Burhanettin Duran-Kemal İnat-Mustafa Caner), İstanbul: SETA Yayınları, s. 13.

[xv] “EastMed projesi çöktü: Alternatifler neler?”, TRT Haber, 31.01.2022, Erişim Tarihi: 04.12.2022, Erişim: Adresi: https://www.trthaber.com/haber/dunya/eastmed-projesi-coktu-alternatifler-neler-650450.html.

[xvi] Giorgio Cafiero (2022), “What does the Erdogan-Sisi handshake mean?”, The New Arab, 29.11.2022, Erişim Tarihi: 05.12.2022, Erişim Adresi: https://www.newarab.com/analysis/what-does-erdogan-sisi-handshake-mean?fbclid=IwAR1awxDth802Lv2DfKZAhFoxO_PDugqsC3uqeH7GKRLWrol3bQb4XvJLCgM .

[xvii] Yeni Şafak (2022), “Mısır’a büyükelçi atanabilir”, 29.11.2022, Erişim Tarihi: 05.12.2022, Erişim Adresi: https://www.yenisafak.com/gundem/misira-buyukelci-atanabilir-3892611 .

[xviii] Bu ifade, 1973 yılında ABD’li devlet adamı Henry Kissinger tarafından Arap-İsrail Savaşı ile alakalı olarak dile getirilmiştir.

[xix] Independent Türkçe (2022), “İsrail Basını: İran’ın İsrailli turistleri kaçırma planını MİT engelledi”, 13.06.2022, Erişim Tarihi: 05.12.2022, Erişim Adresi: https://www.indyturk.com/node/521006/d%C3%BCnya/i%CC%87srail-bas%C4%B1n%C4%B1-i%CC%87ran%C4%B1n-i%CC%87srailli-turistleri-ka%C3%A7%C4%B1rma-plan%C4%B1n%C4%B1-mi%CC%87t-engelledi.

[xx] Burhanettin Duran, “Ortadoğu’da Normalleşmenin Geleceği ve Türkiye”, s. 29.

[xxi] Bakınız; Mehmet Babacan (2022), “Suriye Rejimi ile Normalleşmenin Ayak Sesleri mi?”, Uluslararası Politika Akademisi, 15.10.2022, Erişim Tarihi: 05.12.2022, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2022/10/15/suriye-rejimi-ile-normallesmenin-ayak-sesleri-mi/ .

[xxii] Reuters (2022), “Exclusive: With a Russian nudge, Turkey and Syria step up contacts”, 16.09.2022, Erişim Tarihi: 05.12.2022, Erişim Adresi: https://www.reuters.com/world/middle-east/exclusive-with-russian-nudge-turkey-syria-step-up-contacts-2022-09-15/.

[xxiii] Ferhat Pirinççi (2022), “Türkiye’nin Ukrayna Politikası: Dengeli Aktivizm”, Kriter, Yıl 6, Sayı: 67 (Nisan 2022), ss. 18-20.

[xxiv] Burhanettin Duran, “Ortadoğu’da Normalleşmenin Geleceği ve Türkiye”, s. 29.

[xxv] Emre Erdoğan (2020), “Sonsuz Olasılıklar Diyarında: Dış Politika Analizi ve Araştırma Yöntemi Tercihleri”, Dış Politika Analizi: Konu, Kuram, Yöntem, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 43.

[xxvi] Murat Yeşiltaş (2022), “2023 Yaklaşırken Dış Politika”, Kriter, Yıl 7, Sayı: 71 (Eylül 2022), ss. 20-23.

[xxvii] Ferhat Pirinççi, “Dönüşen Sistemde Türkiye’yi Yeniden Konumlamak”, Kriter, Yıl 6, Sayı: 61 (Ekim 2021), ss. 28-31.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.