ABD’nin yeni Başkanı seçilen ve ne yapacağı önceden pek kestirilemeyen Donald Trump’ın nasıl bir dış politika izleyeceği konusunda farklı görüşler, çeşitli basın-yayın organları ve akademik platformlarda paylaşılmaya devam edilmektedir. Geçtiğimiz haftalarda, 2002 yılında kurulmuş Britanya (İngiltere) merkezli ve sağ-muhafazakâr çizgideki Policy Exchange[1] adlı düşünce kuruluşunun düzenlediği bir panel de bu anlamda dikkat çekmiştir. Panele konuşmacı olarak katılan kişi; 1952 doğumlu Amerikalı Uluslararası İlişkiler Profesörü, Hudson Institute uzmanı ve The American Interest dergisi editörü Walter Russell Mead’dir[2]. Bu yazıda, bu panelde dile getirilen görüşler özetlenmeye çalışılacaktır.
Konferans videosu
Profesör Walter Russell Mead, konuşmasına, ABD’de Donald Trump’ın sürpriz bir şekilde Başkan seçildiği ortamın, Soğuk Savaş sonrasında oluşan yenidünya düzeninin temellerinden sarsılmakta olduğu bir döneme denk geldiğine dikkat çekerek başlamaktadır. Mead, daha sonra, Uluslararası İlişkiler disiplininde ve genel olarak dış politikada “jeopolitika” olgusunun yeniden canlandığına vurgu yapmaktadır. Mead, Rusya, Çin ve İran başta olmak üzere birçok devletin Soğuk Savaş sonrası oluşan düzeni desteklemediklerini ve bunu değiştirmek için aktif olarak çalıştıklarını söylemektedir. Mead’e göre; dünyadaki birçok ülke, kendi içlerinde oluşturdukları sosyal düzen açısından da sıkıntılı bir dönem yaşamaktadırlar; zira İkinci Dünya Savaşı sonrasında sınıfsal çatışmaları önlemek için oluşturulan sosyoekonomik düzen, günümüzde yaşanan teknolojik gelişmeler ve dünya ekonomisinin şekil değiştirmesi neticesinde krize girmiş durumdadır. Mead’e göre; İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan dünya sistemi, kurumsal olarak da tehdit altında ve kriz içerisindedir. Bu bağlamda, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve Avrupa Birliği gibi çok önemli uluslararası ve hatta ulustü kurumsal yapıların meşruiyet kaybı yaşadıklarına dikkat çeken Mead, önemli uluslararası ticaret sözleşmelerinin de (TTİP, TPP) son dönemde eleştirilmeye başladığına dikkat çekmekte ve bunların yerine bölgesel işbirliği platformlarının ön plana çıkmaya başladığını iddia etmektedir. Bu konuda en önemli gelişme ise, Birleşmiş Milletler’in efektif bir kurum olamaması ve Güvenlik Konseyi başta olmak üzere yapısının sıklıkla eleştirilmeye başlanmasıdır. Yine Paris İklim Anlaşması’nın küresel ısınma ve iklim değişikliği sorunları karşısında yeterli olabileceği ve dünya genelinde kabul göreceği tezine şüpheyle yaklaşan Mead, uluslararası siyasal sistemin toptan bir gerileme yaşadığını ve giderek daha ağır tehditler karşısında meşruiyet kaybettiğini belirtmektedir.
Walter Russell Mead
Bu ortamda, “establishment” ya da Türkçesiyle “müesses nizam” olarak ifade edilen yapılar ve “mainstream” yani ana akım politikacıların dünyada halkların sorunlarına çözüm üretemediğine dikkat çeken Mead, sistemdeki herkesle hatta kendi partisi içerisindekilerle bile kavga eden Trump’ın yükselişi ve sürpriz zaferini de işte bu bağlamda değerlendirmektedir. Artan mikro milliyetçilik bazlı sosyal hareketler (Katalonya ve İskoçya örneği), yükselen ulusal milliyetçilikler ve uluslararası politikada giderek dozu yükselen kimlik politikaları, bu anlamda Mead’in dikkat çektiği yeni siyasal trendlerdir. Bu seçime kadar ABD’de insanların genelde ihtiyatlı tercihler yaptıklarını ve daima daha güvenli gördükleri adaya yöneldiklerini söyleyen Mead, tam anlamıyla sistem içerisinden gelen ve çok meşru bir aday olan Hillary Clinton’ın Trump karşısındaki beklenmedik yenilgisini işte bu arka plan üzerinden açıklamaktadır. Mead’in düşüncesinde, ortalama Amerikan seçmeni için artık sistem meşruiyetini ve güvenilirliğini kaybetmiştir ve bu nedenle Trump gibi aykırı önerileri olan bir aday büyük halk desteği kazanabilmiştir. ABD’de bugüne kadar yüksek bir siyasi makama ulaşabilen herkesten çok daha farklı bir yapısı ve siyasi söylemi olan Donald Trump, bu yönüyle Mead tarafından daha çok Amerikan Ordusu içerisindeki bazı önemli kişilere benzetilmektedir. Mead’e göre, Trump, dünya bir kaos ortamı içerisindeyken işbaşı yapacak ve Başkanlık dönemi çok zorlu geçecektir.
Walter Russell Mead’e göre; Trump’ın Başkanlık stili konusunda üç farklı Amerikan Başkanı’nın etkilerine bakılabilir. Bunlar; Ronald Reagan, Franklin D. Roosevelt ve Andrew Jackson’dır. Amerikalı finans yorumcusu ve yazar Larry Kudlow’la geçtiğimiz günlerde bir görüşme yaptığını ve onun Trump’a yönelik yorumları ve desteğinden etkilendiği belirten Mead’e sözleriyle, Kudlow’un gözlemlerine göre bir işadamı olan Trump’ın temel düşüncesi “ekonomik büyüme”dir. Ekonominin yeterince hızlı büyüdüğü dönemde ülkesi ABD’de siyasi sorunların kolaylıkla çözülebileceğini düşünen Trump, bu nedenle tüm planlarını ekonomik büyüme temelinde yapacaktır. Bu, ABD eski Başkanlarından Ronald Reagan’ın yaklaşımıyla büyük ölçüde benzeşmektedir. Trump, ekonomik büyüme amacını gerçekleştirebilirse, ona yönelik dünyadaki bakış da kolaylıkla değişebilecektir. Mead’e göre; otoriter bir siyasal sistemi ve bazı yönlerden son derece korumacı ekonomik politikaları olan Çin Halk Cumhuriyeti’nin dünyada birçok ülke tarafından olumlu algılanması, aslında çok hızlı ekonomik büyüme oranları yakalaması ve bu sayede birçok ülkeye dış yatırım yapabilmesinden kaynaklanmaktadır. Trump’ın ABD’nin eski Başkanlarından Franklin Roosevelt’e benzer yönü ise, katı devletçi ve katı piyasacılar arasında bir orta yol bulmaya çalışan FDR’ı hatırlatır şekilde, Trump’ın da büyük siyasal angajmanlar ve ideolojik tahakkümler altına girmemesi ve farklı ideolojik gruplar arasında orta yolu aramasıdır. Trump’ın Andrew Jackson’a benzer yönü ise, 19. yüzyılda Amerikalılara karşı Kızılderili gruplarına silah satan İngiliz kuvvetlerine karşı koyan Jackson’ı hatırlatır şekilde, Trump’ın da ABD karşıtlarına ve teröristlere silah satan ve destek veren ülkelere oldukça sert yaklaşmasıdır. Bu anlamda, Trump, Jackson gibi popülist (halkçı) ve milliyetçi bir isimdir. Mead’in analizinde, Trump’ın düşüncesi, aynı Jackson gibi son derece basittir. Bu görüş, “ABD ile uğraşmazsanız sizinle uğraşmayız, ama ABD ile uğraşırsanız, size asla unutamayacağınız bir ders veririz” şeklinde özetlenebilir ve ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya’ya karşı izlediği politikaya da benzetilebilir. Bu bağlamda, örneğin Rusya lideri Vladimir Putin, dış politika ve ulusal çıkarlar açısından ABD ile karşı karşıya gelmezse, onun Rusya’da daha da diktatoryal bir yönetime yönelmesi Trump’ı rahatsız etmeyecektir. Ancak Rusya ile ABD’nin çıkarları çatışmaya başlarsa, işte o zaman Trump’ın Putin’e ve Rusya’ya bakış açısı değişebilir. Bu anlamda, Trump’ın Başkanlığı, demokrasi ve insan haklarından çok, Amerikan ulusal çıkarlarının ön planda olduğu bir dönem olacaktır.
Mead’e göre; Trump’ın temel stratejisi, Amerika’nın enerji politikasını bağımsız hale getirmektir. Bu doğrultuda, Trump, enerji politikalarına küresel anlamda bir düzen vermek yerine, ABD ekonomisini ön plana alacak ve kârlılık ve bağımsızlık amaçları için çalışacaktır. Yine bu bağlamda, ABD’nin gelişmekte olan ülkelere yardım yapma stratejisi de Trump döneminde rafa kaldırılacaktır. İklim değişikliği konusunda da, Mead’e göre, Trump’tan olumlu adımlar beklenmemelidir. Uluslararası ticari anlaşmalar da, ancak ABD ekonomisi için kârlı olduğu sürece Trump tarafından desteklenecektir. Trump’ın Rusya’ya ve özellikle onun lideri Vladimir Putin’e sıcak yaklaşımları da oldukça dikkat çekicidir. Zira Trump’ın Rusya’ya yönelik olumlu açıklamalarına karşın, ABD’ye büyük ölçüde ekonomik bir tehdit olarak görülen Çin’den farklı olarak, Rusya, ABD için birçok bölgede bir güvenlik tehlikesi oluşturmaktadır. Ancak IŞİD ve Orta Doğu’daki radikal İslamcı terör grupları, Trump için öncelikli tehdit durumundadır. Bu gruplara Rusya’nın da sıcak yaklaşmadığı, Suriye’de cihatçı gruplara karşı durduğu ve kendisinin de Çeçen sorununun olduğu düşünülürse, bu doğrultuda Trump döneminde bir Rusya-ABD yakınlaşması mümkün olabilir. Ayrıca Trump, Ukrayna ve Kırım konusuna da Barack Obama gibi uluslararası hukuk ve normlar açısından yaklaşmayabilir. Ancak ilişkiler, bu alanlar dışında, birçok konuda halen daha rekabet durumundadır. Bu nedenle, Trump, Çin ve Rusya arasında kendisine daha yakın duran ve daha zayıf olanı kendi yanına çekmek isteyecektir.[3]
Donald Trump döneminde İsrail’le ilişkiler de çok iyi düzeyde olacak gibi görünmektedir. Trump ile İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu arasındaki sıcak ilişkilere rağmen, Trump, aslında Amerikan Yahudilerinden çok az oy almış -Mead’e göre tarihteki en düşük oy- bir Başkandır. Bu anlamda, Trump, Amerikan Yahudilerinden ziyade İsrail Yahudilerine yakın bir Başkan görünümündedir. Trump, Netanyahu ile iyi ilişkilerin kendisine Mısır’daki Sisi yönetimi ve Ürdün’le de iyi ilişkiler sağlayacağını bildiği için, bu konuda “realpolitik” anlayışa uygun bir politika izlemektedir. Bu bağlamda, Mead’e göre; Trump, Obama’ya kıyasla daha İsrail, Mısır ve Suudi Arabistan yanlısı bir Başkan olacaktır. Trump’ın İran’a ve İran’la yapılan nükleer anlaşmaya bakışı ise olumsuzdur. Bu nedenle, Trump döneminde ABD-İran ilişkileri son derece zorlu bir dönemden geçecektir.[4]
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Web sitesi için; https://policyexchange.org.uk/. Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/Policy_Exchange.
[2] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/Walter_Russell_Mead.
[3] İlk sinyaller, Trump’ın Rusya’ya yakın ve Çin’e karşı sert politikalar izleyeceği yönündedir. Ancak Çin’le ABD’nin ekonomik bağımlılığı ve simbiyotik ilişki biçimleri, bu alanda Trump’ın atacağı adımları kısıtlamaktadır.
[4] Nitekim birkaç gün önce Trump’ın ABD’ye geçici vize yasağı getirdiği 7 ülke arasına İran’ı eklemesi, İran’la büyük bir siyasal krize neden olmuş ve İran İslam Cumhuriyeti de buna tepki olarak Amerikalıların ülkelerine girişini yasaklamıştır.