Giriş
Ukrayna-Rusya Savaşı üçüncü yılına yaklaşırken artık yalnızca askeri değil, diplomatik, ekonomik ve psikolojik düzlemlerde de çok boyutlu bir hesaplaşmaya dönüşmüş durumdadır. Art arda gelen drone saldırıları, iç bölgelerde patlayan köprüler, hava üslerine yapılan stratejik hamleler ve diplomatik masaların yeniden kurulma çabaları, savaşın evrim geçirdiğini ve klasik çatışma kalıplarının ötesine geçtiğini göstermektedir. Artık cephe hattı sadece Donbas’ta değil; Bryansk’ta, Ivanovo’da, Moskova çevresinde ve hatta uluslararası diplomasinin merkezlerinde şekillenmektedir.
Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da gerçekleştirilen görüşmeler, taraflar arasında esir değişimi gibi sembolik alanlarda bir yumuşama yaratırken, aynı anda yaşanan askeri tırmanışlar bu yumuşamanın kırılgan ve geçici olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Lavrov’un yeni müzakere masasına dair açıklamaları, Washington’dan yükselen “barışı getirebiliriz” söylemleri, Kremlin’in Avrupa’ya yönelttiği sert mesajlar ve Ukrayna’nın giderek içeriye doğru derinleşen saldırı stratejisi, savaşı yeniden tanımlama ihtiyacını doğurmuştur.
Bu makale, savaşın son evresini yalnızca sahadaki çatışmalarla değil, diplomatik girişimler, iç güvenlik kırılmaları, stratejik algı yönetimi ve yeni dönemin jeopolitik parametreleriyle birlikte ele almaktadır. Türkiye’nin diplomatik pozisyonundan Almanya-Rusya gerilimine, Trump’ın barış söylemlerinden Bryansk’taki köprü yıkımına kadar birçok gelişmeyi nesnel, analitik ve derinlemesine bir perspektifle değerlendirmeyi amaçlayan bu çalışma, hem okuyucuya güncel veriler sunmakta, hem de savaşın uzaktan görünmeyen, hissedilmeyen ve bilinmeyen cephelerine dair stratejik bir okuma önermektedir.
İlk Etap İstanbul Görüşmeleri
2025 yılının Mayıs ayının ortasında İstanbul’da gerçekleştirilen Ukrayna-Rusya görüşmeleri, savaşın seyrinde diplomatik zemin arayışlarının yeniden canlandığı nadir anlardan biri olarak öne çıktı. Türkiye’nin ev sahipliğinde ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın koordinasyonunda yürütülen bu temaslar, doğrudan çatışmaların hızla arttığı bir dönemde tarafların yeniden müzakere kanalına yönelmesini sağladı. Bu gelişme, her ne kadar kısa vadeli bir çözüm ihtimali sunmasa da, diplomatik diyaloğun henüz tümüyle tükenmediğini gösteren dikkat çekici bir gelişmeydi.
Görüşmelerde Ukrayna tarafı, 30 günlük bir insani ateşkes, savaş esirlerinin toplu değişimi ve Rusya’nın kontrolündeki bölgelerden kaçırıldığı iddia edilen Ukraynalı çocukların iadesi gibi başlıkları öne çıkardı. Bu talepler, Kiev’in sahadaki çatışmalar kadar, kamuoyu nezdinde de ahlaki üstünlüğünü koruma arayışını yansıtıyordu. Özellikle esir takası konusunun görüşmelerdeki en yapıcı başlıklardan biri olarak öne çıktığı gözlemlendi. Diplomatik kaynaklara göre, taraflar bu başlık altında sembolik öneme sahip bazı askerlerin karşılıklı serbest bırakılması yönünde mutabakat sağladı. Bu gelişme, müzakerelerin tamamen sembolik bir düzeyde kalmadığını, sınırlı da olsa somut bir çıktı üretebildiğini gösterdi. Rus tarafı ise bu görüşmelere, sahadaki avantajlarını teyit eden bir yaklaşım sergileyerek katıldı. Moskova, Ukrayna’nın tarafsız bir statüye dönmesi, NATO üyeliği hedefinden resmen vazgeçmesi ve hâlihazırda Rus kontrolünde bulunan dört bölgenin statüsünün tanınması taleplerini yineledi. Bu talepler, önceki müzakere turlarında olduğu gibi Kiev tarafından açık şekilde reddedildi. Ancak tarafların pozisyonlarını yeniden tescil etmek adına bile olsa bir araya gelmiş olmaları, krizin siyasi çözümünün tamamen dışlandığı yönündeki algının önüne geçti.
Geçtiğimiz hafta Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un yaptığı açıklamalar, Moskova’nın diplomasiye tamamen sırt çevirmediğini ve hatta bu formatın sürdürülmesini talep ettiğini gösterdi. Lavrov, Türkiye’nin tarafsız ev sahipliği kapasitesine olumlu yaklaşırken, müzakerelerin Batılı aktörlerin gölgesinden arındırılması gerektiğini vurguladı. Batı’nın Ukrayna’yı bir barış çözümüne yaklaştırmak yerine, çatışmayı yönetilecek bir araç olarak değerlendirdiğini ileri sürdü. Bu söylem, Moskova’nın diplomatik masaya yalnızca Kiev’le değil, aynı zamanda Batı blokunun genel stratejik pozisyonuyla oturduğu yönündeki klasik yaklaşımını yineledi. 2 Haziran’da yeniden İstanbul’da yapılması beklenen görüşmelerin ana gündeminin, daha önce üzerinde durulan esir değişimi başlıklarının derinleştirilmesi ve olası bir takvimli ateşkes çerçevesinin konuşulması olacağı öngörülüyor. Ancak sahadaki askeri hareketliliğin yoğunluğu ve Rusya’nın stratejik taleplerindeki ısrarı, bu temasları kısa vadeli çözümlerden çok, pozisyon belirleme alanına dönüştürmektedir. Türkiye’nin bu süreçte üstlendiği rol, yalnızca tarafları masaya çekmekten ibaret değil; aynı zamanda bu masanın ciddiyetle korunmasını sağlamak ve bölgesel diplomasiye istikrar zemini sunmaktır. NATO üyesi olmasına karşın, doğrudan çatışmaya taraf olmaması, Ankara’nın bu kırılgan diplomatik dengeyi sürdürebilmesini mümkün kılmaktadır. Bu da Türkiye’nin dış politikadaki esneklik kabiliyetinin, pratik sahada karşılık bulan bir değere dönüştüğünü göstermektedir.
Savaşın Son Dönemi, Sahada Yaşananlar ve Rusya İçinde Büyük Saldırılar
Ukrayna-Rusya Savaşı’nın güncel seyri, yalnızca cephe hattında değil, devletlerin iç mekanizmalarında, diplomatik iletişimlerinde ve uluslararası psikolojik algı alanlarında da sertleşen bir faza girmiştir. Savaş, klasik anlamda bir toprak mücadelesi olmaktan çıkarak; insansız hava araçlarıyla derin saldırılar, sınır ötesi sabotajlar, enerji altyapılarına yönelik sistematik yıkım ve siber harp taktikleriyle şekillenen hibrit bir düzleme taşınmıştır. Mayıs ayının son haftası ve Haziran başında yaşanan gelişmeler bu durumun en somut örneklerini ortaya koymaktadır. Son günlerde Rusya’nın kuzeybatısındaki Bryansk ve Kursk bölgelerinde meydana gelen iki büyük patlama, savaşın yalnızca Ukrayna topraklarıyla sınırlı kalmadığını, aksine Rusya’nın iç bölgelerine de doğrudan sıçradığını açık biçimde ortaya koymuştur. Özellikle Bryansk’ta yaşanan olay, yalnızca fiziki yıkım değil, aynı zamanda iç güvenliğe dair ciddi bir zaafı gözler önüne sermiştir.
31 Mayıs gecesi, Klimov-Moskova seferini yapan 86 numaralı yolcu treni, Bryansk bölgesinin Vygonichsky ilçesinde seyir halindeyken, güzergâh üzerindeki bir köprünün aniden çökmesi sonucu raydan çıkarak şiddetli bir kazaya sebebiyet vermiştir. İlk tespitlere göre yedi yolcu hayatını kaybetmiş, doksanın üzerinde kişi yaralanmıştır. Yaralılar arasında çocuklar ve bebeklerin de bulunması, olayın kamuoyu üzerindeki etkisini daha da artırmıştır. Çöküşün, köprü ayaklarında meydana gelen koordineli bir patlama sonucu gerçekleştiği iddia edilmiştir. Rus yetkililer, olayın sabotaj kaynaklı olduğunu değerlendirerek, demiryolu altyapısına yönelik bilinçli ve planlı bir saldırı ihtimali üzerinde durmaktadır. Aynı gece Kursk bölgesinde de bir başka köprüde benzer bir çökme olayı yaşanmıştır. Zheleznogorsk ilçesi yakınlarında bir yük treninin geçişi sırasında demiryolu köprüsünün yıkılması sonucu taşıma hattı ciddi hasar almış, makinist ve teknik personelden bazıları yaralanmıştır. Her iki olayın zamanlama ve yöntem bakımından örtüşmesi, bu saldırıların koordineli bir operasyon kapsamında gerçekleştirildiği izlenimini güçlendirmektedir. Bu gelişmeler yalnızca savaşın coğrafi yayılımına değil, aynı zamanda savaşın karakterine dair de ciddi ipuçları sunmaktadır. Ukrayna’nın doğrudan üstlenmediği ancak stratejik olarak çıkarına hizmet eden bu tür saldırılar, klasik cephe savaşının ötesine geçilmiş olduğunu göstermektedir. Altyapıya yönelik bu tip sabotaj eylemleri, doğrudan askeri bir hedef olmamakla birlikte, halkın gündelik yaşamını, ulaştırma güvenliğini ve devletin iç işleyişini hedef alarak, psikolojik yıpratma etkisi yaratmayı amaçlamaktadır. Özellikle Rus kamuoyunun savaş süresince görece daha uzak kaldığı merkezî bölgelerde bu tür saldırıların artışı, güvenlik algısını zedelemekte ve rejime olan güveni sorgulatmaktadır.
Devlet düzeyinde yapılan açıklamalar ise olayların savaşın genişlemiş boyutuyla doğrudan ilişkili olduğu yönündedir. Ukrayna’nın savaş stratejisinde artık yalnızca cephe gerisinde değil, doğrudan Rusya’nın iç sınırları içerisinde de askeri, lojistik ve sembolik hedeflere yönelik operasyonel faaliyetleri desteklediği değerlendirmesi ön plana çıkmaktadır. Bu da savaşın gelecekte çok daha dağınık, öngörülemez ve çok yönlü bir niteliğe bürüneceğine dair güçlü bir sinyal olarak okunmalıdır. Bununla birlikte, Ukrayna’nın Mayıs ayının son günlerinde gerçekleştirdiği geniş ölçekli ve eşzamanlı drone saldırıları, savaşın doğasını değiştiren stratejik bir kırılma yaratmıştır. Saldırıların hedefi, yalnızca cephe hattına yakın alanlar değil; Rusya’nın derinliklerine konumlanmış, uzun menzilli hava operasyonlarının kalbini oluşturan stratejik hava üsleri olmuştur. Söz konusu operasyonlar, Belaya, Dyagilevo, Ivanovo Severny ve Olenya gibi üsleri hedef alarak Rusya’nın askeri hava kapasitesine doğrudan bir darbe indirmiştir. Her biri farklı federal bölgelerde ve birbirinden yüzlerce kilometre uzaklıkta bulunan bu üsler, saldırının yalnızca teknik değil, aynı zamanda istihbari ve lojistik açıdan yüksek koordinasyon gerektiren bir planlama süreci sonucunda gerçekleştirildiğini göstermektedir.
Belaya Hava Üssü, Rusya’nın Irkutsk bölgesinde, ülkenin doğusunda Sibirya içlerinde yer almaktadır. Bu üs, özellikle stratejik bombardıman uçaklarının konuşlandığı, Çin sınırına yakınlığı nedeniyle Asya-Pasifik bölgesindeki caydırıcılık kapasitesinin temel ayaklarından biri olarak kabul edilmektedir.
Dyagilevo Hava Üssü, Ryazan bölgesinde, başkent Moskova’nın yaklaşık 200 kilometre güneydoğusunda konumlanmıştır. Bu üs, Tu-22M3 ve Tu-95MS tipi uzun menzilli bombardıman uçaklarının ana merkezlerinden biri olup, Rusya’nın batı yönlü hava saldırı stratejisinde kilit bir rol oynamaktadır.
Ivanovo Severny Hava Üssü, Moskova’nın doğusunda yer alan Ivanovo kentindedir ve A-50 erken uyarı ve kontrol uçaklarının konuşlandığı kritik bir radar ve komuta merkezidir. Bu üssün hedef alınması, Rusya’nın hava gözetim ve yönlendirme yeteneklerini doğrudan zayıflatma amacını taşımaktadır.
Olenya Hava Üssü ise ülkenin kuzeybatısında, Murmansk bölgesindeki Kola Yarımadası’nda yer almaktadır. Bu üs, Arktik bölgesine yönelik nükleer caydırıcılık planlamasında merkezi öneme sahiptir. NATO’ya yakınlığı ve Barents Denizi üzerindeki kontrol avantajı nedeniyle Batı ile olası gerilim senaryolarında hayati konumda bulunmaktadır.
Bu üslerin aynı zaman dilimi içerisinde hedef alınmış olması, Ukrayna’nın yalnızca saldırı kabiliyetini değil, aynı zamanda Rusya’nın derin stratejik savunma bölgelerine nüfuz edebilme kapasitesini açıkça göstermektedir. Saldırılarda özellikle yüksek stratejik değer taşıyan A-50 uçakları ve Tu-22M3 bombardıman platformlarının imha edildiği bildirilmektedir. Bu uçaklar, hem istihbarat toplama hem de uzun menzilli füze taşıma yetenekleri nedeniyle Rus askeri doktrini içinde merkezi bir yer tutmaktadır. İstihbarat kaynakları, saldırıların birkaç aylık bir hazırlık sürecinin ardından başlatıldığını ve Rusya içinde konuşlanmış, dışarıdan fark edilmesi son derece zor olan mobil kamuflaj sistemlerine sahip drone fırlatma birimlerinin kullanıldığını belirtmektedir. Bu mobil sistemlerin bazıları, kamyonlara monte edilmiş, ahşap yapı görünümünde kamufle edilmiş barınakların içerisinden insansız hava araçlarını fırlatabilecek şekilde yapılandırılmıştır. Bu, saldırının yalnızca Ukrayna’dan yönetilmediğini, aynı zamanda Rus topraklarına sızmış bir sabotaj ve istihbarat ağıyla desteklendiğini göstermektedir. Bu gelişme, yalnızca askeri açıdan değil, Rusya’nın iç güvenlik doktrini ve toplumsal psikolojisi açısından da ciddi sonuçlar doğurmuştur. Ülkenin farklı uçlarındaki stratejik noktaların aynı anda hedef alınabilmesi, Rus hava savunma sistemlerinin etkili bir iç entegrasyon kuramadığını, farklı bölgelerdeki komuta merkezlerinin eşgüdüm içinde çalışamadığını ve istihbarat birimlerinin iç sızıntılara karşı savunmasız kaldığını ortaya koymuştur. Toplumsal düzeyde ise güvenlik algısında ciddi bir kırılma yaşanmış, savaşın yalnızca Ukrayna’da değil, doğrudan Rusya topraklarında sürdüğü duygusu daha görünür hâle gelmiştir. Bu saldırılar aynı zamanda, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı teknolojik ve istihbari desteğin geldiği noktayı da yansıtmaktadır. Drone saldırılarının eşgüdüm kapasitesi, coğrafi çeşitliliği ve stratejik hedef hassasiyeti, klasik konvansiyonel çatışmaların dışına çıkılarak, modern savaşın içsel tehdit üretme biçimine evrildiğini açıkça göstermektedir. Savaş artık yalnızca sınırların korunması değil; iç derinliğin psikolojik ve teknik olarak savunulmasını da gerektiren çok katmanlı bir güvenlik meselesine dönüşmüştür.
Bu gelişmeler yaşanırken, cephe hattında da kayda değer bir yeniden yapılanma gözlemlenmektedir. Özellikle Donetsk, Sumi ve Harkiv ekseninde Rusya’nın yeni bir taarruz hattı açtığı; bu bölgelerde hem insan gücü hem de zırhlı birlik açısından yüksek yoğunluklu bir yığınak yaptığı tespit edilmiştir. Sumi bölgesine 50 binden fazla askerin, çok sayıda T-90M tankı, piyade savaş aracı ve topçu bataryası eşliğinde sevk edilmesi, Moskova’nın bu hattı yalnızca savunma değil, kararlı bir ilerleme ve derinlikli kuşatma hedefiyle kullanmayı planladığını ortaya koymaktadır. Sumi hattı, Ukrayna’nın kuzeydoğusundaki savunma kuşağının en hassas noktalarından biridir. Bu bölge, doğrudan Kiev yönüne uzanan kara yollarının ve askeri ikmal hatlarının geçtiği stratejik bir kuşaktır. Rusya’nın buraya yoğun kuvvet sevk etmesi, başkent Kiev’in yeniden bir baskı altına alınma senaryosuna hazırlanıldığını düşündürmektedir. Ayrıca bu hat üzerinden gerçekleştirilebilecek bir ilerleme, Harkiv cephesindeki Ukrayna birliklerinin lojistik olarak izole edilmesine ve geri çekilmek zorunda kalmalarına yol açabilir. Bu yönüyle, Rusya’nın söz konusu sevkiyatı yalnızca bir cephe genişletmesi değil, aynı zamanda operatif çevreleme hamlesi olarak değerlendirilmelidir. Donetsk bölgesinde ise daha önce kısmen kontrol altına alınmış alanlarda Rus kuvvetlerinin derinlikli mevzi tahkimatına gittiği, aynı zamanda küçük çaplı ama sürekli ateş baskısı uygulayarak Ukrayna birliklerini mevzi değişikliklerine zorladığı gözlemlenmektedir. Bu taktik, doğrudan alan kazanımından çok, Ukrayna Ordusu’nu yıpratmaya ve ikmal düzenini bozarak manevra kabiliyetini zayıflatmaya yönelik bir yaklaşımın parçası olarak görülmektedir. Harkiv bölgesinde ise Rus topçusunun giderek artan sıklıkla kritik altyapı tesislerini hedef alması, savaşın bu bölgede sivil-militer ayrımın giderek silikleştirildiği, karmaşık bir çatışma düzenine evrildiğini göstermektedir.
Bütün bu gelişmelerin yanı sıra, geçtiğimiz haftalarda Zaporijya cephesinde meydana gelen çatışmalar da ayrı bir stratejik bağlama sahiptir. Burada Rusya’nın doğrudan genişleme hedefi yerine, lojistik tıkanıklık yaratma stratejisine ağırlık verdiği görülmektedir. Ukrayna’nın doğu-batı eksenindeki tedarik hatlarının önemli bir kısmı bu bölgeden geçmektedir. Özellikle demiryolu bağlantıları ve mühimmat taşımacılığında kullanılan güzergâhların sürekli topçu atışları ve drone saldırılarıyla hedef alınması, Rusya’nın bölgesel ilerlemeden çok, Ukrayna’nın derin hatlarını zorlayarak cephedeki direnci düşürmeyi hedeflediğini ortaya koymaktadır. Tüm bu hareketlilik, savaşın yeniden klasik cephe mantığına dayalı bir evreye döndüğüne işaret etmektedir. 2022’nin ilk dönemlerinde gözlemlenen hızlı ilerleme ve geri çekilme sarmalı yerini, istikrarlı ancak yıpratıcı bir pozisyon savaşına bırakmaktadır. Toprak kazanımı artık ani harekâtlarla değil, sistemli yıpratma, kuşatma ve lojistik tahribat yoluyla gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu da savaşın daha uzun süreli, daha derin ve toplumsal maliyeti daha yüksek bir evreye girmekte olduğunu göstermektedir. Ayrıca biraz iddialı olabilir ama bu noktada bunu da belirtmem gerekiyor; 2025 yaz ayı Rusya – Ukrayna savaşındaki en çarpıcı kırılma ve en ciddi sıcak çatışmaların olduğu bir yaz olarak tarihe geçebilir (Umarım bu iddiamda yanılırım).
Bir de, bu tablo içinde dikkat çeken bir diğer başlık ise Kremlin’in Almanya’ya yönelik giderek sertleşen söylemleridir. Berlin hükümetinin Ukrayna’ya uzun menzilli füze sistemleri sağlamaya devam edeceğini açıklamasının ardından Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Almanya’nın “savaşın doğrudan parçası” hâline geldiğini belirtmiş ve bunun “geri dönülmez sonuçları” olacağı yönünde açıklamalarda bulunmuştur. Bu açıklamalar, Moskova’nın yalnızca Kiev ile değil, doğrudan Batı başkentleriyle de bir sinir savaşı yürüttüğünü ve bu cepheyi genişletmeye niyetli olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Mevcut tablo, savaşı yalnızca iki devlet arasında bir çatışma olarak okumayı imkânsız kılmaktadır. Gelinen noktada bu savaş, Rusya’nın yalnızca askeri değil, stratejik, psikolojik ve tarihsel düzeyde tüm Batı’yla hesaplaştığı bir düzlemde seyretmektedir. Rusya’yı tanımayan, tarihsel derinliğini, devlet reflekslerini ve güvenlik anlayışını anlamayan yorumlar, bu çatışmanın gerçek boyutunu kavrayamamaktadır. Oysa Rusya uzmanlarının yıllar boyunca dikkat çektiği stratejik hazırlıklar, kadim coğrafya kaygıları ve Batı karşısındaki tahammülsüzlük bugün sahaya açıkça yansımaktadır. Üç yıl önce “bu savaş kısa sürede biter” diyen analizler bugün çökmüş, yerine çok boyutlu ve uzun soluklu bir jeopolitik gerçeklik inşa edilmiştir.
Yeni Savaş Biçimi (İçten İstila ve Devlet Derinliğine Sızma)
Ukrayna-Rusya Savaşı’nın son evresi, artık yalnızca cephelerde değil; devletlerin iç sistemlerine, sosyal psikolojilerine ve altyapı sinir ağlarına nüfuz eden çok katmanlı bir çatışma biçimine evrilmiş durumdadır. Bu, klasik anlamda bir savaşın ötesinde; dışarıdan gelen bir tehditin, içeriden yaratılan kırılganlıklarla birleştiği hibrit bir istikrarsızlaştırma modeline işaret etmektedir. Rusya topraklarında son haftalarda yaşanan gelişmeler, bu dönüşümün yalnızca teorik değil, operasyonel düzeyde de uygulamaya konduğunu ortaya koymaktadır.
Bryansk, Kursk ve Murmansk gibi iç bölgelerde gerçekleşen sabotajlar, sadece ulaşım hatlarına değil, devletin merkezî güvenlik reflekslerine yönelik bir meydan okumadır. Özellikle Bryansk’taki köprü yıkımı sırasında bir yolcu treninin hedef alınması, geleneksel sivil-asker ayrımının giderek daha flu hale geldiği yeni bir çatışma mantığı üretmektedir. Bu tür saldırılar yalnızca doğrudan fiziki yıkım yaratmaz; aynı zamanda devletin iç güvenlik kurgusuna duyulan güveni de zedeleyerek, sistemin sinir uçlarına zarar verir.
Ukrayna’nın Rusya içerisindeki stratejik hava üslerine düzenlediği eşzamanlı drone saldırıları, savaşın içeriye doğru sızma kabiliyetinin ulaştığı boyutu göstermektedir. Bu saldırılar, yalnızca teknoloji üstünlüğünün bir göstergesi değildir; aynı zamanda Rusya’nın iç bölgelerinde hâlâ yeterince bütünleşik ve merkezi bir savunma sistemi kuramadığını da ortaya koymaktadır. Mobil drone fırlatma sistemlerinin Rusya topraklarında faaliyet gösterebilmesi, yalnızca teknik zaafla değil, istihbarat sahasının içten delinmesiyle açıklanabilir.
Savaşın bu evresinde en dikkat çeken dönüşüm, coğrafyanın tanımının değişmesidir. Artık sınırlar, yalnızca harita üzerindeki çizgiler değil; devleti ayakta tutan altyapı, ulaşım, iletişim ve enerji sistemlerinin ağsal yapısı üzerinden tanımlanmaktadır. Bu nedenle savaşın coğrafyası, cephenin çok ötesinde, iç hatlara ve metropol güvenliğine kadar genişlemiştir. Sabotajlar, saldırılar, enerji kesintileri ve istihbarat sızmaları, devletin “arka alanını” savaşın doğrudan hedefi hâline getirmiştir.
Bu yeni çatışma modeli, aynı zamanda psikolojik bir boyut taşımaktadır. Saldırıların coğrafi olarak dağınık, hedeflerin ise sembolik olması, halkın savaşı artık yalnızca dışarıda değil, içeride yaşadığı hissini güçlendirmektedir. Havalimanları, köprüler, tren hatları ve askeri üsler gibi altyapılar, yalnızca operasyonel değil; aynı zamanda toplumsal moralin hedefi hâline gelmektedir. Bu durum, klasik propaganda yöntemlerinden çok daha etkili bir yıpratma mekanizması yaratmaktadır.
Bu koşullar altında yürütülen barış görüşmeleri, sahadaki bu yapısal evrimi dikkate almadan ilerletildiğinde, yalnızca yüzeysel bir çözüm çabası olarak kalacaktır. Zira çatışma yalnızca toprak kontrolüyle değil; devletin iç yapısına duyulan güvenle, sınırların ötesindeki derin tehdit algısıyla ve halkın “güvende olup olmadığına” dair hissiyatıyla şekillenmektedir.
Bu noktada, ister Ukrayna’nın istihbarat başarıları ister Rusya’nın iç güvenlik zaafları olsun, savaşın geleceği artık silah sayısıyla değil, içerideki direnç kapasitesiyle belirlenecektir.
Savaşın Genişleyen Çevresi
Ukrayna-Rusya Savaşı, artık yalnızca Doğu Avrupa’da yaşanan bir bölgesel çatışma değildir. Bu savaş; güvenlik mimarilerinin, uluslararası ittifakların ve jeopolitik tahayyüllerin doğrudan sınandığı küresel bir hesaplaşmaya dönüşme aşamasıdır. Çatışmanın seyri yalnızca Kiev ile Moskova arasında değil; Washington, Berlin, Ankara, Pekin ve Brüksel gibi başkentlerin alacağı pozisyonlara göre şekilleniyor. Ancak tüm bu gelişmelere rağmen, dünya kamuoyunun, bölgeden uzakta olan uluslararası ilişkiler uzmanlarının ve karar verici aktörlerin büyük bir bölümü hâlâ savaşın boyutlarını kavrayamamakta, onu yalnızca lokal düzeyde sınırlı bir çatışma gibi değerlendirmektedir. Bu noktada, “Rusya’nın ne yaptığı değil, ne yapacağına dair yanlış öngörüler” krizin merkezini oluşturmaktadır. 2022’de savaş başladığında Rus Ordusu’nun birkaç hafta içinde Kiev’e gireceğini düşünenler, bugün hâlâ aynı çerçevenin içinde hareket etmeye devam ediyorlar. Ancak geçen üç yıl, savaşın farklı boyutlarda seyrettiğini, azalmadığını (savaşı kanıksayanlar savaşın azaldığını düşünüyorlar); aksine, daha sistematik, daha esnek ve daha derinlikli bir çatışma stratejisiyle savaşın geliştiğini bizlere göstermektedir. Ayrıca, bu yalnızca sahada değil, aynı zamanda diplomasi düzeyinde de kendini hissettirmektedir.
Ukrayna cephesinden bakacak olursak yalnızca bir mağdur değil, sahayı yönlendirebilen, operasyonel kabiliyeti gelişmiş bir aktöre dönüştüğü açıkça görülmektedir. Drone saldırıları, içeriye dönük sabotajlar, istihbarat sızmaları ve siber operasyonlar, Kiev’in Batı desteğiyle nasıl bir stratejik kapasite kazandığını göstermektedir. Ancak bu kapasite, tek başına zaferi garanti edecek yapısal bir üstünlüğe henüz dönüşmemiştir. Ukrayna, hâlâ Batı’nın siyasi, ekonomik ve teknolojik desteğine bağımlı bir konumda kalmakta; bu da çatışmayı, yalnızca Kiev’in değil, Batı sisteminin sürdürülebilirliği üzerinden tanımlanabilir hâle getirmektedir. Bu nedenle, savaşın geleceği yalnızca askeri kuvvet dengeleriyle değil, siyasi iradeler ve kamuoylarının direnciyle belirlenecektir. Batı başkentleri arasında Ukrayna’ya yönelik destek konusunda belirgin bir yorgunluk baş göstermektedir. Almanya ile Rusya arasında artan söylem savaşları da bu sürecin doğrudan bir yansıması olarak okuyabiliriz. Kremlin’in Berlin’i açıkça “savaşın parçası” ilan etmesi, Avrupa’yı yalnızca ekonomik değil, güvenlik düzleminde de bir çatışma senaryosunun içine çekmektedir.
Türkiye ise bu yeni dönemde konumunu korumakla birlikte, daha yüksek düzeyde bir stratejik inisiyatif geliştirme zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Diplomatik arabuluculuk, sembolik anlamının ötesinde, artık kriz yönetimi kapasitesine dönüşmeli; Türkiye sadece görüşme zemini sunan bir ülke değil, aynı zamanda çözüm modeline katkı sunabilen bir aktör hâline gelmelidir. Bunun için tarafsızlık ilkesinin ötesine geçip, dengeleyici bir diplomasi perspektifinin kurumsallaşması gerekmektedir. Savaş, yalnızca askeri değil; zihinsel, diplomatik ve stratejik olarak da bir sınavdır. Ve bu sınavda başarılı olabilmek için, yalnızca doğru cephede değil, doğru zamanda ve doğru zeminde konumlanmak gerekmektedir. Bugün yaşananlar, geleceğin şekilleneceği asıl zeminin cephe değil; masanın kim tarafından, hangi araçlarla ve ne tür bir vizyonla kurulduğuna bağlı olduğunu göstermektedir.
Barış Söylemlerinin Gerçekliği
Savaşın giderek daha karmaşık, dağınık ve yayılmacı bir karaktere büründüğü bu süreçte, uluslararası kamuoyunda barışa dair yapılan açıklamalar ile sahadaki gerçeklik arasındaki makas dikkat çekici biçimde açılmış durumdadır. Özellikle ABD Başkanı Donald Trump’ın göreve gelişiyle birlikte yeniden yükselen “barışı hemen sağlarım” söylemleri, diplomatik çevrelerde ve strateji odaklı analizlerde ciddi tartışmalara neden olmuştur. Trump’ın bu söylemi, sadece iç kamuoyuna yönelik popülist bir çıkış olarak değerlendirilmemeli; aynı zamanda Batı’nın Ukrayna meselesine yaklaşımında yaşanan kırılmaların bir yansıması olarak da ele alınmalıdır.
Trump’ın “bir günde barışı getiririm” iddiası, teknik anlamda bir barış inşasından çok, ABD’nin Ukrayna’daki angajmanını sonlandırmaya yönelik bir iradeyi temsil etmektedir. Bu yaklaşım, Ukrayna’ya yapılan maddi ve askeri yardımların kısıtlanması, diplomatik desteğin azaltılması ve savaşın Avrupa’nın meselesi olarak yeniden tanımlanması anlamına gelebilir. Ancak bu tür bir politika, Rusya açısından bir stratejik fırsat penceresi yaratırken, Ukrayna için derin bir yalnızlaşma ve toprak kaybı riski doğurmaktadır. Dolayısıyla bu tür söylemler, barış üretme kapasitesinden çok, çatışma dengesini yeni ve daha kırılgan bir eksene oturtma potansiyeli taşımaktadır. Bu noktada, “barış” kelimesinin neyi ifade ettiği ve hangi koşullar altında mümkün olabileceği ciddi biçimde tartışılmalıdır. Taraflar arasındaki talepler karşılaştırıldığında, müzakere edilebilir bir ortak zemin bulunmadığı açık biçimde görülmektedir. Ukrayna; işgal altındaki topraklardan tamamen çekilme, 2014 sonrası sınırların yeniden tesis edilmesi ve NATO’ya üyelik hedefinden vazgeçmemek konusunda ısrarcıdır. Öte yandan Rusya, bu taleplerin hiçbirini kabul edilebilir bulmadığı gibi, elindeki kazanımları bir müzakere unsuru olarak değil, kalıcı jeopolitik realiteler olarak görmektedir. Bu durum, barış ihtimalini yalnızca söylemsel düzeyde tutmakta, fiiliyatta ise sahadaki dengeleri yeniden kurmaya yönelik taktiksel temaslara dönüşmektedir.
Türkiye’nin buradaki rolü, dikkatle analiz edilmesi gereken istisnai bir örnektir. Ankara, savaşın başından bu yana her iki tarafla da doğrudan iletişim kurabilen, askeri açıdan çatışmaya taraf olmayan, ancak diplomatik gücünü tarafları müzakere masasına çekmekte kullanabilen nadir aktörlerden biri olmuştur. Hem İstanbul, hem de Antalya görüşmeleri bu çabanın en belirgin tezahürleri olmuş, Türkiye teknik anlamda başarılı müzakere ortamları kurmuş; ancak uluslararası güç dengelerinin katılığı nedeniyle bu girişimlerden uzun vadeli sonuçlar alınamamıştır. Buna rağmen, Türkiye’nin diplomatik pozisyonu hâlâ geçerliliğini korumakta; tarafların yeniden İstanbul’da buluşmaya hazır olması, Ankara’nın arabuluculuk kapasitesinin tükenmediğini göstermektedir. Bununla birlikte, barışa dair umutlar yalnızca tarafların masaya oturmasına değil; bu masaya hangi beklentilerle oturduklarına bağlıdır. Eğer müzakereler yalnızca esir değişimi, insani yardım ve sembolik başlıklara odaklı kalırsa, bu süreçler çatışmanın doğrudan sona ermesini değil, kontrollü bir biçimde yönetilmesini sağlayacaktır. Barış, bu şartlarda kısa vadeli değil; uzun vadeli stratejik yeniden yapılanmaların ardından gündeme gelebilecek bir olasılık hâline gelmektedir. Türkiye’nin bu noktada üstlenebileceği rol, artık yalnızca arabuluculuk değil; taraflar arası güven artırıcı önlemleri kurumsallaştıracak yapılar inşa etmeye katkı sunmak olmalıdır. İstanbul görüşmeleri, sadece diplomatik bir fotoğraf vermekten öte, çatışmanın taraflarını sistemli, sürdürülebilir ve denetlenebilir bir müzakere çerçevesine çekebilecek yöntemlerle zenginleştirilmediği sürece, barış retoriği sahadaki gerçekliğe yaklaşamayacaktır.
Sonuç
Ukrayna-Rusya Savaşı artık üçüncü yılına yaklaşırken, başlangıçtaki askeri parametrelerin çok ötesine geçmiş, siyasal, diplomatik, psikolojik ve stratejik kırılmalarla yeniden biçimlenmiş bir uluslararası krize dönüşmüştür. Son haftalarda yaşanan gelişmeler, savaşın yeni bir evreye girdiğini ve bu evrenin her zamankinden daha öngörülemez, daha yıkıcı ve daha yayılmacı bir karakter taşıdığını gözler önüne sermektedir. Bryansk’ta köprülerin yıkılması, Moskova yakınlarındaki hava üslerinin insansız hava araçlarıyla vurulması ve Rus iç kamuoyunda derinleşen tedirginlik, çatışmanın artık yalnızca cephe hattıyla sınırlı olmadığını; devletin iç organlarına kadar yayıldığını ortaya koymaktadır.
Savaşın mekânsal sınırları kadar, diplomatik sınırları da giderek bulanıklaşmaktadır. Türkiye’nin ev sahipliğinde geçtiğimiz haftalarda yeniden kurulan müzakere masası, sembolik önemine rağmen ciddi bir sonuç üretmekten henüz çok uzaktır. Görüşmeler, daha çok tarafların uluslararası kamuoyuna yönelik manevraları olarak algılanmakta, gerçek anlamda bir barış iradesinden çok, taktiksel hamleler dizisi olarak okunmaktadır. Lavrov’un diplomasiye kapı aralayan açıklamaları ve Batılı liderlerin çatışmayı “çözüm” yerine “yönetilebilir kriz” olarak değerlendiren yaklaşımı, müzakerenin sahici değil, stratejik bir araç olarak konumlandığını göstermektedir.
Bu koşullar altında barış ihtimali gitgide zayıflamakta; aksine savaşın daha da derinleşeceği bir döneme girilmektedir. Özellikle önümüzdeki yaz ayları, hem coğrafi hem de stratejik olarak savaş tarihinin en sert kırılmalarına sahne olabilecek bir iklim yaratmaktadır. Rusya’nın Sumi çevresine yaptığı yığınak, ağır zırhlı birliklerin yeniden sınıra kaydırılması ve eş zamanlı olarak Ukrayna’nın Rus iç hatlarına dönük hibrit operasyonları, savaşın yeniden tam ölçekli, doğrudan toprak kontrolüne dayalı bir yapıya dönüşeceğini işaret etmektedir. Bu da, yalnızca sıcak çatışmanın değil; enerji, gıda, diplomasi ve istihbarat alanlarında da çok yönlü bir mücadeleye zemin hazırlamaktadır.
Diğer yandan, Batı başkentlerinde gözlenen siyasi yorgunluk ve Ukrayna’ya verilen desteğin niteliğinde yaşanan değişim, Kiev’in yalnızlaşma ihtimalini gündeme getirmektedir. Ukrayna’nın sahada artan saldırganlığı, bu yalnızlaşmayı engellemekten çok, uluslararası toplumu yeni bir çatışma riskiyle karşı karşıya getirmektedir. Rusya ise bir yandan iç güvenlik tehditleriyle boğuşurken, diğer yandan diplomatik kartlarını dikkatle oynamakta; savaşın uzun vadeli doğasını kabul etmiş ve buna göre hem iç kamuoyunu hem de ekonomik kaynaklarını yeniden şekillendirme yoluna gitmiştir.
Barış, bugünkü koşullarda salt diplomatik bir irade ile sağlanabilecek bir olgu olmaktan çıkmış; tarafların stratejik geri çekilmeyi kabul edecekleri bir güç dengesi oluşturulmadan ulaşılamayacak bir hedefe dönüşmüştür. Bu bağlamda, önümüzdeki aylarda yaşanabilecek gelişmeler yalnızca iki ülkenin değil, Avrupa güvenlik mimarisinin ve küresel jeopolitik düzenin geleceğini de doğrudan etkileme potansiyeli taşımaktadır.
Gelinen noktada savaşın sona ermesi, artık ne yalnızca bir ateşkes ilanına ne de sembolik diplomatik jestlere bağlıdır. Gerçek bir çözüm, tarafların yalnızca askeri değil; tarihsel, ideolojik ve ulusal çıkar bağlamında da birbirlerini yeniden tanımlamasını gerektirmektedir. Bu ise bugünkü koşullarda son derece uzak bir ihtimal olarak görünmektedir. Dolayısıyla bu yaz, savaşın yalnızca coğrafi değil; stratejik, psikolojik ve diplomatik düzeyde de en sert biçimde yeniden tanımlanacağı bir kırılma noktası olabilir.
Sadık ARPACI
Uluslararası İlişkiler, Rusya Uzmanı
Tel: +90 545 932 36 77
Email: by.sadik@hotmail.com