MİLLİYETÇİLİĞİN TARİHSEL MİSYONU, GELİŞİM İHTİYACI VE YENİDEN YORUMLANMASI

upa-admin 02 Mayıs 2025 405 Okunma 0
MİLLİYETÇİLİĞİN TARİHSEL MİSYONU, GELİŞİM İHTİYACI VE YENİDEN YORUMLANMASI

Özet: Milliyetçilik, tarihsel bağlamından koparılmaksızın ele alındığında, modernitenin inşasında kritik işlevler üstlenmiş; kimi zaman birleştirici, kimi zamansa dönüştürücü bir ideolojik araç olarak karşımıza çıkmıştır. Özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda, feodal yapının çözülmesiyle açığa çıkan toplumsal boşluğun tam ortasında beliren bu fikir akımı, modern ulus-devletin çimentosu hâline gelmiştir. Fransız Devrimi’nin ardından yurttaşlık idealiyle şekillenen milliyetçilik, kısa sürede Avrupa’da halkları birleştirici ve devletleri dönüştürücü bir ideolojik güce dönüşmüştür. İtalya ve Almanya’nın ulusal birliğe kavuşması sürecinde şekillenen milliyetçi hareketler, yalnızca romantik kültürel birliktelik hayallerinin değil, aynı zamanda politik pragmatizmin, ekonomik entegrasyonun ve toplumsal seferberliğin de birer ürünüydü. Sömürgecilik karşıtı mücadelelerin yaşandığı Asya ve Afrika coğrafyasında ise, milliyetçilik, bir direniş söylemi olarak yükselmiş; “özgürlük” ve “bağımsızlık” gibi kavramlarla örülmüş birer kurtuluş anlatısına dönüşmüştür. Bu bağlamda değerlendirildiğinde, milliyetçilik yalnızca bir kimlik inşası değil, aynı zamanda tarihsel olarak kolektif bir özne yaratma ve o öznenin kendine olan güvenini tazeleme girişimi olarak da okunabilir.

Ne var ki, her ideolojik yapı gibi milliyetçilik de sabit kalmamış; zaman içinde hem anlam, hem de işlev bakımından dönüşüme uğramıştır. Modern ulus-devletin kurucu mitoslarından biri olarak tarih sahnesindeki yerini aldıktan sonra, değişime ayak uyduramadığı ölçüde, giderek katılaşmış ve bir statüko ideolojisine evirilmiştir. 20. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’yı kasıp kavuran faşist rejimler, bu dönüşümün en uç ve yıkıcı tezahürlerindendir. Bir zamanlar toplumları yurttaş bilinciyle bir araya getiren, aidiyet duygusunu pekiştiren milliyetçilik, zamanla tek tipleştirici bir güce dönüşerek farklılıkları bastıran, çoğulculuğu tehdit eden bir ideolojik aygıta dönüşmüştür.

Bugün ise, postmodernitenin çoğulcu toplumsal yapısı, milliyetçiliğin geleneksel kalıplar içinde sürdürülebilirliğini sorgulatmaktadır. Artık çok daha karmaşık, çok katmanlı ve çok sesli bir toplumsal dokuya sahibiz: etnik kökenlerin, dini inançların, kültürel ifade biçimlerinin ve cinsel kimliklerin bir aradalığı üzerine kurulu bu yeni gerçeklik, “tek millet, tek kimlik” gibi eski paradigmalara sığmamaktadır. Bu noktada, milliyetçilik eskisi gibi birleştirici değil; tam tersine, dışlayıcı ve kutuplaştırıcı bir unsur hâline gelme tehlikesi taşımaktadır.

Nihayetinde, milliyetçilik, ilk ortaya çıktığı zamanlardaki gibi artık yalnızca bir milletin geçmişteki var olma ve hayatta kalma refleksiyle anlam kazanamaz. Onun bugünkü meşruiyeti, bir aradalığın sürdürülebilirliğini mümkün kılacak demokratik bir uzlaşıya katkıda bulunabilmesinde yatmaktadır. Aksi halde, çağın gerisinde kalan tüm otoriter rejimler gibi, milliyetçiliğin eski kalıplarına saplanan toplumlar da kendi iç çatışmalarında boğulmaya mahkûmdur.

Giriş

Albert Einstein’ın “kızamık” metaforunu kullanarak, milliyetçiliği “insanlığın bir çocukluk hastalığı” olarak tanımlaması (Das, 2023), milliyetçiliğin tarihsel işlevine dair çarpıcı bir perspektif sunar. Milliyetçilikle ilgili bu benzetme, bu kavramın yansımalarının özünde taşıdığı çocuksu bir sosyal-bencillikle ve “öteki”ne karşı duyulan güvensizlikle şekillenen içe kapanıklığına dair bir eleştiridir. Einstein’ın bu betimlemesinde yer alan “çocukluk” vurgusu, olgunlaşmamış bir benmerkezciliğin dışa vurumu olarak okunabilir. Bu ifade, hem bireysel psikoloji, hem de toplumsal gelişim bağlamında dikkat çekici bir eleştiridir. Ne var ki, bu tespit, milliyetçiliğin sadece olumsuz yönlerine değil, aynı zamanda tarihsel bağlamda oynadığı dönüştürücü role de işaret etmeyi gerektirir. Bu makalede, milliyetçiliğin tarihsel işlevselliğinden günümüzdeki krizine kadar uzanan dönüşüm çizgisi, özellikle modernleşme, ulus-devletleşme, postmodern kimlikler ve çokkültürlülük bağlamında ele alınacaktır. Aynı zamanda milliyetçiliğin değişen çağ karşısında (değişimin karşısındaki) statükocu bir direnç aracına dönüşmesinin tehlikeleri irdelenecektir.

Milliyetçiliğin Tarihsel İşlevi: Modern Topluma Geçişteki Rolü

Milliyetçilik, 18. yüzyılın sonlarında özellikle Fransız Devrimi’nin ardından modern ulus-devletlerin inşasında temel bir ideoloji haline gelmiştir (Anderson, 1983). Feodal ve monarşik yapılarla yönetilen toplumlar, ulusal kimlik aracılığıyla yeni bir birlik ve aidiyet zemini bulmuşlardır. 1860’lı ve 1870’li yıllarda İtalya ve Almanya gibi devletlerin parçalı yapılardan birleşik ulus-devletlere dönüşmesinde milliyetçiliğin ulusal dil ve kültür etrafında kurduğu birliktelik vurgusu belirleyici olmuştur (Hobsbawm, 1990).

Milliyetçilik, sadece Avrupa’nın iç dinamiklerinde değil, aynı zamanda kolonilerde emperyalizme karşı direnişin meşru ideolojik aracı olarak da sahneye çıkmıştır. Sömürge altındaki Asya ve Afrika toplumlarında ise, milliyetçilik, bağımsızlık ve özgürlük taleplerinin başlıca ideolojik kaynağı olmuştur. Hindistan’da Gandhi’nin, Cezayir’de FLN’nin ve Vietnam’da Ho Chi Minh’in liderliğindeki hareketler, milliyetçiliği özgürlük ve onur mücadelesi olarak yeniden anlamlandırmıştır. Buradaki milliyetçilik, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı kolektif direnişin zeminini oluşturarak halklara kendine güven duygusu aşılamıştır.

Milliyetçilik, yalnızca bir kimlik projesi değil, aynı zamanda bir modernleşme projesidir. Gellner (1983), milliyetçiliği sanayi toplumlarının gerektirdiği homojen kültürel yapının bir sonucu olarak değerlendirir. Ulus-devletin ihtiyacı olan “kültürel standardizasyon“, eğitim sistemleri, medya, dil politikaları ve simgeler aracılığıyla inşa edilmiştir.

Milliyetçiliğin Sosyo-Psikolojik Boyutu: Kolektif Üstünlük Yanılsaması

Sosyal psikolojide bireylerin kendilerini istatistiksel ortalamanın üzerinde görme eğilimi olarak tanımlanan “ortalamanın üstü etkisi”, milliyetçi ideolojilerde kolektif düzeyde yeniden üretilerek ulusal üstünlük yanılsamasına dönüşmektedir. Bu etki, bireysel özsaygı mekanizmalarından beslenerek grup idealizasyonuna evirilir ve milletin tarihsel, kültürel ya da ahlaki olarak diğer toplumlardan üstün olduğu inancını pekiştirir. “Kolektif narsisizm” olarak da adlandırılan bu durum, milliyetçiliğin dışlayıcı yönünü güçlendirirken, sosyal kimliğin duygusal temelini oluşturur. Milliyetçi söylemlerde sıkça karşılaşılan “biz” vurgusu, bu bilişsel sapmanın ideolojik izdüşümüdür (Alicke, & Govorun, 2005).

Milliyetçilik, bireylere sadece bir aidiyet değil, aynı zamanda ortalamanın üstünde oldukları hissini veren bir kolektif özgüven de sağlar. Ulusal bilinç, bireylerin kendilerini daha değerli ve özel hissetmelerine katkı sağlar. Bu durum, kimi zaman toplumsal seferberliği teşvik eden pozitif bir enerjiye dönüşebilirken, kimi zaman da dışlayıcı ve tehlikeli bir üstünlük kompleksi yaratabilir (Tajfel & Turner, 1986).

Statükonun Aracına Dönüşen Milliyetçilik: Faşizme Giden Yol

Başlangıçta toplumsal dönüşümün taşıyıcısı olan milliyetçilik, zamanla iktidar sahiplerinin elinde bir statüko aracına dönüşmüştür. Bu dönüşümün en çarpıcı örneklerinden biri 20. yüzyılın başlarında Avrupa’da yükselen faşizm olmuştur. Nasyonal Sosyalist (Nazi) ideoloji, kendisini bir çeşit milliyetçilik olarak sunarak geniş kitlelerin desteğini kazanmış, ancak sonrasında ırkçılığa, şovenizme ve totalitarizme dönüşerek insanlık tarihinin en büyük trajedilerine yol açmıştır (Arendt, 1951). Bu süreç, milliyetçiliğin evrensel hak ve özgürlükler yerine etnik ve kültürel homojenliği önceleyen, farklılıkları düşmanlaştıran bir anlayışa evirilmesinin doğurduğu tehlikeyi açıkça gözler önüne sermektedir.

Modernleşmeden Postmodernliğe: Kimliklerin Dönüşümü ve Çokkültürlülük

İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya, milliyetçilikle değil, insan hakları ve evrensel değerler ekseninde yeniden inşa edilmeye çalışılmıştır. Toplumlar, artık sadece aynı etnik kökene değil, bir arada yaşama iradesine ve çokkültürlülüğe dayalı yeni bir toplumsal mutabakat arayışına yönelmişlerdir (Kymlicka, 1995). Ulusal kimlikler sabit değildir, tarihsel, siyasal ve kültürel bağlamlarda sürekli yeniden inşa edilen yapılardır (Özkırımlı, 2003).

Postmodern çağda ulusal kimlik, tekil ve homojen kalıplardan çıkarak, yurttaşlar artık aynı anda hem bir ulusun parçası, hem çeşitli etnik/dinsel toplumların üyesi , hem de cinsel yönelim veya sınıf aidiyeti üzerinden çok katmanlı kimlikler taşıyan bireyler hâline gelmiştir.

Küreselleşme bu çoğullukları görünür kılmış; ancak eski güncellenmeyen çağın gerisinde kalan eski tip milliyetçilik, bu farklılıkları tehdit olarak kodlama eğilimine girmiştir. Bu anlamda çağın en önemli gerçeklerinden birisi olan çokkültürlülük realitesi, kimi toplumlarda barışçıl bir model olarak benimsenirken; kimilerinde ise otoriter milliyetçilik tarafından tehdit olarak görülmüş ve bastırılmaya çalışılmıştır.

Bu yeni çağa geçişin getirdiği dönüşüm her toplumda sancısız gerçekleşmemiştir. Kimileri bu yeni gerçekliği içselleştirirken, kimilerinde ise bu değişim bir kabullenme değil, öfke ve nefretle karşılanan bir tehdit algısının sancılarına dönüşüp, düşmanlaştırma siyasetiyle beslenmiştir.

Milliyetçiliğin Fetişleşmesi: Toplumsal Geri Kalmışlığın Aracı

Bugün, bir zamanlar ilerici ve dönüştürücü olan milliyetçilik, birçok toplumda çağın gerisinde kalmış, farklılıkları bastırmaya çalışan bir araç haline gelmiştir. “Vatanı sevmek” gibi pozitif bir değerin içi boşaltılarak, yalnızca belli bir etnik, dini ya da cinsel kimliğe sahip olanların vatansever kabul edildiği dışlayıcı bir milliyetçilik anlayışı yeniden yükselişe geçmiştir.

Bu fetişleşmiş milliyetçilik, artık ortak yaşama iradesini değil; ayrımcılığı, kutuplaşmayı ve çatışmayı körüklemektedir. Oysa 21. yüzyılın gerçekliği, millet kavramının artık “birbirine benzeyen insanlar” değil; farklılıklara rağmen bir arada yaşayabilen bireylerden oluştuğunu göstermektedir (Habermas, 1998).

Yeni Bir Yetişkinlik Evresi: Ademi Merkeziyetçi Çoğulculuk

Günümüzde sağlıklı bir toplum inşasının yolu, geçmişin merkeziyetçi ulus-devlet modelinden değil, ademi merkeziyetçi, yerel yönetimlere güç veren çoğulcu demokrasilerden geçmektedir. Örnekleri İspanya’nın Katalonya bölgesi, Kanada’nın Quebec eyaleti ya da İsviçre’nin çok dilli ve çokkültürlü yapısı gibi modellerde görüldüğü üzere, çoğulculuk çatışmayı değil, dayanışmayı doğurabilir.

Bu bağlamda, milliyetçiliği ilk ortaya çıktığı zamanlardaki gibi ihtiyaca binaen tezahür eden bir varoluşsal gerçeklik durumunun pozitif bağlamı ile değerlendirecek olursak, bu kavramın aynı toplumsal misyonunu devam ettirebilmesi için artık -içinde bulunduğumuz bu çağda- herkesi birbirine benzeştirmek veya tekleştirmekten ziyade, farklılıklarla birlikte yaşayabilme ve çoğulcu gerçekliğe adapte olması elzemdir. Bu anlamda bugün en milliyetçi/yurtsever birey, fikren en zıt görüşlerde olduğu kişilere bile tahammül edebilendir. Bu tahammül zamanla diyaloğa, diyalog ise kalıcı bir toplumsal barışa ve demokratik topluma evirilebilmesinin başlangıcıdır.

Sonuç

Sonuç olarak, yeni bir çağın başlangıcında bir toplumun başlarında dini, feodal veya monarşik bir çobanı olmadan da var olabileceği modern bir düzenin inşasıyla beraber ulus gibi merkezi bir değer üzerinde ortaklaşıp bir arada yaşayabilme iradesini sağlayan bu kavramla insanlık ergenlik sürecini tamamlamıştır. Asıl sorun, artık bunun üzerine bir şeyler katabilme zamanının geldiğini fark edenlerle, edemeyenler arasındadır. Öyle ki, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yeni dünya düzeninin sosyal evriminin gerisinde kalarak kendi içlerinde çatışarak yok olmak istemeyen toplumlar, bir arada tüm farklılıklarıyla beraber yaşayabilecekleri `çokkültürlülük` realitelerini keşfetmişlerdir.

Post-modernizmin bir sonucu olan bu yeni toplumsal varoluş gerçekliğini kimileri sancısız, kimileriyse acı verici sancılı süreçlerle fark edebilmişlerdir. Fakat bu sancılı farkındalık çoğu kez bir kabullenme anlamına gelmemiş, aksine farklı bir gerçeklik üzerine varlığını inşa eden ve artık o “tek” bir modele sığamayan toplumlara karşı öfke ve nefrete dönüşmüştür.

Ulusal kimliğin homojen bir forma indirgenerek tanımlandığı, farklılıkların potansiyel tehdit olarak kodlandığı bir siyasal iklimde milliyetçilik, yalnızca bir toplumsal bağ değil; aynı zamanda iktidarın elinde şekillenen bir kontrol mekanizmasına dönüşür. İç ve dış mihraklar, beka sorunları, vatan hainliği gibi kavramlar etrafında örülen bu söylem, toplumu sürekli bir teyakkuz hâlinde tutarak rasyonel tartışma zeminini ortadan kaldırır. Artık bu aşamadan sonra Milliyetçilik kurgusal düşman üretimleriyle halkı efsunlayan bir araç hâline gelmiştir. Bu kullanım, bireylerin rasyonel değerlendirme yapmasını zorlaştırmakta ve bu zırhı kuşanan siyasi iktidarın sorgulanamaz bir konuma yerleşmesini sağlamaktadır. Böylece hem demokratik normlar hem de toplumsal barış ağır bir tahribata uğrar.

Nihayetinde özgüven aşılayan, değerini hissettiren, biricikleştiren ama eski haliyle artık içinde bulunulan çağın çok gerisinde kalan milliyetçiliğin fetişleşmesi ötekileri yok etmek için kullanılan bir malzeme durumuna gelmiştir. Günümüzde bu değişen çağı ve bir arada yaşama pratiklerinin çeşitliliğini görmezden gelen tüm statükolar iflah olmaz sancılarla mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Bolca iç mihrak, dış mihrak, vatan hainleri vs. gibi toplumsal paranoya boyutundaki tehditler, hep bu iflah olamaz sancıları bir türlü atlatamayıp sağlıklı bir memleket olamayan yerlerde patlak vermiştir. Nitekim 20. yüzyılın başındaki ulus devletlerin yetişme süreçlerindeki var oluşu merkezi bir idare altındaki azınlıkları tek bir egemen yapıya benzeştirerek gerçekleşirken, bu yüzyılda sancısız bir şekilde yaşayabilmesinin tek yolu; gelişmiş demokrasilerdeki çeşitli örnekler gibi farklılıklarla birlikte yaşama kültürüne ve ademi merkeziyetçi bir çoğulculuğa büyüyen bir yetişkinliğe erişebilmesidir. Bu anlamda milliyetçiliğin tarihsel misyonunda özünü oluşturan “özgürlük”, “eşit yurttaşlık” ve “kendi kaderini tayin” gibi temel ilkeler, bugünün çağdaş demokrasinin temel taşlarıyla çelişmek zorunda değildir. Aksine, bu kavramlar günümüzde çok daha geniş bir bağlamda, farklılıkları tanıyarak, çoğulculukla uyumlu, kapsayıcı ve adil bir toplumsal düzenin inşasında yeniden yorumlanabilir.

Özcan ÖĞÜT

M.Sc – University of Pompeu Fabra – Barcelona

Department of Nationalism, Federalism and Multiculturality

 

KAYNAKÇA

  • Alicke, M. D., & Govorun, O. (2005). “The better-than-average effect”. in M. D. Alicke, D. A. Dunning, & J. Krueger (eds.), The Self in Social Judgment (ss. 85–106). Psychology Press.
  • Anderson, B. (1983). Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism. Verso.
  • Arendt, H. (1951). The Origins of Totalitarianism. Harcourt.
  • Das, S. (2023). The Tragedy of Vaccine Nationalism. Issue 1 Indian JL & Legal Rsch., 5, 1.
  • Habermas, J. (1998). The Inclusion of the Other: Studies in Political Theory. MIT Press.
  • Hobsbawm, E. (1990). Nations and Nationalism Since 1780: Programme, Myth, Reality. Cambridge University Press.
  • Gellner, E. (1983). Nations and Nationalism. Oxford: Blackwell.
  • Kymlicka, W. (1995). Multicultural Citizenship: A Liberal Theory of Minority Rights. Oxford University Press.
  • Özkırımlı, U. (2003). The Nation as an Artichoke? Nations and Nationalism, 9(3).
  • Tajfel, H., & Turner, J. C. (1986). “The Social Identity Theory of Intergroup Behavior”, Psychology of Intergroup Relations. Nelson-Hall.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.