2023 İSRAİL-HAMAS SAVAŞI: SİVİL KAYIPLARI NEDENİYLE İSRAİL’İN ÜZERİNDEKİ ULUSLARARASI BASKI ARTIYOR

upa-admin 08 Kasım 2023 483 Okunma 0
2023 İSRAİL-HAMAS SAVAŞI: SİVİL KAYIPLARI NEDENİYLE İSRAİL’İN ÜZERİNDEKİ ULUSLARARASI BASKI ARTIYOR

Giriş

İsrail’in İbrahim Anlaşmaları ile Donald Trump’ın Başkanlığı döneminde derinleşen Arap yakınlaşması sürecinde İsrail-Suudi Arabistan normalleşmesi yönünde ciddi beklentilerin olduğu bir ortamda, 7 Ekim 2023 tarihinde, Hamas’ın İsrail’e yönelik gerçekleştirdiği ve “Aksa Tufanı” adı verdiği kapsamlı terör saldırısıyla çoğu sivil 1.400’ün üzerinde İsraillinin öldürülmesi sonrasında, 2023 İsrail-Hamas Savaşı resmen başlamıştır.

Hamas’ın gerçekleştirdiği saldırıda 200’ün üzerinde çoğu İsrail vatandaşı olan yabancılar Hamas tarafından rehin alınarak Gazze’ye götürülürken, yaşadığı büyük şokun ardından, Başbakan Binyamin Netenyahu liderliğindeki sağ-aşırı sağ ortaklığında kurulan koalisyon hükümeti, “Demir Kılıç Operasyonu” adı verilen askeri plan doğrultusunda derhal Gazze’ye yönelik bombardımana başlamış ve bir kara harekâtı hazırlıklarına girişmiştir. İsrail Savunma Kuvvetleri-IDF’nin saldırılarında temelde Hamas hedeflerinin vurulması amaçlansa da, sivil kayıplarının pek de önemsenmediği görülmüş ve bombalamaları müteakiben, Ekim ayı sonlarında İsrail tarafından Gazze’ye yönelik bir kara harekâtı da başlatılmıştır. İsrail bombardımanları ve kara harekâtı nedeniyle yaklaşık şimdiye kadar yaklaşık 4.000’i çocuk ve bebeklerden oluşan 10.000’in üzerinde Filistinli hayatını kaybederken, hastane, ibadethane, okul, mülteci kampları ve sivillerin kaçtıkları sınır bölgeleri gibi yerlerin de vurulması ve giderek artan sivil kayıpları nedeniyle İsrail’in üzerindeki uluslararası baskı da son dönemde artmaya başlamıştır. Bu eleştirilere kulak tıkayan Başbakan Netenyahu ise, Demir Kılıç Operasyonu’nu “İsrail’in ikinci bağımsızlık savaşı” olarak nitelendirmiş ve operasyonunun iki hedefini; 1-) Hamas’ın askeri ve yönetsel kapasitesini yok etmek ve 2-) 7 Ekim saldırısında kaçırılan rehineleri kurtarmak olarak ilan etmiştir. Dünya liderlerinin taziye amacıyla İsrail’e akın ettiği bir ortamda bir yandan diplomasiyle de uğraşan Netenyahu, Hamas saldırısında da kendisinin herhangi bir hatası olmadığını savunmuş ve bu konuda gizli servisin kendisini uyarmadığını belirterek, Hamas ile mücadelenin “uzun ve zorlu” bir süreç olacağının altını çizmiştir.

Bu yazıda, 2023 İsrail-Hamas Savaşı’na dair bölgesel ve küresel siyaset ve özellikle Türkiye’yi ilgilendiren konular özetlenmeye ve açıklanmaya çalışılacak ve geleceğe dair bir risk değerlendirmesi yapılacaktır.

Savaşın Başlamasının Sebepleri ve Savaşın Devamı Riskini Güçlendiren Konjonktür

2023 İsrail-Hamas Savaşı’nın başlamasını kolaylaştıran ve devam etmesini sağlayabilecek risk unsurları ile analizimize başlayabiliriz. Savaşın başlamasına neden olan temel faktör, hiç şüphesiz, temellerini 1917 Balfour Deklarasyonu’ndan alan ama 1948’den itibaren resmen başlayan İsrail-Filistin Sorunu’nun günümüze kadar çözümsüz kalmasıdır. Bu konuda özellikle Amerika Birleşik Devletleri (ABD) tarafından geçmişte gayet samimi ve iyi niyetli girişimler yapılmasına karşın, gerek Filistinli direnişçilerin siyasi gerçeklerle örtüşmeyen ve İsrail’in varlığını kabullenmeyen aşırı idealist ve radikal pozisyon alışları, gerekse de İsrail sağının özellikle son yıllarda sahadaki gücü sayesinde Filistin Devleti’nin hiç var olmadığı veya çok küçük bir alana hapsedildiği daha avantajlı bir konum elde edebileceklerine dair inançlarının artması nedeniyle bir türlü sonuç alınamamıştır. Tam da bu nedenle, günümüzde, ABD, gerek Demokrat Parti, gerekse de Cumhuriyetçi Parti nezdinde bu sorunun diplomasiyle çözülebileceğine dair inanç ve istencini kaybetmiş gözükmektedir. Bu hususta, kuşkusuz, ABD siyaseti ve ekonomisinde Amerikan Yahudilerinin güçlü konumlarının etkisinden de söz etmek yerinde olacaktır.

Savaşın başlamasına neden olan ikinci unsur, genelde Türk medyası tarafından “dünyanın en büyük açık hava hapishanesi” olarak nitelendirilen Gazze’deki olumsuz ekonomik, siyasal ve sosyal koşulların derinleşmesi ve bölgedeki Hamas etkisinin kırılamamasıdır. Nitekim 2 milyonun üzerinde Filistinli’nin neredeyse kaybedecek hiçbir şeylerinin olmadığı bir ortamda, böylesine mantıksız ve sonuçları en çok Filistinlilere zarar verecek bir terör eyleminin gerçekleşmesi mümkün hale gelmiştir. Oysa İsrail’in ve uluslararası toplumun etkisiyle Gazze’deki insanların radikalleşmesinin önüne geçebilecek daha olumlu koşullar yaratılabilse ve Filistin Sorunu’nda çözüme ulaşılabilseydi, elbette, İsrail vatandaşları da böylesi kapsamlı bir terör saldırısına kurban gitmemiş olacaklardı.

Savaşın başlamasında etkili olan üçüncü unsur ise, İran İslam Cumhuriyeti’nin (kısaca İran) bölgesel siyasete Batılı güçlerle belli bir uzlaşı ve karşılıklı anlayış çerçevesinde eklemlenememesi olmuştur. İran, kuşkusuz, yüzlerce yıllık Fars devlet geleneğinin günümüzde ulaştığı noktayı yansıtan önemli bir güçtür, alelade bir devlet değildir ve kuşkusuz tarih boyunca bu bölgede var olmaya devam edecektir. Bu anlamda, Barack Obama’nın Başkanlığı döneminde ABD ve Batı blokunun JCPOA adı verilen ve İran nükleer programının kısıtlanması karşılığında İran’ın dünyaya açılmasına izin veren anlaşmadan Trump döneminde cayması, bölgesel barış ve istikrarın altını oymuş ve İran’ın Şii bölgesel vekilleri ve Hamas’a desteği ile bölgede İsrail karşıtı faaliyetlerini yoğunlaştırmasına neden olmuştur. Bu noktada İsrailli ve Amerikalıların anlamaları gereken husus ise, İran’ın bölgenin en temel ve kalıcı aktörlerinden birisi olduğu ve yakın gelecekte nükleer silah kapasitesine erişmesi durumunda İsrail için bir varoluşsal tehdit haline gelebileceği gerçeğidir. Bunun önlenmesinin yolu ise, kuşkusuz, İran gibi büyük bir devletin yok edilmesi gerçekçi bir askeri ve siyasi hedef olmadığına göre, Tahran’daki kalıcı olacağı düşünülen mevcut rejimle bir şekilde -en azından bazı konularda- bir tür karşılıklı uzlaşıya varmak ve kırmızı çizgiler belirlemek olmalıdır. Zira ABD’nin İran’a yönelik rejim değişikliği politikaları günümüze kadar olumlu sonuç üretmemiş ve tam tersine rejim daha da güçlenmiştir.

Savaşın başlamasına neden olan bu faktörlerin ardından, savaşın devamını sağlayabilecek olumsuz gelişmelerden söz etmek yerinde olabilir. Bu noktada ilk önemli husus, İsrail’i durdurabilecek belki de yegane aktör olan ABD’nin hızla 2024 yılı Kasım ayında yapılacak Başkanlık seçimlerine doğru ilerlemesidir. İsrail’e koşulsuz destek veren Cumhuriyetçi Parti Başkan adayı Donald Trump’ın şahin pozisyonu karşısında, anketlerde geride gözüken Demokrat Başkan Joe Biden da, adeta eli kolu bağlı hale gelmiş ve AIPAC gibi etkili kuruluşlarıyla bilinen Yahudi lobisi veya İsrail lobisi adı verilen grubun desteğini kaybetmemek adına, İsrail’e yönelik eleştirilerinde çok çekimser ve hatta çekingen davranmıştır. Biden’ın seçtiği Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın bir Yahudi olduğu ve İsrail’in acısını bir Yahudi olarak derinden hissettiği de bizzat kendi sözlerine yansımıştır.

Netenyahu’nun Eylül 2023’te BM’de yaptığı konuşmada ayrı bir Filistin Devleti yoktu

Savaşın devamı ve hatta yayılması konusunda ikinci büyük risk unsuru ise, 7 Ekim Hamas saldırısının ardından halk desteğinin düştüğü ve hatta “bittiğiiddia edilenBibi” lakaplı Başbakan Netenyahu’nun, hem aşırı sağcı koalisyon ortaklarını memnun etmek, hem İsrail sağının öfkesini dindirmek, hem İsrail’in daha geniş topraklara erişmek şeklinde özetlenebilecek stratejik hedeflerini gerçekleştirmek ve hem de sonraki seçimde kendisinin ve partisi Likud’un iddialı olabilmesini sağlamak adına savaşın devamını faydalı görebilecek olması riskidir. Hatırlanacak olursa, Netenyahu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la da kısa bir görüşme gerçekleştirdiği Eylül 2023 tarihli Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu toplantısında, kürsüye çıktığında elinde tuttuğu bir haritayı göstermişti. Bu haritada ise, hem Gazze, hem de Batı Şeria İsrail toprakları içerisinde gözüküyordu ve ayrı bir Filistin Devleti bulunmuyordu. Bu bağlamda, İsrail’in Demir Kılıç Operasyonu ile Gazze’de kontrolü sağlaması ve bölgedeki Filistinli nüfusunu bölgeden göndermesi durumunda, geriye Filistin Devleti olarak sadece İsrailli yerleşimcilerin kontrol ettiği alanların sürekli arttığı Batı Şeria bölgesi kalacaktır.

Savaşın devamı konusunda üçüncü büyük risk unsuru ise, gerek Hamas’ın eylemlerinin İsrail hakkında uyandırdığı öfke, gerekse de İsrail’in bombardımanlarında sivil hedefleri vurması ve çocukları, kadınları ve hatta bebekleri de katletmesi nedeniyle Filistin halkında oluşan nefret nedeniyle, tarafların birbirleriyle müzakere yapacak ve uzlaşabilecek noktaya ulaşmalarının neredeyse imkânsız hale gelmesidir. Bu tarz etnik çatışmalarda, maalesef yaşanan kayıplar nedeniyle taraflar birbirlerinden nefret eder hale gelmekte ve onları uzlaştırmak kolay kolay mümkün olmadığı gibi, çatışmaların devamı halinde sonraki jenerasyonlarda da nefret unsuru aynen devam etmektedir. Ancak kuşkusuz bu durum insancıl ve 21. yüzyıl dünyasında kabul edilebilir de değildir. Zira her ne kadar, İsrail, son yıllarda ABD’nin de desteğiyle ve diplomatik maharetini kullanarak Arap ülkelerinin bu konudaki çekimserlik ve tarafsızlığını sağlasa da, Türkiye gibi insani hassasiyetleri ve İran gibi İslami hassasiyetleri yüksek ülkeler, bu durumun devamını kabullenmeye hiç de istekli değillerdir.

Durum Tespiti ve Kara Propaganda Sorunu 

Savaşın başlamasıyla birlikte, bir diğer önemli sorun da kara propaganda haline gelmiştir. Bu noktada, bazı gerçekleri ve ilkeleri belirlemek ve daha sonrasında da tüm olayları kanıtlara dayalı olarak ayrı ayrı incelemek gerekmektedir. Öncelikle şurası bir gerçektir ki, İsrail-Filistin Sorunu’nun devamı ve Filistin Otoritesi’nin sınırları belirlenmiş ve üzerinde uzlaşılmış BM’ye kayıtlı bir devlet olmaması nedeniyle (henüz gözlemci üyedir), bölgedeki savaş ve çatışma hali sürmektedir. Dolayısıyla, her iki taraf da toprak için savaşmaktadır ki, bu nedenle din farklılıklarından ve Musevilik-İslamiyet arasındaki bir güç mücadelesinden ziyade, iki milliyetçi unsur arasındaki toprak ve hâkimiyet mücadelesinden bahsetmek daha doğru olacaktır.

İkinci olarak, kabul etmek gerekir ki, bu son olayda saldırı ilk olarak Hamas’tan gelmiştir. İsrail ise, bu gizemli -böyle diyorum çünkü İsrail gibi bir güvenlik devletinde sınırların bu kadar kolay aşılabilmesi izaha muhtaç bir durumdur- olayı fırsat bilerek, Gazze’yi topraklarına katma sürecini uygulamaya sokmuştur. Uluslararası hukuk ve genel olarak hukuk açısından, saldırgan taraf olmak her zaman dezavantajlı bir durumdur. Hatırlanacağı üzere, 2010 yılındaki Mavi Marmara Krizi’nde, İsrail, henüz uluslararası sularda seyreden bir Türk sivil gemisine saldırması nedeniyle tazminat ödemeye mahkum edilmişti. Yani bu tarz olaylarda, hukuk, daima saldırgan tarafın aleyhine işlemektedir. Her ne kadar Hamas’ın Türkiye’yi temsil eden devlet adamlarınca sıklıkla belirtildiği gibi toprakları için savaşan bir siyasi parti olduğu söylense de, Hamas’ın kullandığı yöntemler üzerinde hiç şüpheye mahal vermeyecek şekilde sivilleri hedef alan terörizm yöntemleridir. İsrail’in de bu anlamda kendisini koruma hakkı vardır. Ancak yine uluslararası hukuka göre, İsrail, bu haklarını sivilleri ve bazı korunması gereken yapıları hedef almadan ve terör hedeflerine yönelik olarak gerçekleştirmek/sınırlamak zorundadır ki, bu konuda İsrail’in de hiçbir kurala uygun davranmadığı ortadadır.

Üçüncü olarak, Hamas’ın bölgede güç kazanması ve terör eylemlerine meşruiyet sağlaması, büyük ölçüde İsrail’in konuyu sürüncemede ve çözümsüz bırakma stratejisi sayesinde gerçekleşmiştir. Oysa İsrail’in son dönemde sorunu çözme yönünde girişimleri olsaydı ve bu hususta Hamas reddeden taraf olarak tescil edilseydi, dünya kamuoyunun olaya bakışı çok daha farklı olabilirdi. Oysa günümüzde, olaya daha tarafsız bakan üçüncü aktörler nezdinde, hem Hamas, hem de İsrail hükümeti aşırılık yanlısı ve sorunu çözmek istemeyen aktörler olarak algılanmaktadırlar. Oysa konuyu inceleyen herkes bilmektedir ki, bu konudaki BM parametreleri net ve sabittir: 1967 sınırlarında iki devletli çözüm.

Dördüncü olarak, kara propaganda konusunda da dikkatli olmak gerekmektedir. Bu tarz acımasız savaşlarda Makyavelist düşünce ağır bastığı için, taraflar kolaylıkla birbirlerini yalan haberlerle yıpratmaya çalışabilmektedirler. Bu nedenle BM gibi uluslararası tarafsız kurumların bu tarz durumlarda sorumluluk ve etkinliği çok gerekli ve önemlidir. Siyasi kutuplaşma yoğun olduğu için, ancak BM ve uluslararası komisyonlar, bu tarz konularda tarafsız ve adil davranabilirler. Nitekim hastanelerin bombalanması konusunda halen kesinleşmiş bir bilgi olmaması ilginçtir ki bu konuda taraflar birbirlerini suçlamaktadırlar. Ancak genel görüş, saldırıların İsrail tarafından yapıldığı şeklindedir. Yine de, bu konuda ancak bağımsız ve tarafsız kuruluşlarca uzman raporları hazırlanması durumunda daha net bir bilgi elde edilebilecektir.

Sivil Kayıplarının Etkisi

İsrail’in hava bombardımanları ve Gazze’yi ortadan ikiye bölerek şimdilerde Hamas’ın saklandığı tünelleri hedef alacağı belirtilen kara harekâtı sırasında binlerce Filistinli sivilin hayatını kaybetmesi, özellikle bu savaşta hiçbir suçları olmayan kadın ve çocukların da hedef alınması, uluslararası toplumun vicdanını yaralamakta ve İsrail’i zor duruma düşürmektedir. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, bu konuda neredeyse her gün açıklama yapmakta ve temaslarda bulunmakta, ancak iyi niyetli çabaları desteklenmediği gibi, bu konuda çok haksız bir şekilde BM suçlanmaktadır. Oysa bizzat BM personeli, Gazze’deki insanlık trajedisini durdurmak için görev yapmakta ve hatta can vermektedir. Son dönemde çatışmalı bölgelerde BM’ye yönelik saldırılar artarken, bunun dünyayı giderek daha yaşanamaz ve riskli bir yer haline getireceği ortadadır. Nitekim BM’yi reforme etmek gerekir, yıkmak değil…

Bu bağlamda İsrail’e yönelik önemli bir eleştiri noktası ise, hava bombardımanı stratejisinin askeri açıdan çok hatalı olmasıdır. Zira bu hava bombardımanlarında bazı Hamas hedefleri yok edilse de, ölü rakamlarından da anlaşılmaktadır ki, büyük ölçüde sivil kayıpları yaşanmakta ve bu bağlamda savunmasız olan kadın ve çocuklar bile katledilmektedir. Oysa günümüzde, demokratik ülkeler, terör hedeflerine yönelik önceden istihbari bilgiyle desteklenmiş nokta atışı operasyonları düzenlemeyi tercih etmektedirler. Benzer şekilde, İsrail’in Gazze’deki sivillerin bölgenin güneyine hareket etmelerini söylemesi ve bu konuda kısa bir mühlet vermesi ve yine bölgeden kaçmaya çalışan hedefleri ve mülteci kamplarını vurması gibi eylemler, savaşın ve İsrail tarafının acımasızlığını ortaya koymaktadır. Geçmişte Holokost felaketine maruz kalan Yahudi halkı, belki de bunun psikolojik etkisiyle, bugün yurtlarını kaybetme korkusuyla çok sert ve acımasız hareket etmekte ve sivil ölümlerini görmezden gelmektedirler. Ancak nispeten demokratik bir rejimi olan İsrail’de, bu durumu eleştiren sol ve liberal görüşte çok sayıda kişi de bulunmaktadır. İsrail’in politikalarını eleştirmek, günümüzde kesinlikle anti-Semitizm olarak algılanmamalıdır. Bu eleştirilerin amacı, bölgede barış ve istikrarın hüküm sürmesi ve Müslüman ve Yahudi halklarının birlikte barış içerisinde yaşayabilmeleridir. Bunun yolu da BM parametrelerine ve güç dengelerine uygun adil bir çözümü yaşama geçirmektir.

Bölgesel Savaş Riski

İsrail’in Gazze’de başlattığı katliama tepki olarak, İran ve İran’a yakın gruplardan gelen açıklamalar dikkatle takip edilmektedir. Zira bu tarz açıklamalar, İran’ın veya İran vekili güçlerin dahil olabileceği bir bölgesel savaş riskini ortaya koymaktadır. İran’ın, bölgede Suriye ve Lübnan üzerinden savaşa müdahil olabilmesi riski nedeniyle, geçtiğimiz gün Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın konuşması tüm dünyada dikkatle takip edilmiştir. Konuşmasında, Nasrallah, Hamas’ı İsrail’e yönelik saldırısı nedeniyle övmüş ve savaş nedeniyle ABD’yi sorumlu tutmuştur. Nasrallah, ayrıca, savaşın genişleme olasılığına ilişkin olarak da, bütün olasılıkların ve seçeneklerin masada olduğunu belirterek, “tüm olasılıklara hazırız” ifadesini kullanmıştır. 10.000’in üzerinde Filistinlinin İsrail tarafından katledilmesini “asrın en büyük soykırımı” olarak yorumlayan İran Cumhurbaşkanı Seyyid İbrahim Reisi ise, şimdilik Vatikan Devlet Başkanı Papa Francis ile görüşmek gibi diplomatik çabalara ağırlık vermekte, lakin kuşkusuz İslami duyarlılıkları çok yüksek olan ve Filistin davasını bir iç mesele olarak gören Tahran rejimi de olayları yakından takip etmektedir. Lübnan’da konuşlu Hizbullah’ın İsrail’e zaman zaman roket saldırıları düzenlediği de düşünüldüğünde, savaşın uzaması ve bölgeselleşmesi riski halen mevcuttur. Bu ise (İran’ın savaşa dahil olması), kuşkusuz, Üçüncü Dünya Savaşı’na gidebilecek bir süreci bile başlatabilecek çok tehlikeli bir gelişme olacaktır.

İran Cumhurbaşkanı Reisi ve Hizbullah Genel Sekreteri Nasrallah

Bu bağlamda uluslararası kamuoyunun en büyük şansı ise, İran’ın bu konuda şimdilik zamana oynamasıdır. Zira nükleer programını sonuca ulaştırma arifesinde olan Tahran rejimi için, Filistin’de yaşanan trajedi, İsrail ve ABD ekseninin zayıflığını ve acımasızlığını ortaya koyan ve İran’ın elini güçlendiren konulardır. Tahran, bu olayların yaşanmasını da gerekçe göstererek, kendisini, bilhassa Şii ama genelde tüm Müslüman toplumların lideri olarak konumlandırmakta, lanse etmekte ve giderek güç ve destek kazanmaktadır. Hamas gibi Müslüman Kardeşler çıkışlı Sünni radikal bir örgütün bile zaman içerisinde Şii İran’ın yörüngesine girmesi, bunun açık ispatıdır. Maalesef İsrail ile İran ve genel anlamda ABD ile İran arasında belli konularda uzlaşıya varılamadığı sürece, Ortadoğu’da bölgesel savaş riski her zaman var olacaktır.

Türkiye’nin Tepkisini Anlamak

Türkiye ise, bu konuda son derece ilkeli, tutarlı ve insani açıdan doğru bir politika izlemektedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın ABD ve İsrail’i eleştiren açıklamalarını, Ankara’nın her zaman ve her konuda gösterdiği insani tutum ve uluslararası hukuka saygı çerçevesinde değerlendirmek bence daha doğru olacaktır. Zira Türkiye, İran’dan farklı olarak, konuya bir dini mücadele olarak değil, insani trajedi olarak bakmakta ve aynı Filistinli siviller gibi, İsrailli sivillerin katledilmesini de doğru bulmamaktadır. Nitekim olayın hemen ertesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tarafları itidale davet eden yaklaşımı, bunun net bir göstergesidir. Ayrıca Erdoğan, İsrail’e yönelik mücadelelerinin askeri değil, hukuki olacağını da belirtmiş ve aşırılık yanlısı bir devlet adamı olmadığını net biçimde ortaya koymuştur.

Bakan Fidan ve Cumhurbaşkanı Erdoğan

Peki, o halde, Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanı’nın Hamas’ın terör örgütü olmadığını söylemeleri ve Cumhurbaşkanı’nın ABD’nin bölgeye uçak gemileri göndermesini “katliam hazırlığı” olarak yorumladığı sözlerini nasıl yorumlamak gerekir? Bu noktada, Türkiye’deki Amerikan ve İsrail karşıtlığının geçmişini araştıranlar iyi bileceklerdir ki, Türkiye, bu konuda daima insani politikalardan yana olmasına karşın, henüz bir süper güç olmadığının bilincinde olarak, bu tarz muhalefet taktiğini zaman zaman kendisinin terörle mücadele hassasiyetlerine saygı gösterilmediği ve destek verilmediği ve Batı’dan dışlandığı durumlarda müzakerelerde elini güçlendirmek için kullanmaktadır. Yani 1960’larda ve 1970’lerde Kıbrıslı Türklerin Kıbrıslı Rumların zulümlerinden kurtarılması -ki 1974 Kutlu Barış Harekâtı ile bu sağlanmıştır- ve 2000’lerde de Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hakları ve yine PKK ve türevi (PYD/YPG/SDG) terör örgütlerine karşı mücadelesinde destek bulabilmesi noktasında, Ankara, devlet kurumlarının da desteği ve onayıyla, zaman zaman Amerikan ve İsrail karşıtını işlevselleştirebilmektedir.

Yanlış anlaşılmaya mahal vermemek adına bir kez daha belirtilmelidir ki, Türkiye’nin bu konudaki insani duruşu ilkeseldir. Ancak bunun yanı sıra, kendi ulusal çıkarlarını da savunmak adına, Ankara, muhalefet dozunu zaman zaman yükseltebilmektedir. Ancak bu tarz konularda Batılı ülkelerden kendisine destek verilmesi halinde bile, Türkiye’nin bu konudaki insani duruşu değişmeyecektir; zira Türkiye halkı, şerefli, duygusal ve mağdurun yanında olmayı doğru bulan erdemli bir millettir. Türkiye’nin istediği ise, İslami radikal grupların istediği gibi İsrail’in yok edilmesi değil, Filistin ve İsrail devletlerinin yan yana barış ve güven içerisinde bulunmalarıdır. Zaten tam da bu nedenle, Erdoğan, Hamas’ı muhatap kabul etmeyen İsrail’e tepki olarak, Başbakan Netenyahu hükümetini muhatap almamaktadır. Zira Erdoğan, artık Netenyahu ile barış yapılabileceğini düşünmemektedir. Yani Türkiye’nin istediği barış ve çözümdür, iki taraftaki radikallerin istediği gibi savaş, kan ve gözyaşı değil…

Sonuç

Sonuç olarak, 7 Ekim’deki beklenmedik Hamas saldırısıyla başlayan 2023 İsrail-Hamas Savaşı, umuyoruz ki bir bölgesel savaşa dönüşmeden, İsrail’in bazı önemli Hamas mevzilerini yok etmesinin ardından geri çekilmesi ve uluslararası bir barış gücü ile BM misyonlarının bölgeye gönderilmesiyle sonuçlanacaktır. Bu durumda, Gazze’nin yeniden yapılandırılması, yeni ve Hamas’tan farklı bir sivil hükümetin kurulması ve İsrail ile Filistin arasındaki barış görüşmelerinin acilen başlatılması gündeme gelebilir. İsrail eski Başbakanı Ehud Barak’ın da söylediği gibi, sivil kayıpları nedeniyle İsrail’in fazla vakti yoktur ve ABD baskısıyla Gazze’den çıkarılması mümkündür. Bu noktada Filistin tarafına yönelik bir eleştiri ise, Gregg Roman’ın yazdığı gibi, geçmişte barış fırsatlarının cömertçe harcanması ve bu konuda çok radikal davranılmasıdır. Hamas veya yerine geçecek hükümet ise, barış konusunda daha yaratıcı, hoşgörülü ve müzakereye açık olmalıdır. Zira Filistin’in askeri gücüyle İsrail karşısında kalabilmesi kolay değildir. İsrail ise, nükleer silahlara erişmiş İran’ın zorlamasıyla gelecekte onur kırıcı bir barışa razı olmaktansa, bu sorunu kendisi çözerek güvenliğini sağlamlaştırmayı ve tüm Arap dünyasıyla ilişkilerini tamamen düzeltmeyi başarabilir. Ayrıca bölge ordularının Türk Silahlı Kuvvetleri’nin insancıl politikalarını örnek alması da, Gazze’de yaşananları görünce, kuşkusuz son derece gerekli ve yerinde olacaktır.

Son olarak, bu konuda ABD yönetimine de büyük sorumluluk düşmektedir; zira küresel lider istemedikçe ve bastırmadıkça, İsrail sağının barışa yanaşması kolay gözükmemektedir. ABD, bu konuda aslında hem kendisine, hem de İsrail’e orta ve uzun vade için iyilik de yapmamaktadır; zira bu trajediler arttıkça, bölgedeki halkların ABD ve İsrail’e yönelik ön yargı ve nefretleri derinleşmekte ve Washington’ın bölgesel etkisi ve yumuşak gücü iyice azalmaktadır. ABD, bunları sert güçle bastırabileceğini düşünüyorsa, kuşkusuz, 2003 Irak işgali sonrasında yaşananları düşünmeli ve rasyonel hareket etmelidir. Günümüzde, salt kaba güce dayalı bir kuvvetle kurulan barış hiçbir zaman kalıcı olmaz ve tam da bu nedenle tüm rejimlerin rıza yaratma kapasitelerini geliştirmeleri gerekmektedir. ABD de, bu bağlamda Filistin Sorunu’nda daha adil ve çözüm odaklı davranmak zorundadır. Aksi halde, bu hem İsrail’in güvenliğini riske atar, hem de ABD’nin karşısındaki Rusya ve Çin gibi büyük güç odaklarını bölgede daha etkili hale getirir.

Kapak fotoğrafı: Reuters

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.