UPA: Profesör Kitsikis mülakat teklifimizi kabul ettiğiniz için size çok teşekkür ederiz. Akademik dünyada çok iyi tanınan biri olmanıza karşın, genç okurlarımızı da düşünerek bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?
Dimitri Kitsikis: Atina’da doğdum. Dedem Dimitri 1850’de Midilli’de doğmuştur. Gururla söylemek isterim ki Midilli’den iki önemli ve şöhretli insan çıkmıştır; Sappho ve Barbaros Hayrettin. Daha sonraları birçok şiir kitabı yayınlamış ve Midilli-Yunan şiir antolojisine dahil edilmiş biri olarak kadın şair Sappho’nun Midilli’nin en önemli şahsiyetlerinden biri olduğunu düşünüyorum. İkinci ünlü Midillili ise Osmanlı donanmasını kuran bir Rum yeniçeri olan Barbaros Hayrettin Paşa’dır. Annem Girit’te doğmuş, başarılı bir ticaret ailesi olarak daha sonraları Mısır’da Kahire’ye yerleşmişlerdir. Büyükannem (annemin annesi) aslen Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun en önemli liman kenti olan Trieste’lidir ve Yunan-İtalyan soyundan gelmektedir. Büyükannemin babası Kont Antonyo olarak bilinen soylu (aristokrat) bir adamdır ve 16 çocukları olmuştur; bunlardan 8 tanesi Katolik, 8 tanesi (büyükannem Corinna da dahil) Ortodoks olarak vaftiz edilmiştir. Bu nedenle annem Giritli bir Hıristiyan Ortodoks’tur. Babası 1915’te ölünce, Girit’te Herakleion şehrinde kendisinden 30 yaş büyük eşinden ayrılarak ailenin avukatı Aristides Stergiadis’le yaşayan Corinne sayesinde Stergiadis annemin üvey babası olmuştur. Stergiadis Giritli Eleutherios Venizelos’un en yakın arkadaşıdır. Her ikisi de hürmasondur. Başbakan Venizelos Stergiadis’i 1919’da ele geçirilen İzmir’e yollar. Stergiadis Osmanlı hukukunda uzmanlaşmıştır ve ileri gelen Giritli Türklerin avukatıdır. Türk taraftarı olduğu için Venizelos kendisini bilinçli olarak İzmir Yüksek Komiseri ya da diğer bir isimle İyonya Diktatörü olarak atamıştır. Stergiadis Türkleri yerel Rumların barbarlıklarından koruduğu için Rumların nefret ettiği bir isim haline gelmiştir. 1922’de Yunanistan savaşta mağlup olunca Fransa’ya gitmiş ve Nice kentine yerleşmiş, Yunanlılar kendisine Türkleri koruduğu için hain gözüyle baktığı için bir daha Yunanistan’a dönmemiştir. 1919’da 12 yaşında olan annem işgal edilmiş İzmir’de karargahta yaşamıştır. Onun trajik hikayesi beni çok etkilemiş ve Türk insanını daha iyi anlamamı sağlamıştır.
Babam Nikos, iki savaş arası dönemde Venizelist Liberal Parti’den senatör seçilmiş Atina’nın ünlü Polytechnic Üniversitesi’nde profesörlük ve rektörlük yapmış bir isimdir. İkinci Dünya Savaşı döneminde üniversite rektörü olarak Alman işgaline karşı öğrencileriyle birlikte direniş hareketini örgütlemiştir. 1944’te ELAS komünist gerilla direniş örgütünde yönetici olan annem Beata’nın da etkisiyle Yunanistan Komünist Partisi’ne katılmıştır. Babam 1946’da anti-komünist hükümet tarafından görevden alınınca, annem de 1947’de yakalanıp askeri mahkeme tarafından ölüme mahkum edilince, 12 yaşında Fransa Yunanistan Enstitüsü Başkanı Octave Merlier tarafından Fransa’ya yatılı bir okula gönderildim. Bu sayede Fransız vatandaşı oldum ve 1955’te İskoçya’da İngiliz asıllı bir hakim kızı olan, toplam dört çocuğumdan ikisinin annesi olan Anne Hubbard’la evlendim.
1950’de Paris’te okulun yatakhanesinde uyurken çok garip bir rüya gördüm; Bir melek belirdi ve bana şöyle dedi; “Dimitri sen Ege Denizi’nin iki yakasını birleştirmelisin!”… Uyandığımda karar vermiştim; hayatımı dünyanın en adil ve mükemmel devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nu Türk-Yunan Konfederasyonu şeklinde yeniden canlandırmaya adayacaktım.
1968’de Sorbonne Üniversitesi’nde ders verirken, bir Maocu olarak Mayıs 68 gösterilerine aktif olarak katıldım. Çin tarihi hakkında uzmanlaştım ve Çin’i ziyaret ettim. Çin Komünist Partisi’nin ileri gelenleriyle şahsen tanıştım. Sonuç olarak Fransız üniversitelerinden atıldım. Daha sonra 1970 yılında Ottawa Üniversitesi’nden bir teklif aldım ve bu sayede Kanada’nın başkentine yerleştim.
UPA: Profesör Kitsikis Türkiye’de daha çok “Arabölge” teoriniz ve “Türk-Yunan İmparatorluğu” adlı çalışmanızla tanınıyorsunuz. 1960’lardan beri jeopolitiğe çok önemli bir katkınız olarak kabul edilen Arabölgeyi bize kısaca anlatabilir misiniz?
Dimitri Kitsikis: Arabölge hep Avrasya’daki iki büyük medeniyetten biri olmuş, Hellenizm’le (Yunan ulus devletiyle bir ilgisi yoktur) taçlandırılmış ve bölgedeki birçok devlet ve halkı içerisinde barındırmış bir uygarlıktır. Avrasya’daki ikinci büyük medeniyet de yine kendi içerisinde birçok kültürü barındıran Doğu-Çin uygarlığıdır. 15. yüzyılda dünyadan bir ayın ayrılması gibi Batı adı verilen bir kültür Arabölgeden ayrılmış ve Batı uygarlığı adı verilen Arabölgenin kötü bir kopyası olan yeni bir uygarlık yaratmıştır. Ancak deforme olmuş yapısı nedeniyle Batı kaybolmaya mahkumdur.
Doğu uygarlığı öncelikle Budist ve Hinduist iken, Arabölge öncelikle Ortodoks Hıristiyan ve Müslümandır. Batı’nın Arabölgeden ayrılması 4. yüzyılda Yunanca bilmeyen Aziz Augustinus’un (Saint Augustine) bazı teolojik metinleri yanlış yorumlamasıyla başlamış, 9. yüzyılda Şarlman’ın (Charlemagne) Roma İmparatoru olmak için kendisini İstanbul’daki tek Roma İmparatoru’ndan ayrıştırmak için filioque itikadını Hıristiyanlığa sokmasıyla devam etmiş, Aziz Akinolu Thomas’ın (Saint Thomas Acquinas) 13. yüzyılda Yunan felsefesi ve Hıristiyan inancını karıştırmasıyla ilerlemiş ve son olarak 15. yüzyılda beşeri bilgiyi inanç ve bilim olarak iki kutuba ayıran Yunan paganlığının (paganizm) zaferiyle sonuçlanmıştır. 18. yüzyılda modernizmle beraber sekülerleşme süreci başlamış, bunlar da Vatikan’ın 20. yüzyılda radikal reformlarına neden olmuştur. Katolik Kilisesi’nin yaşadığı bu değişim dışında 16. yüzyılda ortaya çıkan Protestanlığın para ve kapitalizmin erdemini övmesi nedeniyle Hıristiyan inancında önemli bir değişim yaşanmıştır. Yani son 500 yılda Batı adı verilen ve kendisini Katolik ve Protestan inancından ayrıştıran yeni bir uygarlık yaratılmıştır.
Bu üç bölgesel uygarlık birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılmış değildi ve Orta Çağ’daki askeri seferler gibi birbirleriyle etkileşim halindeydiler. Örneğin, Sicilya saf Yunan geçmişi nedeniyle Arabölge uygarlığına dahil edilebilir. Benzer şekilde Kuzey Hindistan, MÖ 600-MS 600 yılları arasındaki 1200 yıllık Yunan geçmişi nedeniyle Arabölgeye dahil edilebilir. Doğu Türkistan da kesinlikle Arabölgenin bir parçasıdır. Devletler Pakistan ve Yugoslavya örneklerinde olduğu gibi genelde iki uygarlığın birleşimi şeklinde kurulmuşlardır. Benim düşüncem bu şekilde olan ve iki uygarlığın bileşkesinde bulunan devletlerin bir kısım topraklarını kaybedebileceğidir. Bu Yugoslavya’da (Hırvatistan ve Slovenya’yı kaybeden) ve Pakistan’da (Bangladeş’i kaybeden) daha önce yaşanmış, Çin’de de Arabölgeye dahil olan Doğu Türkistan nedeniyle yaşanabilecektir.
Din, uygarlıkların en önemli temeli olduğu için, bir ülke temel olarak Katolik veya Yunan Ortodoks Kilisesi’ne tabi ise Batı medeniyetine dahildir. Yunan Kilisesi zaman içerisinde Katolikleşmiş ve Ortodoksluğunu kaybetmiştir. Bugün Polonya; Batı’ya dahil olan Cermen (Germen) kökleri ve Arabölgeye dahil olan Rus kökleri nedeniyle iki uygarlık arasında sıkışmış trajik bir ülke örneğidir. Ancak Katolik olmayı seçmesi sebebiyle Batı’nın ve Vatikan’ın Rus Ortodoks dünyasının bağrına sapladığı bir mızrak durumundadır. Polonya’nın sorunu ancak Vatikan çökerse ve Hıristiyanlık Ortodoks inancına dönerse çözülebilir.
Katoliklik Macaristan’ı Osmanlı İmparatorluğu ve Ortodoks dünyasının sadık bir düşmanı yapmıştır. Macaristan geçmişte Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda yer almış kesinlikle bir Batılı ülkedir.
Kitaplarımda anlattığım gibi Hellenotürkizm (Hellenoturkism), Türk ve Yunan topluluklarını 11. yüzyıldan beri bir araya getiren bir ideoloji ve felsefedir. Hellenotürkizm’in amacı ortak bir Türk-Yunan siyasal mevcudiyeti yaratmaktır. Zaten Hellenotürkizm gerçeği Türk-Yunan uygarlığına dayalıdır. Bu uygarlığı savunabilmek için bir siyasal birlik gereklidir. Bu siyasal birlik geçmişte Osmanlı İmparatorluğu olmuştur, bugün de Türk-Yunan Konfederasyonu böyle bir görevi ifa edebilir. Hellenotürkizm’in ideolojik kurucusu ve babası Trabzonlu Georgios Trapezuntios’tur (1395-1484). Hep söylediğim gibi en iyi Yunanlılar arasında Türkler vardır.
İki ülke arasında siyasi çelişkiler yoktur. Yunanistan’ın geçmişteki suçu 19. yüzyılda Batılı milliyetçilik ideolojisinin zehrini Balkanlar, Küçük Asya, Ortadoğu ve Afrika’ya yayması ve Osmanlı İmparatorluğu’na son vermesidir. Milliyetçilik emperyalist Batı tarafından Osmanlı Devleti’ni sömürgeleştirmek için kullanılmıştır. Milliyetçiliğin son kurbanı, hastalığı 1919’da emperyalist Batı’nın çıkarları için ülkelerini işgal eden Yunanlılardan kapan Türkler olmuştur.
Türk emperyal geleneği kadar Yunan emperyal geleneği de vardır. Zaten söylediğiniz gibi kitaplarımdan birinin ismi Osmanlı Devleti’ni anlatmak için kullandığım tabirle Türk-Yunan İmparatorluğu’dur. 1821 isyanıyla kurulan Yunan ulus devleti ilk günden itibaren başarısız bir devlet olmuş ve Hellenizm’le çok az bir ilgisi var olmuştur.
Kıbrıs’ın Türk ve Rum nüfusu vardır. Burada daha sonra Ankara ve Atina’ya Türk-Yunan Konfederasyonu için örnek olacak bir konfederasyon yönetimi kurulmalıdır. Ancak bunun için milliyetçiliğin resimden çıkarılması, yasaklanması gerekmektedir. Türkiye ve Yunanistan’da ve hatta Kıbrıs’ta çoğu işadamı ve siyasetçi milliyetçiliği aşmayı başarmıştır. Ancak milliyetçilik, “böl ve yönet” politikalarına devam eden Batı’nın elinde hala bir bumerangdır. Annan Planı bir çözüm olabilirdi. Fakat 2008’deki ölümüne kadar Rum Başkan Tassos Papadopoulos tarafından sabote edilmiştir.
İdeal olarak Konfederasyon, Hıristiyan Ortodoks ve Alevi-Bektaşi inançları temelinde kurulmalıdır. Başbakan Erdoğan’ın şimdiki rejimi uzun yıllar birlikte çalıştığım Fethullah Gülen’in Sufi ilkelerine dayanmaktadır. Sufizm Ortodoks Sünnilik değildir. Sufilik Alevi-Bektaşi inancı gibi büyük bir hoşgörüye dayalıdır. Bence Gülen’in ve Bektaşiliğin Sufiliği rahatlıkla birlikte yaşayabilir. Ben Erdoğan Türkiyesi’nin Müslüman dünyasına hükmetmek istediğine inanmıyorum. Suriye Alevilerinin ve Arap ülkelerinin (halklarının) de katılacağı Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden kurmaya çalıştığını düşünüyorum.
Suriye, Türkiye Alevileriyle de dini bağları olan Alevi azınlık tarafından yönetilmektedir. Türk-Yunan İmparatorluğu çevresel devletleri de kapsamalıdır. Batıda Arnavutluk ve Makedonya. Doğuda Ermenistan ve Kürdistan. Güneyde İsrail. İsrail’i Konfederasyon’a katabilmek için Suriye’nin de bunun bir parçası olması ve tercihen dini hoşgörüye sahip Aleviler tarafından yönetilmesi gereklidir. Türkiye’nin son dönemde 1938’de Hatay’a olduğu gibi Kuzey Suriye’yi kendisine bağlamaya çalıştığı görülmektedir. Güney Suriye de İsrail tarafından topraklarına katılabilir, ya da hem Türkiye, hem de İsrail Suriye’yi himayeleri altına alabilirler. Ancak bu yayılmacı eğilim Türkiye açısından çok tehlikeli olabilir ve bir bumerang olarak kendisine dönebilir. Hep birlikte böyle olmamasını umalım.
UPA: Profesör Kitsikis yakın bir tarihte Bilkent Üniversitesi’nde “Arap Baharı” konulu bir uluslararası konferansa katıldınız. Konferansta Arap Baharı adı verilen süreçle ilgili önemli çekince ve eleştirilerinizi dile getirdiniz. Sizce bu süreç daha istikrarlı ve demokratik bir Ortadoğu’yu sağlayabilecek mi?
Dimitri Kitsikis: Rusya’nın güneyindeki Arabölge dünyanın merkezi olmuş durumda. Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nin temsil ettiği Anglo-Sakson deniz imparatorluğu (thalassocracy), ekonomik açıdan yara alsa da, hala muazzam bir savaş makinasıdır. Washington kapitalizminin yaşaması için 24 Mart 1999’da Yugoslavya’nın bombalanmasıyla başlayan ve önceki ABD Başkanı George W. Bush’un “bir nesil sürecek” dediği sürekli bir savaşa ihtiyaç var. Washington son olarak bir ABD-Çin savaşı ile sona erecek bu gezegen çapındaki savaş (planetarian war) için şimdiden yol haritasını hazırlamış durumda. Bu planın ilk aşaması Yugoslavya, Afganistan, Irak ve Libya’da başarıyla uygulandı. Washington sistematik olarak Miloseviç, Bin Ladin, Saddam ve Kaddafi gibi müttefiklerini muhafazakar İslamcılarla değiştirdi. Bunun sebebi sekülaristlerin yine tarafsızlık politikası izleme ihtimali, buna karşın Güney Amerika’daki anti-kapitalist Hıristiyan dindarlardan farklı olarak Müslüman dindarların (İslamcıların) katı anti-komünist ve kapitalizm yanlısı olmalarıdır. ABD sekülaristleri sistematik bir şekilde devirmiş ve yerlerine Katar ve Suudi Arabistan’ın İslamcılarını getirmiştir.
Şimdilerde Suriye ve İran’a yönelik tehditler, ABD’nin gezegen çapındaki savaşının yeni aşamasıdır. ABD’nin Ortadoğu’daki amacı bölgede mutlak kontrolü iki nedenle sağlamaktır. Birinci olarak ABD kendisinden başka bir gücün bölgede etkili olmasını istememektedir. ABD bölgede mutlak kontrolü sağlayarak Rusya’nın güneye, Çin’in batıya ve AB’nin doğuya doğru ilerlemesini durdurmak istemektedir. İkinci olarak ABD bölgedeki enerji (petrol, doğalgaz) ve su kaynaklarını kendisi kullanmak ve başkalarının bundan yararlanmasını istememektedir. Arap Baharı adı verilen sürecin de Amerika’nın bu mantığına uygun şekilde ilerlediği ve halkların iradesiyle alakalı olmadığı görülmektedir. Bu süreç ABD’nin Arabölgede etkinliğini sağlaması ve ABD-Çin Savaşı ile sona erecek gezegen çapındaki savaşın ilerlemesine yöneliktir.
Dr. Ozan Örmeci ve Prof. Dr. Dimitri Kitsikis 9 Mart 2012 tarihinde Bilkent Üniversitesi’nde
Sorbonne Üniversitesi’ne teslim ettiğim ve daha sonra 1965 yılında Presses Universitaires de France tarafından yayınlanan 540 sayfalık Propaganda and Pressure Groups International Politics (Uluslararası Politikada Propaganda ve Baskı Grupları) adlı doktora tezimi bitirdiğimden beri ABD’nin psikolojik savaş ve propaganda anlamında ne kadar ilerlediğini hayretle izliyorum. ABD 1973-1975 tarihli Helsinki Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Konferansı’ndan beri medya ve insan hakları kampanyaları yoluyla sahte bilgiler yaymakta, sokakları provoke ederek renkli devrimler yaptırmakta, paralı askerlerden oluşan orduları kullanarak iç savaşlar çıkarmakta ve ilginçtir rejimleri destabilize eden çalışmaların yarısı silahla değil, propaganda yoluyla yapılmaktadır. Washington Sovyetler Birliği’ni devirmek için Polonya’da Katolikliği, Afganistan’da İslam’ı kullanmıştır. Son dönemde de ABD’nin internet teknolojilerini yani Facebook, Twitter, email ve blogları isyanlar çıkarmak için büyük bir başarıyla kullandığı görülmektedir. Ayrıca ABD, avro ve AB’ye saldırmak için para politikalarını kullanarak da istikrarsızlık yaratabilmektedir. Amerikan dolarının üstünlüğünü kabul etmeyenler geçmişte Japonya’nın, bugün ise Avrupa’nın uğradığı akıbete uğrayabilirler. ABD Armageddon (Kıyamet) vizyonuyla yönetildiği için Amerikan İmparatorluğu’nun yıkılmadan önce yüzmilyonlarca insanı felakete sürükleyecek bir intihar peşinde olduğunu düşünüyorum.
UPA: Profesör Kitsikis, Mayıs ve Haziran aylarında Yunanistan’da iki defa üstüste genel seçimler yapıldı. Yunanistan’ın Avrupa Birliği ve Türkiye ile olan ilişkilerinin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Dimitri Kitsikis: Bence Türkiye Avrupa Birliği’ne üye olmamanın şansını yaşıyor, aksi halde Yunanistan gibi bir durumda olabilirdi. Yunanistan’ın Almanya hakimiyetindeki AB’ye girmesinin ardından endüstri, tarım ve finans sektörleri tamamen yıkıldı. Yunanistan’ın çıkarı avro bölgesinden (eurozone) çıkmak ve Amerikan doları şemsiyesinde ulusal para birimine dönmekte. Bu durum Türkiye ve Yunanistan’ı da ekonomik ve siyasal anlamda yakınlaştıracaktır. Daha sonraları iki ülke arasında drahmi ve lira yerine ortak bir para birimi de geliştirilebilir. Bence Yunanistan’daki gidişat böyle bir geleceği gösteriyor. Ancak herşeye rağmen her iki taraf da provokasyonlara karşı dikkatli olmalı ve Türk-Yunan Konfederasyonu’na engel olacak bir savaş ve gerilimden uzak durmalıdır.
UPA: Profesör Kitsikis 1990’ların başında dönemin Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı rahmetli Turgut Özal’a danışman olarak görev yaptınız. Bize Özal’ın kişiliği ve ikili ilişkileriniz hakkında bilgi verebilir misiniz? Özal’ın ölümüyle ilgili son tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dimitri Kitsikis: Ben Turgut Özal’ı Atatürk’ten sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli lideri olarak görüyorum. 1988’de Özal, Büyükelçi Gündüz Aktan’ın yardımlarıyla Fransa’daki ünlü Plon Yayınevi tarafından yayınlanan La Turquie en Europe (Avrupa’daki Türkiye) adlı bir kitap yazmıştı. Kitabın ilk bölümü Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerine, ikinci bölümü ise tamamen benim çalışmalarıma ayrılmıştı. O zamanlar Özal’ı tanımıyordum, fakat Türkiye’nin Ottawa’daki Büyükelçisi ve arkadaşım olan Kaya Toperi, Özal’ın bana hayran olduğunu ve beni ruhani babası olarak gördüğünü anlattı. Bu kitaptan sonra Özal beni Ankara’ya davet etti ve orada kendisinin çok iyi bir dostu ve yardımcısı oldum. Alevi-Bektaşi inancı da bizi yakınlaştırdı. Fakat çevresi bir Yunanlı ve sosyalist olmam sebebiyle kendisine yakın olmamdan çok rahatsız olmuştu. Bu durum ve Kürt meselesini çözmek için gösterdiği gayretler Özal’ın hayatına mal oldu. 1993’te öldüğünden beri kendisinin askeri yapılanmalar tarafından zehirlendiğine inanıyorum.
UPA: Profesör Türkiye’den çalışmalarınız takip ettiğiniz ve fikirlerine değer verdiğiniz siyasetçi, gazeteci ve akademisyenler varsa bunları paylaşabilir misiniz?
Dimitri Kitsikis: İlber Ortaylı.
UPA: Profesör Kitsikis, samimi cevaplarınız ve ülkemize dostane bakışınız nedeniyle size teşekkür ederiz.
Röportaj: Dr. Ozan ÖRMECİ
25 Haziran 2012