Özet: Makalede, analistlerin tahlilleri temelinde Avrupa Birliği’nin yakın vadede bir kurum olarak durumu analiz ediliyor. Gösteriliyor ki, burada çeşitli seçenekler ortaya çıkabilir. Bunlardan hangisinin gerçekleşeceği meselesi net değildir. Çoğu uzmanlar düşünüyorlar ki, AB ne çokecek, ne de dünya siyasetinde jeopolitik statüsünü yeni bir seviyeye yükseltecektir. Onun durumu büyük ölçüde belirsiz olarak kalacaktır. Burada hem kurum dahilinde evrim dinamikleri, hem de küresel jeosiyasette kendini gösteren temel eğilimler rol oynuyor. Yazara göre; AB genelinde radikal milliyetçiliğin kapsam alması ile birlikte, ABD-Rusya-Çin “üçlüsü”nün yeni güçler dengesi yaratma yönünde attıkları adımlar Brüksel’i zor duruma düşürüyor. Organizasyon kapsamında demokrasi ve şeffaflığın azalması, küresel çapta gözlenen yeni jeopolitik eğilimlerle birlikte AB perspektifini şüphe altına alıyor. Makalede vurgulanıyor ki, şimdilik bu tür bir belirsizlik durumunda olan Avrupa Birliği’nin somut bir evrim çizgisine çıkmasını gösteren belirti yoktur.
Giriş
Uzmanlar, AB gibi büyük ve potansiyelli bir örgütün geleceğine yönelik düzenli tahliller yapıyorlar. Onların verdikleri tahminler her zaman ilginçtir. Halihazırda, dünya siyasi ortamında paradoksal bir durum oluştu. Bir yandan güvenlik sorunu daha da güncelleşmiş, diğer yandan ise bunu gerçekleştirebilecek güçler dengesi hala şekillenmemiştir. AB’de gözlenen gelişmelere bu düzlemde bakıldığında, bazı düşündürücü hususlara rastlanıyor. Bu örgütün 2017 yılında karşılaşabileceği çelişkilerin analizi ilginçtir. Aynı zamanda, onun olası dönüşüm senaryoları da uzmanların dikkatini çekiyor. Onlar üzerinde durmaya gerek görüyoruz.
AB’ye Artan İlgi: Birkaç Neden Hakkında
2017 yılının gelişiyle birlikte, uzmanların Avrupa Birliği’nin (AB) kaderi ile ilgili fikirleri ve tahminleri yayınlanmaktadır. Bu ilgi tesadüfi değildir. Bunun başlıca nedeni, genellikle, küresel politikada oldukça önemli değişikliklerin meydana gelmesidir. ABD’deki Başkanlık seçiminin beklenmedik sonucu, Rusya’nın güçlü jeopolitik adımları, Çin’in yeni bir gelişme seviyesine yükselmesi ve gelişmekte olan ülkelerin (örneğin Türkiye’nin) elde ettikleri başarılar, dünyanın siyasi dinamiğine etkisini göstermektedir.
İkinci neden olarak, uzmanlar, 2008 yılında başlayan küresel mali-ekonomik krizi gösteriyorlar. Bu kriz, henüz tam anlamıyla söndürülmedi ve Yunanistan, Portekiz ve İspanya gibi ülkeleri çok zora soktu. Genel olarak, AB’nin tek döviz (avro) bölgesinin kalması meselesi gündeme geldi. Halen bu sıkıntıdan kurum tam çıkamamıştır.
Başka bir neden, AB’nin kendi içinde gözlenen süreçlerle ilgilidir. Buraya siyasi, ekonomik, çevresel, kültürel ve ideolojik nitelikteki konular dahildir. Özellikle “Brexit” denilen olay AB’yi iyice salladı. Bazı uzmanlar bunun “domino etkisi” yapacağından endişeleniyor. Bugüne kadar “Brexit”in Avrupa’ya etkisi güçlü olarak kalıyor. Hatta bazı ülkelerde benzeri siyasi eğilimler de kendini göstermeye başladı. Bu hususlarla ilgili uzmanlar geniş araştırmalar yapmış ve çeşitli tahminler vermişler. Biz, biraz sonra onlar üzerinde de geniş olarak duracağız.
Son olarak, AB için göç sorunu çok ciddi bir etkene dönüşmüştür. Ortadoğu’dan mültecilerin akımının hızla artması kurumu zor sosyal, siyasi, hukuki ve insani tercih önünde koydu. Belli oldu ki, “Eski Kıta”, yeni sorunları çözmeye o kadar da hazır değil. Mesele sadece sosyal güvenlik değil. Doğrudur, bu alanda da güçlü sayılan Avrupa devletlerinin göçmenlere loyal yaklaşmadığı ortaya çıktı. Esas mesele, demokrasiden konuşan bir örgütün insan haklarına sahip çıkamaması ile ilişkilidir. Şimdi Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinin siyasi çevreleri, insanları ekonomik olarak temin etmek, onların haklarını korumak yerine, denetimi güçlendirmek, kovmak, ceza vermek gibi işlerden konuşuyorlar. Bu da, genel olarak, Avrupa’da demokrasinin, siyasi-ekonomik ve kültürel sistemin kusurlarından haber veriyor.
Bütün bunlar, AB’nin sistem krizi aşamasına geçtiğini göstermektedir. Bazı uzmanlar, kurumun eyaletlerinde, aynı zamanda AB’nin yakın komşuluğunda istikrarsızlığın ve gözlemlenen risklerin artmasını ayrıca belirtiyor, bunu hem kurum çerçevesinde faaliyet mekanizmalarının yeterli düzeyde yapılmaması, hem de küresel sürecin bir parçası olması ile izah ediyorlar (bkz.: örn., Николай Кавешников. Четыре вызова для Евросоюза / РСМД, 13 Şubat 2017). İtiraf edelim ki, bu hususlar çok güncel ve ince jeopolitik etkenlere bağlıdır.
Küresel Jeosiyasete Etkiler: Azalma Eğiliminin Işığında
Burada ilk olarak AB’nin değişen dünyaya esnek ve yeterli tepki verememesi vurgulanmalıdır. N. Kaveşnikov bu açıdan belirtiyor ki, “Avrupalıların görmek istedikleri dünya daha güvenli, ekonomik yönden gelişmiş ve dayanıklı olmuyor” (bkz.: önceki kaynağa). Aksine, güvenlikle ilgili riskler artıyor, ekonomik başarı kazanmış ülkelerle uğursuzlar arasındaki uçurum derinleşiyor, dış politika meselelerinin çözümünde sert güç ve askeri güç kullanımı eğilimleri güçleniyor.
Tabii ki, bunlar çok ilkesel hususlardır ve AB gibi kurumun onlara hazır olmaması ciddi meseledir. Çünkü AB, dünyanın ekonomik, siyasi, demografik ve askeri açıdan en güçlü merkezlerinden biridir. Böyle bir kurumun küresel jeosiyasette gözlemlenen ciddi süreçlere uygun tepki verememesi, kuşkusuz, dünyada krize neden olabilir. İlginç olan odur ki, gelişmiş yönetim sistemine sahip bir kurum ilkesel yeniliklere hazır olamadı. Görünür, burada uzmanların vurguladığı bir özellik kendi rolünü oynadı.
Biz, genel olarak Batı’nın son yıllarda çifte standartlara daha fazla eğilim etmesini kastediyoruz. Washington ve Brüksel, dünyanın çeşitli bölgelerinde adalete dayanan siyaset değil, özel jeopolitik çıkarlara hizmet eden çizgiye üstünlük verdiler. Bir bölgede saldırgan sert cezalandırıldı, diğerine ise şefaat edildi. Irak, Libya, Suriye, Mısır, Afganistan vuruldu, Ermenistan korundu. Muammer Kaddafi, Saddam Hüseyin cezalandırıldı, Sarkisyan, Koçaryan ise savunuldu. Hatta isimlerini demokrat koydular. Oysa Sarkisyanlar ve Koçaryanların elleri kana daha çok bulaşmıştır.
Öyle anlaşılıyor ki, AB, aslında, kendisinin yıllardır yürüttüğü yanlış siyasetin komplikasyonu ile yüz yüze kaldı. İlginçtir ki, bunu Brüksel sonuna kadar anlamıyor ki, bu da, genellikle kurumun zorluklardan yakasını kurtarması meselesini belirsiz ediyor. Bu durum, genel olarak kurumun genelinde yaşanan süreçlerin bir kısmıdır. Uzmanlar bu bağlamda önemi olan başka faktörleri de vurguluyorlar.
Örneğin, Cenevre Uluslararası Hukuk Enstitüsü Başkanı R. Müllerson, AB’nin kaderine adadığı makalede gösteriyor ki, kurum için ekonomik durgunluk önde gelen sorunlardan biri olmuş. Burada Kuzey, Güney ve Doğu Avrupa ülkeleri arasındaki ekonomik gelişmedeki fark süreçlerin sonucunu etkiliyor. Güney Avrupa ülkelerinin pek etkin olmayan ekonomik sistemi, onların küresel rekabete yeterince dayanıklı olmamaları ciddi zorluklarındandır (bkz.: Рейн Мюллерсон. Европейский союз: быть или не быть? / “Валдай”, 17 Şubat 2017). Euro bölgesinin kontrol edilmesindeki güçlükler, borçların birikmesi gibi durumlar daha çok sistem nitelikli ekonomik faktörlerden kaynaklanıyor.
Diğer sorun, yukarıda vurguladığımız göç krizinin yarattığı siyasi-ideolojik ortamla bağlantılıdır. Uzmanlar düşünüyorlar ki, göç krizi AB’nin bazı ülkelerinde radikal atmosferi yükseltti. Bu da siyasette popülizmin, avroskeptisizmin kapsam almasına ve nüfusun geleneksel siyasi sisteme inamsızlığının artmasına yol açtı (bkz.: Николай Кавешников. Четыре вызова для Евросоюза / РСМД, 13 Şubat 2017). Sonuçta, seçmenler mevcut sistemi savunan güçlere ve partilere sırtlarını döndüler.
Örneğin, 4 Aralık 2016 tarihinde Avusturya’da Cumhurbaşkanlığı seçiminde sağcı-radikal güçlerin temsilcisi, avroskeptik, anti-Müslüman cephesinin siyasetçisi Norbert Hofer’le Cumhurbaşkanı seçilen Alexander Van der Bellen arasında fark çok az oldu. Aynı manzarayı AB’nin diğer ülkelerinde, diyelim ki, Hollanda’da, Fransa’da, Almanya’da, ya da İtalya’da görmek ihtimali az değildir. Bu devletlerde de, bu seneki seçimlerde sürprizlerin olması muhtemeldir.
Uzmanlar, avroskeptizmin AB`de kendisine ciddi yer tuttuğuna inanılıyor. Tarihçi bilim adamı Dr. V. Y. Şveytser vurguluyor ki, “”Avroskeptisizm” terimi modern Avrupa’nın siyasi sözlüğünde kendine sağlam yer etti” (bkz.: Владимир Швейцер, Антон Таршин. Европейский Союз: критики и апологеты / “Современная Европа”, №1 (67), 2016, s.16-25). Aslında bu terimin ifade ettiği siyasi cereyan, şimdiki Avrupa siyasi sahnesinde giderek daha büyük rol oynamaya başlıyor. Bunun da uygun siyasi-ideolojik sonuçları olmalıdır.
Onların arasında Avrupa ülkelerinde radikal milliyetçiliğin (aşırı sağ), dışlanmanın ve İslamofobinin yaygınlaşması özel bir yere sahiptir. Bu eğilimler, genel olarak Avrupa’da bütünleşme sürecini ciddi olumsuz etkiliyor, aynı zamanda, diğer alanlarda da çelişkilerin derinleşmesine olanak sağlıyor.
Buradan iki sonuca varmak mümkündür. Birincisi, Avrupa’da siyasi sistem dayanıklığını kaybetmek üzeredir. İkincisi, AB`nin daha şeffaf faaliyet göstermesine büyük ihtiyaç duyulmuştur. Birinci sürecin derinleşmesi mutlaka kurumun siyasi krizine yol açacaktır. Öncelikle sistem sorunları derinleşecektir. Bu yönde uzmanlar iki faktörü ayrıca vurguluyorlar. Bunlardan birincisi, kurumsal krizle ilişkilidir (bkz.: Рейн Мюллерсон. Европейский союз: быть или не быть? / “Валдай”, 17 Şubat 2017). Bu krizin içeriği şudur ki, 1957 yılında AB`nin kurucusu olmuş altı ülkenin liderlerinin tarihte görülmemiş ittifak oluşturarak ilgili vaatlerine inanan halklar yeni “çokbaşlı ejderha”nın gelişini istemiyorlar (bkz.: önceki kaynağa). Avrupalıların entegrasyonun perspektiflerine inamları hayli azaldı. Onlar daha çok kendi ulusal çıkarlarına eğilimliler. Bu durum otomatik olarak AB`nin kuruluşlarını zayıflatıyor.
İkinci faktör, Euro’nun (Avro) karşılaştığı krizden kaynaklanıyor. Üye devletlerin birçoğu egemenliklerini kurban vermeye son vermek arzusundadırlar. Euro’dan imtina bununla bağlıdır. Britanyalılar meselenin bu tarafını daha çok öne çıkarıyor. Şimdi Fransa’da, Avusturya’da, Hollanda’da da bu husustan konuşuluyor. Bununla birlikte, uzmanlar, meselenin bir başka önemli yönüne de dikkat çekiyorlar. Bu, ekonomik gelişme düzeyine, geleneklerine ve yaşam tarzına göre farklı devletlerin tek para birimine sahip olması koşulları ile ilgilidir. Sivil güney halkları sert Protestan ruhlu olmak istemiyorlar. Birçok Avrupa kurumlarının Almanya’nın Yunanistan’a karşı baskıcı adımlarını desteklemesi belli anlaşmazlıklar yaratmıştır. Onların sırasında daha çok Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri rahatsızdırlar. Sosyalist kampından AB’ye geçiş sürecine sevinen bu devletlerin başkanlarına bazen Avrupa Parlamentosu’nda ıslık çalarlar. 2009 yılında Çek Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Vaclav Klaus’un başına böyle bir iş gelmişti (bkz.: önceki kaynağa).
Liberal Demokrasinin Krizi: Şeffaflık ve Demokrasi Bağlamında
Yukarıda vurgulanan hükümler ikinci sonucu – AB`nin daha şeffaf faaliyet göstermesine olan ihtiyacı esaslandırıyor. Çünkü halkların güveninin azaldığı bir dönemde yönetim ve icra organlarının şeffaflığı büyük önem taşıyor. AB’de devletlerüstü kurumların çalışmalarının kamuoyuna net olması gerekliliği artık daha net kendini gösteriyor. Sosyal, siyasi, savunma ve güvenlik alanlarına bu meselenin güncelliği hayli arttı. Fakat şimdilik bu yönde halkı memnun eden bir seviyeye ulaşılamamıştır. Örneğin, Fransızların AB yapılarının egemenliğe ne ölçüde imkan yarattığı hakkında net görüşleri yoktur. Bu faktörü kullanan aşırı sağcı Marine Le Pen uyarıyor ki, eğer Fransa’nın ulusal egemenliğine halel getirecek hususlar olacaksa, kurumdan hemen çıkarlar.
Hollanda’da, Almanya’da, İtalya’da ve Avusturya’da da siyasiler bu konuda konuşuyorlar. Onlar, bu bağlamda daha çok göçmen politikası ile ilgili vatandaşlara bilgiler verilmesini öne çekiyor. Brüksel ise bu açıdan tam şeffaf olamıyor. Özellikle Almanya kamu kuruluşları, radikal sağcıların talepleri üzere göçmenlere karşı sert davranmak istemiyor. Bu gibi hususlar AB genelinde çelişkilere yeni içerik tonları veriyor.
Böylece, AB’nin siyasi dayanıklığını kaybedebilmesi ve şeffaflığın temininde ciddi zorluklarla yüzleşmesi kurumun geleceği ile ilgili iyimser tahmin vermeyi zorlaştırmaktadır. Uzmanlar, daha çok merkezden uzaklaşma eğiliminin hakim olacağı hakkında yazıyorlar. Bu senaryonun gerçekleşmesi ihtimali az değildir. Burada ek olarak, diğer iki faktör de gösterilebilir. Bunlar; dünyada liberal demokrasinin krizi ve hakimiyet kutuplarının değişiminden oluşuyor (bkz.: önceki kaynağa).
Liberal demokrasi düşüncelerinin krizinin kökleri liberalizmle demokrasinin çelişkilerine dayanmaktadır. Özgür pazarlar ve demokrasi birbirinin gelişimini sağlar, ancak her ikisi de aralarındaki rekabeti güçlendirir. Çünkü piyasanın özgürlüğü hem de gelişmekte eşitsizliği yaratır. Bu da demokrasinin daha az olması demektir. Cambridge Üniversitesi’nden ekonomist H.C. Chanq yazıyor ki, “serbest piyasa ve demokrasi doğal ortak değillerdir” (bkz.: önceki kaynağa).
Doğru, o, daha çok “kontrol edilmeyen pazar”ı hedefliyor, fakat Ronald Reagan ve Margaret Thatcher gibi siyasetçiler işte bu tür pazarlara öncelik vermişler. Modern neoliberaller de aynı konumdadırlar. Böylece, ekonomik eşitsizlik siyasi eşitsizliği oluşturuyor. Yani demokrasi herkesin eşitliğine, serbest piyasa ise eşitsizliğine doğru götürüyor. Sonuçta, bu iki faktör birbirini dengeleyerek gelişmeyi önlüyor. Bütün bunlar Avrupa’da liberal elitin hoşuna gitmeyen politikayı popülizm adlandırmaya izin verdi. Fakat Ralf Darendorf diyordu ki, “popülizm basit, demokrasi ise karmaşıktır”. Bu anlamda biri için popülizm olan, diğeri için demokrasi olabilir.
Popülistler de liberalleri “elitlerin burnu dik temsilcileri” olarak nitelendiriyor. Onları basit insanlardan uzaklaşmakla itham ediyorlar. Bu kütlenin az bilgiye sahip olduğunu, kültürel düzeyinin zayıflığını vurguluyorlar. Örneğin, Amerika’da Hillary Clinton Donald Trump`ın seçmenini son seçim kampanyasında böyle nitelemişti. “Brexit”de de uzmanlar aynı özelliği gözlemlediklerini söylüyorlar.
Öyle görünüyor ki, Batı’da liberal demokrasinin krizi hayli derinliklere ulaşmış. Bu eğilimi dünya hakimiyetinin krizi ayrıca etkilemektedir. Bu konuda Zbigniew Brzezinski geniş bir şekilde konuşmuştur (bkz.: Zbigniew Brzezinski. How To Address Strategic Insecurity In A Turbulent Age / “The Huffington Post“, 3 Ocak 2017). Bu, kendini onda gösteriyor ki, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan kuvvetler dengesi bozulmuş, meydana yeni tehlikeler çıkmıştır. Sonuçta, küresel çapta hakimiyet krizi oluşmuş, jeopolitik nüfuzda yeni kutuplaşma meydana gelmiş.
Bir Senaryo: Güçler Dengesi ve AB
Somut olarak, dünya siyasetinde Rusya ve Çin’in etkisi hayli arttı. Şimdi dünyanın yeni düzeninin Batı’nın istediği gibi şekillendirilmesi imkanı hayli düşüktür. Bu çerçevede, Z. Brzezinski ABD-Rusya-Çin işbirliğine ciddi ihtiyacın oluştuğunu yazıyor (bkz: önceki kaynağa).
Onun gerçekleşmesi ise karmaşık meseledir. Çünkü artık yukarıda vurgulanan dünya hakimiyetinin kutuplarının değişmesi süreci yaşanıyor. Batı görüyor ki, tarihi alternatifler olabilir. Her şey onların kriterlerine uygun gelişmeyebilir.
Bu bağlamda şunu da unutmamak gerekir ki, demokrasi, somut olarak bir çokuluslu devletin dahilinde kurulmuş ve gelişmiştir, onun uluslararası ilişkiler sistemine dönüşümü karmaşık bir süreçtir. Uzmanlar bu anlayışa uluslararası arenada en yakın olan terimin “güçler dengesi” olduğunu belirtiyorlar (bkz.: Рейн Мюллерсон. Европейский союз: быть или не быть? / “Валдай”, 17 Şubat 2017). Demek ki, bu konsepti uygulamak için AB federalleşme yolunu seçmelidir. Elit buna can atıyor, fakat Avrupalılar bunu kabul etmiyor. Böylece ciddi çelişki meydana geliyor – AB entegrasyon modeli ile demokratikleşme arasında dengeyi bulamıyor.
Dünyanın yeni güçler dengesine taraf dönüşüm ettiği konusunda fikirler sesleniyor. Ve orada AB’nin yeri görünmüyor. Esas olarak ABD, Rusya ve Çin’den söz ediyorlar. Fakat böyle bir durumun varlığı AB projesinin iflası olup olmadığı konusunda somut fikir bildirmek anlamına gelmiyor. Mümkündür ki, Avrupa ülkeleri kendilerinde güç bulup 21. yüzyılın gereklerine uygun birleşme modeli meydana çıkarsınlar.
Böylece, 2016 yılının sonu – 2017 yılının başlarına yakın AB için aşağıdaki üç belirti yaygındır. Birincisi – AB`nin bütünlüğünün bozulmasıdır. Çeşitli üye devletlerin içinde ve kurum çerçevesinde merkezkaç eğilimleri yeni seviyeye yükseldi. Onun örneği olarak “Brexit”i gösterebiliriz. Aynı zamanda, başta “Frexit” ve diğerlerinin olduğundan bahsedilir. İkincisi – Avrupa ile ABD arasındaki ilişkilerde uzun yıllardır oluşmuş statükonun değişmeye başlamasıdır. D. Trump’ın gelişiyle bu yön daha da güncelleşmiş. Üçüncüsü ise – kıtada göç dengesinin keskin değişmesidir. Onun sosyal-siyasi fesatlarının çok olabilmesi bekleniyor.
Bu belirtiler fonunda, 2016 yılında Avrupa’da yaşanan bir takım olaylar güvenlik meselesini de yeni seviyede gündeme getirdi. Paris terörü, Köln’de yeni yıl şiddeti, Nice’de yayda meydana gelen terör eylemi, Berlin’de bulunan terör eylemi gibi olaylar Avrupa’yı salladı. AB yetkilileri, bunlara tepki olarak tek bir Avrupa Ordusu kurmak fikrini ortaya attılar. Ancak onun gerçekleşmesi yukarıda vurguladığımız çok sayıda sorunların yarattığı engeller seddini henüz aşamıyor.
Küresel jeopolitik dinamik açısından ise “Rusya’ya Avrupa’nın komşusu olarak bakmak gerekir”, ama bu komşu hiçbir zaman Avrupa değerlerini kabul etmeyecek (bkz.: Walter Russell Mead, ‘Washington and Brussels: Rethinking Relations with Moscow?’, In Aldo Ferrari (ed.), Putin ‘s Russia: Really Back? (Milan, Ledi Publishing for ISPI, 2016), p. 46). Bu şu demektir ki, Rusya Çin’le birlikte “dünyanın yönetimi konusunda Batı anlamlarına alternatif hazırlıyor” (bkz.: Bobo Lo, Frontiers New and Old: Russia`s Policy in Central Asia, IFRI Russia / NIS Centre, Russie. Nei. Visions №.82, January 2015, p. 9).
Tüm bu hususlar, 28 Haziran 2016 tarihinde kabul edilen AB’nin küresel stratejisinde dikkate alınmıştır. Orada özel olarak vurgulanmaktadır ki, “barış ve istikrar artık gerçek değil”, ama “AB bütünlüğünü koruyacak” (bkz.: Shared Vision, Common Action: A Stronger Europe. A Global Strategy for the European Union s Foreign and Security Policy, June 2016, p. 33).
Sonuç
Yukarıda yapılan analizden görünüyor ki, şimdiki aşamada Avrupa Birliği için gerçek senaryo bütünlüğü korumaktan ibarettir. Hem kurum dahilinde siyasi, ekonomik-mali, yönetim krizleri, hem de küresel düzeyde alternatif dünya düzeni modellerinin geliştirilmesi AB’nin kaderine belirsizlikler getiriyor. Uzmanlar, onun hızlı gelişme senaryosunu gözden geçirmezler. Esas mesele, kurumu korumanın yollarının aranıp bulunması ile ilgilidir. 2017 yılına “Eski Kıta”nın bu gerçekliklerle dahil olması genellikle dünya siyasetinde ciddi değişikliklere yol açabilir.
Oluşturulan günden büyük umutlar beslenen güçlü bir kurumun böyle duruma düşmesine neden, hem dünya çapında yaşanan jeopolitik olaylar, hem de AB genelinde kendini gösteren farklı nitelikli eğilimler olmuştur. Yani, varılan kanı tesadüfi değildir. Uzun yıllardır, Batı’nın büyük devletleri çifte standartlara uygun bir iç ve dış politika yürütüyorlar. Ve bu, mutlaka belli bir süreden sonra olumsuz sonuçlar doğurmalıydı. İşte bu faktör, şimdi kendini göstermektedir. Bu hususta iki sonuç önem taşıyor.
Birincisi, AB’de milliyetçi radikal siyasi kursa üstünlük verenlerin toplumdan giderek daha fazla destek görmesi. Bu süreç, Avrupa’yı siyasi yönden parçalayabilir. Aynı şekilde İngiltere’nin AB’nin terkibinden çıkmasından sonra devrimci süreçlerin olması mümkündür. Bazı Avrupalı uzmanlar, bu süreçlerin yapılmasında ABD’yi suçluyor. Bu, ikinci sonucu AB için daha önemli kılıyor.
İkincisi, ABD-Rusya-Çin işbirliği formatı AB’yi dünya politikası çapında zor duruma düşürebilir. Brüksel, bu durumda arka plana geçer. Eğer Amerika Avrupa’nın yine kendisinden asılı kalması çizgisini sürdürürse, onun Almanya ve Fransa’ya baskılarını yine de gözlemlemeli olacağız. Demek ki, bu açıdan yakın yıllarda ilginç olayların meydana gelmesi mümkündür.
Bunlar gösteriyor ki, tüm seçeneklere rağmen, Avrupa Birliği’nin hatta yakın perspektif için bile somut bir gelişme senaryosu yoktur. İhtimaller ise, daha çok belirsizliğin varlığından haber veriyor.
Kamal ADIGOZALOV