Birleşik Krallık’ın 23 Haziran 2016 tarihinde düzenlenen referandum sonucunda Avrupa Birliği üyeliğinden ayrılma kararı almasının ardından, şimdilerde dünya medyasında Fransa’nın Avrupa Birliği’nden ayrılması yani “Frexit” hadisesi konuşulmaya başlandı. Fransa’da, özellikle aşırı sağcı Ulusal Cephe Partisi (FN) lideri Marine Le Pen, eskiden beridir Fransa’nın AB’den ayrılmasını ve avrodan Fransız frangına dönülmesini savunan milliyetçi bir isim olarak dikkat çekiyor ve hatta uluslararası basından kendisine “Madame Frexit” denilmesini talep ediyor.[1] Le Pen, 2017 yılında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçilebilirse, halka AB üyeliğini referanduma götürme sözü veriyor. Ancak ülkedeki iki büyük parti olan merkez sol Fransız Sosyalist Partisi (PS) ve merkez sağ Cumhuriyetçiler (LR), şimdilik Frexit’e karşıt bir politika izliyorlar. Bu yazıda, Frexit konusunda Pew Araştırma Merkezi tarafından yapılan güncel bir kamuoyu araştırması ışığında Frexit ile AB’nin dağılması ihtimalini tartışmaya açacağım.
Marine Le Pen
Öncelikle Brexit ve Frexit arasındaki bazı farklardan söz edelim. Fransa, bilindiği üzere, Birleşik Krallık’ın aksine Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun kurucu ülkelerinden birisidir. Bu bağlamda, Fransa, Avrupa Birliği fikrinin daima öncüsü olmuştur. Bugün de, tüm sorunlara ve muhalif seslere karşın, Fransa, Almanya ile birlikte AB’nin lider ülkesi olarak kabul edilmektedir. Unutulmamalıdır ki, AB’nin temellerini atan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu vizyonu, Fransız işadamı ve devlet adamı Jean Monnet tarafından ortaya konulmuştur.[2] Bu nedenle, Brexit’i orta şiddette bir depreme benzetirsek, Frexit, ancak Avrupa’da taş üstünde taş bırakmayacak bir felaket olarak tanımlanabilir. Fransa’nın AB’den ayrılması, AB fikrinin temellerinden sarsılması ve hatta AB’nin yıkılması demektir. Bu nedenle, başta Almanya olmak üzere tüm AB üyesi ülkeler, Frexit’in gerçekleşmemesi için büyük çaba göstereceklerdir. Brexit konusunda ise, böyle bir durum hiçbir zaman söz konusu olmamıştır; zira Birleşik Krallık, zaten AB üyesi olmasına karşın hiçbir zaman Avrupa’nın para birliğine (eurozone) ve serbest dolaşım bölgesine (Schengen area) dâhil olmamıştır. Ancak Fransa, her iki uygulamaya da tabidir ve Fransa’nın AB’den ayrılması, kısa sürede domino etkisi yaratarak AB’yi paramparça edebilir. Bu nedenle, umutlu olmak için bir neden varsa, bu da AB’nin Frexit tehlikesi karşısında Brexit’e kıyasla çok daha güçlü şekilde muhalefet edecek olmasıdır. Bir diğer olumlu gelişme, daha önce de belirtildiği gibi, ülkedeki 3 büyük partiden 2’sinin (PS ve LR) Frexit’e karşı olmasıdır. PS, adındaki sosyalist ibaresine karşın giderek merkez bir partiye dönüşürken, AB yanlılığı konusunda hiçbir şüphesi yoktur. Keza LR’nin (eski adıyla UMP) sağ retoriğine ve Nicolas Sarkozy gibi bazı parti liderlerinin kullandığı aşırı milliyetçi siyasi argümanlara karşın, AB konusunda muhalif sesler bu parti içerisinde de çok azınlıktadır. Bu bağlamda, ülkede sadece FN (Ulusal Cephe) ve lideri Marine Le Pen Frexit’e destek verir konumdadır. Ayrıca Fransa ile Almanya’nın son yıllarda uyumlu bir ikili görüntüsü çizmesi, Frexit ihtimalini azaltmaktadır. Yine özellikle Fransız gençlerinin, serbest dolaşım hakkı ve AB projesi sayesinde, son yıllarda farklı Avrupa ülkelerinde iş bulması ve bu ülkelerde yaşamaya başlaması, Avrupa halkları arasında entegrasyonu arttırmış ve Frexit ihtimalini azaltan bir durumdur.
Charles De Gaulle
Buna karşın, Frexit konusunda karşı argümanlar da oldukça güçlüdür. Öncelikle, Fransız siyasi kültüründe halen büyük ağırlığı olan Gaullizm (Charles de Gaulle çizgisi), bu ülkenin dış politika geleneğinde kalıcı ulusalcı izler bırakmıştır. Bu gelenek, şimdilerde daha çok aşırı sağcı Marine Le Pen ve partisi tarafından sahiplenilmektedir. Ancak gerek sol, gerek sağda Gaullizm’in etkileri halen azımsanmayacak boyuttadır. Zira De Gaulle, Fransız siyasal tarihinde bir aşırı sağ figürden ziyade bir milli kahraman ve merkezcilik (denge) sembolüdür. Gaullizm, Fransa’nın dış politikasını ulusal çıkarları ve realpolitik dengeler üzerine kurgulamasını amaçlar ve AB konusunda da ihtiyatlıdır. Nitekim De Gaulle’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde, Fransa, ABD’yi kızdıracak ölçüde ilginç dış politik arayışlara yönelmiş, Çin Halk Cumhuriyeti ile ilk ilişki kuran Batılı büyük devlet olmuş ve nükleer gücü konusunda da ABD’nin itirazlarına kulaklarını tıkamıştır. Yine De Gaulle döneminde, Fransa, ABD’nin “Truva atı” olarak gördüğü Birleşik Krallık’ın AB’ye girmesini “boş sandalye politikası” ile yıllarca engellemiştir. Buraya kadar, açıkçası Gaullizm’in AB fikrine karşıt bir yönü yoktur; ancak daha yakından incelenirse, bu dönemde Fransa’nın AB’nin lider ülkesi olarak Batı ve Doğu olarak bölünmüş Almanya’nın çok ilerisinde olduğu ve AB’yi kendisinin kıta Avrupa’sı liderliği için bir kaldıraç olarak kullandığı kolayca anlaşılabilir. Oysa şimdi, AB, daha çok Almanya’nın ekonomik ve siyasi liderliği için uygun ortam sağlayan bir platforma dönüşmüş gibi bir izlenim yaratmaktadır. Dolayısıyla, Gaullist realpolitik anlayışa göre, Frexit, günümüzde makul bir seçenek olarak değerlendirilebilir. Dahası, De Gaulle döneminde var olan Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), günümüzde Gümrük Birliği ile eşdeğer görülebilecek kısıtlı bir birliktir. Oysa AB, günümüzde Fransız frangını tarihin tozlu sayfaları arasına gömen ve Fransız halkının gücünü Paris’ten Brüksel’e kaydıran çok kapsamlı ve ulusüstü (supranational) bir birlik haline gelmiştir. Fransız Devrimi (1789) ile milliyetçilik ve ulusal demokrasinin anavatanı olan Fransa’nın hâkim siyasal kültürü, bu yeni post-modern ve ulusüstü düzeni tam anlamıyla benimsememektedir. Dahası, Fransa’nın son yıllarda eski koloni ülkelerinden gelen büyük göç dalgasına ek olarak Avrupa içinden de yoğun göç alması, bu ülkede yabancı düşmanlığını, ırkçılığı ve İslamofobiyi hızla yükseltmiştir. Böyle bir ortamda, daha çok aşırı sağın sahiplendiği Frexit ve yabancıların gönderilmesi düşüncesi, maddi çıkarlar temelinde hareket eden ve materyalist düşünceyle yoğrulmuş Fransızları cezbetmektedir. Bir diğer önemli konu ise; ekonomik sorunlar ve artan terör tehditleri nedeniyle yıpranan François Hollande ve partisi PS ile yolsuzluk iddiaları nedeniyle başı beladan kurtulmayan Nicolas Sarkozy ve partisi LR’nin, 2017 Mayıs’ında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde çok zayıf bir görüntü vermeleridir. Bu nedenle, Frexit ihtimali hiç de yabana atılacak bir olasılık değildir. Foreign Policy dergisinden Robert Zaretsky de, “Frexit Is Coming” adlı makalesinde bu olasılığın giderek güçlendiğine dikkat çekmiştir.[3]
Bu bilgilerin ardından, Brookings’de yayınlanan Philippe Le Corre’nin “The Brexit contagion could consume the French elite next” adlı makalesinde[4] yer verdiği Pew Araştırma Merkezi’nin güncel bulgularına göz atalım. Araştırmaya göre; Fransız halkının yüzde 61’i AB konusunda olumsuz görüşlere sahiptir. Buna karşın, halkın sadece yüzde 38’i AB’yi başarılı bir proje olarak görmekte ve desteklemektedir. Yine aynı araştırmada çıkan bir diğer önemli sonuç; Fransız halkının yüzde 60’ının devletlerinin kendi sorunlarıyla ilgilenmesini istemeleri ve sadece yüzde 36’sının diğer halklara yardım edilmesini desteklemesidir. Buna paralel şekilde, halkın yüzde 52’si dış politikanın ulusal çıkarlar temelinde olmasını istemekte ve yalnızca yüzde 43’ü müttefiklerle ortak bir dış politika belirlenmesini savunmaktadır. Bu oranlar, daha önce bahsettiğim Gaullizm eğiliminin halkta halen güçlü bir şekilde var olduğunu göstermektedir.
Son olarak, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa ülkelerine büyük bir refah, barış ve istikrar ortamı sağlayan Avrupa Birliği projesinin neden bu hale geldiğini incelemekte fayda var. Bunun ilk sebebi, 2008’de başlayan ve etkileri halen süren avro bölgesi krizidir. Bu kriz nedeniyle, Yunanistan gibi ülkeleri kurtarmak adına ekonomik külfetleri yüklenen Avrupa halkları, kendi devletlerine ve AB projesine halen kızgındırlar. Dahası, ekonomik sorunlar da halen tam anlamıyla çözülememiştir; birçok AB üyesi ülkede işsizlik oranları yüksek ve ekonomik büyüme oranları çok düşüktür. Bu nedenle, ekonomik kriz ve işsizlik ortamında yüksek refah seviyesine alışmış olan Avrupa halkları kolaylıkla milliyetçi ve aşırı sağ argümanlara yönelebilmektedirler. Alexis Tsipras, Marine Le Pen, Beppe Grillo, Nigel Farage ve Pablo Iglesias gibi aşırı sol ve aşırı sağ olarak nitelendirilen bazı karizmatik liderler, ekonomik kriz ortamında halk tepkisini kolaylıkla arkalarına alabilmektedirler. Tsipras, bu tepkileri yumuşatarak ülkesini AB içerisinde tutmayı başarmıştır. Ancak diğer liderlerin iktidara gelirlerse ne yapacakları henüz belli değildir. Le Pen ise, iktidara gelmesi durumunda Fransa’yı avro bölgesi ve AB’den çıkarmak için herşeyi deneyecektir. İkinci önemli sebep, önemli bir bölgesel güç ve hatta bölgesel bir süper güç olarak kabul edilmesi gereken Rusya Federasyonu’nun, Avrupa ülkelerini ikili ilişkiler ve enerji anlaşmaları temelinde daha kolay yönlendirmesini engelleyen AB projesini tamamen yok etmek istemesidir. Zira Almanya’nın liderliğinde, AB, son yıllarda dış politikada daha etkili bir uluslararası aktör haline gelmiş ve ABD ve Rusya’dan rol çalmaya başlamıştır. İlginç bir şekilde, AB’ye iyi bir müttefik olan ABD’nin bazı önemli uzmanları ve siyasetçileri de, açıkça söylemeseler bile, Amerikan dolarının dünyadaki hâkim para birimi statüsüne meydan okumasından çekindikleri avroyu önemsizleştirmek için, AB’nin dağılmasını ya da en azından küçülmesini savunmaktadırlar. Bu nedenle, Rusya’nın aktif ve ABD’nin de pasif desteğiyle, AB projesi giderek güç kaybetmektedir. Üçüncü olarak, AB’nin yapısal sorunlarına çözüm bulamaması da bu olumsuz gidişatta önemli bir etkendir. AB, geçtiğimiz yıllarda giderek daha cesur adımlarla ve çok hızlı bir şekilde Avrupa Birleşik Devletleri’ne doğru ilerlemesine karşın, içerisindeki bazı sorunları görmezden gelmiştir. Örneğin, Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla AB üyesi olan Güney Kıbrıs Rum Kesimi, fiili olarak yıllardır ikiye bölünmüş olan bir devlettir ve sınırları tartışmalıdır. Buna ek olarak, AB üyesi olan Doğu Avrupa ülkeleri, Batı Avrupa ülkelerine kıyasla demokratik ve ekonomik açıdan çok daha geridedirler. Bu ülkeler, siyasi saiklerle kısa sürede AB üyesi yapılırken, Türkiye gibi yakın zamana kadar yüzde 7 oranlarında ekonomik büyüme sağlayan güçlü ülkelerin AB üyeliğine engel olunması ise, AB’nin çifte standart politikalarına açık bir örnek olmaktadır. AB ülkeleri içerisinde fiyat, asgari ücret ve ortalama maaş gibi konularda standart olmaması da birlik için büyük bir sorundur. Bunun yanı sıra, AB’nin bir “Hıristiyan kulübü” özelliği göstermesi de (Birliğin 27 üyesinin de nüfus çoğunluğu Hıristiyandır), bu birliğin evrensel liberal değerlerle bağdaşmayan ve Yahudilik, İslamiyet ve diğer dinleri kucaklamayan yapısına açık bir kanıt oluşturmaktadır. AB’nin bu sorunu aşması için, Bosna-Hersek ve Türkiye gibi farklı dinden çoğunluk nüfusun bulunduğu ülkeleri de birliğe üye yapabilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde, AB, her zaman için bu tip eleştirilere maruz kalacaktır. Küreselleşme çağında tek bir din ile özdeşleşmek, bir devletin ekonomik gücünü ve siyasal etki alanını kısıtlayan olumsuz bir unsurdur. Örneğin, dünyanın lider ülkesi olan ABD, Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman nüfusun çoğunluğu oluşturduğu ve birlikte barış içerisinde yaşayabildiği başarılı bir örnek olarak dikkat çekmekte ve farklı coğrafyalarda etki alanını genişletebilmektedir. Dördüncü ve son olarak, Avrupa halklarında Brüksel bürokrasisine duyulan tepkilerin azaltılması gerekmektedir. Avrupa halkları, Brüksel’de kendileri adına kararlar alan ve tatlı hayatlar süren “Eurocrat” denilen bürokratlara son dönemde inanılmaz tepki duymaktadırlar. Bu insanlar, ekonomik sorunlarla boğuşan emekçi Avrupa halklarının aksine, adeta “avanta” bir yaşam sürmekte ve AB projesine büyük zarar vermektedirler. Brüksel bürokrasisinin Avrupa bankaları ve büyük şirketleriyle birlikte artık halklar üzerinde oligarşik bir yapı olarak ortaya çıkması, Avrupa’da hızla artan aşırı sol ve aşırı sağ eğilimlerin en temel nedenlerinden birisidir.
Peki, tüm bu sorunlara rağmen Avrupa Birliği nasıl kurtulabilir? Bunun cevabı, AB’nin farklı üyelik modellerini artık açık olarak belirlenmesinden geçiyor olabilir. Merkezde para birimleri ortak, halklarının birbirlerine serbest geçiş hakları olan ve hatta giderek ortak bir hükümete doğru ilerleyecek olan birinci derece (merkez) ülkeler, daha sonra ise birliğe ekonomik olarak katılacak (Gümrük Birliği üyesi) ikinci derece ülkeler, birlikte iki farklı tipte üyeler olarak yer alabilirler. Türkiye, İsviçre, Norveç ve Birleşik Krallık gibi ülkeler, bu ikinci tip üyelik için ideal partnerlerdir. Orta vadede, Azerbaycan, Gürcistan, Ukrayna, Tunus, Fas ve Cezayir gibi ülkeler de bu tip bir üyeliğe doğru yönelebilirler. Bu sayede, sayısı belki 20’ye düşecek ama daha güçlü ve entegre olacak birinci tip üyeler, kendi siyasal ve ekonomik birliklerini tam olarak sağlayabilir ve bölgesel farklılıkları gidermek yolunda daha cesur adımlar atabilirler. Ancak bunun için, öncelikle AB’nin Frexit’i önlemesi gerekmektedir. Aksi takdirde, AB’yi bekleyen hızlı bir çöküş sürecidir…
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/europe/france/11696466/Call-me-Madame-Frexit-Front-National-leader-Marine-le-Pen-says.html.
[2] http://www.brookings.edu/research/essays/2014/monnets-brandy-and-europes-fate.
[3] Bakınız; http://foreignpolicy.com/2016/06/29/frexit-is-coming-brexit-france-le-pen/.
[4] Bakınız; http://www.brookings.edu/blogs/order-from-chaos/posts/2016/06/30-brexit-is-france-next-lecorre.