Giriş
Stefanos Yerasimos tarafından kaleme alınan Milliyetler ve Sınırlar adlı eser, İletişim Yayınları tarafından ilk kez 1994 yılında basılmıştır. Yazarın yabancı lisanda yayın yapan dergilere yazdığı makalelerin toplamından oluşan kitap, Şirin Tekeli tarafından çevrilerek Türkçe’ye kazandırılmıştır.
Yerasimos’a göre, Osmanlı, Rusya ve Avusturya-Macaristan İmparatorlukları’nın Birinci Dünya Savaşı sonunda yıkılması, beraberinde “Doğu Sorunu”nun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yıkılan devletlerin topraklarında kurulan yeni ulus devletler, sonu gelmez tartışma ve çatışmalara sahne olmuştur. Yazar, bu eserinde, Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar’da Birinci Dünya Savaşı döneminde yaşanan çatışmaları Sovyetler Birliği’nin yıkılmasına kadar geçen süreçte incelemiş ve yeni kurulan devletler arasındaki çatışmaları açıklamaya çalışmıştır. Kitap, üç ana bölümden oluşmaktadır. Bölümler; Doğu Akdeniz ve Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya’dır.
Stefanos Yerasimos
Birinci Bölüm: Doğu Akdeniz ve Balkanlar
Yazar, bu bölümde ilk olarak karşıtlıkların sürekliliğinden bahsetmiştir. Bölgede, Yunanistan ve Truva arasında vuku bulan çatışmadan 1918’de ortaya çıkan çatışmalara kadar sürekli olarak devam eden karşılıklı gerilimlere dikkat çekmiştir. Yazara göre, Yunanlılar ve Truvalılar arasında başlayan gerilim, daha sonraki zamanlarda İskender ve Xerxes, yani Yunanlılar ve Persler arasında gerçekleşmeye devam etmiştir. Çatışmalar sonraları Hıristiyan ve Müslüman toplulukları arasında sürmüştür. Yazarın bahsettiği, bölgenin her dönemde karşılıklı gerilimlere sahne olduğu ve sahnede yer alanların tarih içerisinde çeşitlilik gösterdiğidir. Yazar tarafından çatışmaların ortaya çıktığı yerler iki ana sınır hattında bölünmüştür. Birinci hat, Dalmaçya kıyısını esas alırken ikinci hat, Türkiye’nin güneyinde yer alan Toros dağlarını esas almıştır. Birinci sınırda Avrupa ile Anadolu ayrışırken (İskender ve Xerxes yani Yunan ve Pers ayrımını hatırlayınız), ikinci sınırda Anadolu coğrafyası ile Ortadoğu bölgeleri ayrışmaktadır. Yazara göre bu hatlar coğrafi ayrımlar olduğu kadar siyasi ve kültürel de ayrımlardır. Örneğin Yerasimos’a göre, birinci ayrım, ilk olarak Doğu ve Batı Roma’nın, Katolik ve Ortodoks mezheplerini ve daha sonrasında Hıristiyan ve Müslümanları ayıran ana hattı oluşturmuştur. Bunun yanında komünizm ile liberal düzenin ayrımı yine bu bölge üzerinde gerçekleşmiştir. İkinci ayrım, esas olarak Türkler, İranlılar ve Arapları ayırmıştır. Türkler Anadolu havzasında yer alırken, Torosların güneyinde Araplar yoğunlukta kalmıştır. Yerasimos, bir sınırın iki toprak parçası ortaya çıkartması gerektiğini belirtir; fakat buna istisna olarak Kürtler ve Sırpları örnek gösterir. Yazara göre, Osmanlı ve İran arasında oluşan sınır hattında Kürtler iki devlet arasında kalarak üçüncü bir toprak parçasını oluşturmaktadır. Aynı şekilde Sırplar da Yugoslavya’nın dağılması sonrasında parçalı ve dağınık halde kalmıştır. Yani bu durumlarda sınırın iki toprak parçası oluşturması beklenirken, beklentinin aksine parçalı halde üçüncü bir toprak parçası daha oluşmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim sistemi ve çöküşü Balkanları şekillendiren ana unsurdur. Yazara göre, Osmanlılar Bizans’ın sahip olduğu diğer jeopolitik bölgelere hâkim olmuş ve aynı sorunlarla karşılaşmıştır. Osmanlı’nın Müslüman olmasına rağmen Doğu Hıristiyanlığının ana mezhebi olan Ortodoksluğu savunması, yapısal olarak Osmanlı’yı farklı kılmaktadır. Osmanlı, Bizans ile aynı hakimiyet alanlarına hükmettiği için etkinliği genel olarak Avrupa kıtasında gerçekleşmiştir. Arap coğrafyası bu ilgisizliği bir gerileme nedeni olarak gördüğü için, bundan Osmanlı İmparatorluğu’nu sorumlu tutmuştur. Osmanlı’nın çökmesiyle ulus devletler sancılı bir sürecin sonrasında ortaya çıkmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlarda sahip olduğu iktidarın zayıflaması bölge coğrafyasında yeni devletlerin doğmasına neden olmuştur. Ortaya çıkan devletler, ulus devlet modeli üzerine oluşturulurken bu modelde batılılaşmayı bir zaruret olarak görmüştür. Osmanlı sonrası Balkanlar’da yeni devletlerin doğmasına karşın, bu coğrafya, Rönesans, Aydınlanma ve Sanayi Devrimi gibi Batı Avrupa ülkelerini dünyada güçlü kılan aşamalardan geçmemiştir. Bu nedenle, Balkan milletleri ve devletleri Avrupa’nın içerisinde bir öteki olarak kalmıştır. Yazar, bu durumu açıklarken, Balkanlar’ın Batı’nın arafı olduğunu belirtmektedir.
Yunan bağımsızlık hareketi döneminde Batılı devletlerin Yunanistan’a kadim kültüründen dolayı destek vermesi ve daha sonraki zamanlarda kurulan Avrupa Topluluğu’na dahil edilmesinin altında Yunanistan’ın Batı gözünde “onlardan” birisi olarak görülmesi yatmaktadır. Keza Romanya da kendisini Latin uygarlığı ile özdeşleştirmektedir. Balkan devletlerinin bağımsızlıklarını elde ettikleri aşamadan sonra kendilerini antik dönemdeki “medeni” olanla özdeşleştirmeleri sıklıkla görülen bir hadisedir. Bulgarların kendilerini Slav ırkına mensup görmelerine karşılık, Makedonyalılar da İskender soyundan geldiklerini iddia etmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu çatısı altında tebaa olarak yaşayan Balkan milletleri Birinci Dünya Savaşı öncesinde elde ettikleri bağımsızlıkları sonrasında kendi azınlıklarına sahip olmuştur. Yazarın burada azınlık olarak gördüğü gruplar, Osmanlı devrinden kalan (Anadolu göçmeni veya yerel Müslümanlar) topluluklardır. Yazara göre, Yunanistan, bu ülkeler arasında en az azınlığa sahip ülkedir. Buna neden olarak, Yerasimos, Türklerin milli mücadeleyi kazanması sonrasında Anadolu Rumları ile Yunanistan Türkleri arasında gerçekleşen mübadeleyi örnek göstermektedir. Yazarın verdiği rakamlara göre, Anadolu’dan Yunanistan’a gönderilen Rum sayısı, Yunanistan’dan Türkiye’ye gelen Müslümanların üç katından fazladır. Türkiye’de kalan son Rum topluluğu da 6-7 Eylül olayları sonrasında Türkiye’den ayrılmıştır. Yerasimos, makaleyi kaleme aldığı yıl olan 1992 senesinde, Türkiye’de resmi olarak sadece 3.000 dolayında Rum’un yaşadığını belirtmiştir. Yunanistan’ın sahip olduğu Türk (Müslüman) azınlık ise Yunan Türk sınırı yakınında, Batı Trakya’da yer almaktadır.
Balkanlar’da etnik çeşitliliği tarih içerisinde en ciddi şekilde değişen ülkelerden birisi Bulgaristan’dır. Yazar, Bulgaristan nüfusunun yüzde 10 kadarının Türk olduğunu belirtmektedir. Bu sayının çok görülebileceğini düşünerek, Müslümanların Bulgaristan’daki nüfusunu ortaya koymuştur. Fransız kaynaklarına dayandırdığı bilgilere göre, Bulgaristan’da 1,2 milyon Müslümana karşılık 1 milyon Bulgar yaşarken, makalenin yazıldığı 1992 yılında Müslüman nüfusun genel nüfusa oranı yüzde 10 seviyelerine kadar gerilemiştir. Yerasimos, bu gerilemenin başlangıcı olarak 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’ni (93 Harbi) esas almaktadır. Yazar, bu tarihten itibaren Bulgarların Müslümanları sistemli şekilde göçe zorladıklarını belirtmektedir.
Bulgarların Müslümanları göçe zorlarken uyguladıkları baskılar, tarih içerisinde şiddetini daha da arttırmıştır. İlk olarak Türk okulları 1970’li yıllarda yasaklanmış, daha sonrasında Müslümanların kullandıkları Müslüman isimleri değiştirmeye zorlanmıştır. Bu tarihlerde, Bulgaristan Müslümanları büyük kafileler halinde Türkiye’ye göç etmiştir. Fakat 1990’lı yıllara doğru Bulgaristan’da değişim başlamıştır. Müslüman Türk halkının iyi örgütlenmesi ve siyasette söz hakkını kullanması birçok baskının kırılmasına sebep olmuş ve bazı zamanlarda Todor Jivkov’un istifası gibi siyasilere yaptırımda bulunmaya başlamıştır. 1990’lı yılların sonrasında Türkçe gazetelerin yayınlanmasının yanı sıra, Türkçe eğitimine de yeniden başlanmıştır. Türklerin bu kazanımları elde etmelerinde Pomaklar çok etkili olmuştur.
Yazara göre, Pomaklar, Müslümanlaşmış Bulgar’dır. Bulgar yöneticileri Pomaklara Türklere uyguladıkları baskı yöntemlerinin benzerlerini uygulamıştır. Baskı altında kalan Türkler ve Pomaklar, dayanışma içerisinde olmuş ve Pomaklar sahip oldukları politik ve kültürel kazanımlarını Türkler ile birleştirerek ortak hareket etmiştir. Ayrıca ülkede yaşayan Çingeneler de, Pomaklar gibi Türklerin yanında yer alarak politik olarak bir güç oluşturmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında komünist rejim altında yönetilen Bulgaristan’da sadece sayıları çok az olan Ermeni ve Yahudilere örgütlenme hakkı verilmiştir. Müslüman Türk, Pomak ve Çingeneler ise bu haklardan mahrum bırakılmıştır.
Balkanlarda etnik farklılıkların en yüksek oranda olduğu ülke Makedonya’dır. Makedonya, Türkler, Pomaklar, Arnavutlar ve Çingenelerin ağırlıkta olduğu etnik çeşitliliğe sahiptir. Fakat Makedonya, diğer Balkan ülkelerinin aksine bu çeşitliliği daha rahat sindirebilmiş bir ülkedir. Ülke içerisinde farklı grupların çekişmesi var olsa da, diğer ülkelerde azınlıklara uygulanan baskı ve sindirme politikası Makedonya’da aynı seviyede olmamıştır.
Balkanlar, Batı’nın Doğusu ve Avrupa’nın gelişmiş ülkeleri için bir “Doğu Sorunu” (Şark Meselesi) olarak görülmektedir. Osmanlı İmparatorluğu yönetimi altında, Avrupalı devletler, Balkan milletlerinin bağımsızlık hareketlerini desteklemiştir. Fakat bu devletler bağımsızlıklarını elde ettikten sonra İngiltere, Rusya ve Almanya’nın egemenlik sahasına girmiştir. Ruslar Slav ırkından olduğunu belirterek Bulgaristan üzerine etki sahası oluştururken, İngilizler Yunanistan’ın politik yönden koruyucusu olmuştur. Balkan Savaşları ile birlikte bölge ülkeleri arasında ortaya çıkan tartışmalar, gerek bu devletlerin özgün politikaları, gerekse de bu devletlere hami olmaya çalışan devletlerin arasındaki çekişmenin ürünüdür. Balkan Savaşları’nda bağımsızlık elde eden devletler topraklarını geniş ölçülerde arttırmıştır. Örneğin Bulgaristan, Ege Denizi’ne kıyısı olan bir limanı elinde tutmak istemiştir. Bunun en önemli nedeni, Rusların sıcak denizlere Bulgaristan üzerinden açılmak istemesidir. İngilizler Rusya’nın egemenlik sahasının Ege ve Akdeniz üzerine kurmasını engellemek için Yunanistan’a destek vermiştir ve bu sayede Bulgarların Ege kıyısında liman sahibi olmalarının önüne geçmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesi sonrası kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti, tıpkı Yunanistan gibi Batılı devletler ile iyi ilişkiler yürütmüştür. İkinci Dünya Savaşı döneminde Almanların Balkanlara yoğun olarak ilgi göstermelerine karşın savaşı kaybetmeleri, Sovyetler Birliği’nin Balkanlar’da etkinlik sahasını genişletmesini sağlamıştır. Dünyanın Soğuk Savaş ile iki kutba ayrıldığı dönemde, Bulgaristan Sovyetler Birliği’nin etki sahasında yer alırken, Türkiye ve Yunanistan NATO’ya dahil olarak Batı saflarında yer almıştır.
Yerasimos’un Balkanlar konusunda özellikle dikkat çektiği husus, Osmanlı idaresindeki Balkan topraklarında yaşayan milletlerin önce Batılı devletler tarafından Osmanlı’dan ayrılmalarının sağlandığı ve daha sonrasında bu devletlerin dönemin egemen güçleri arasında paylaşıldığıdır. Kitabın ikinci bölümüne konu olan Ortadoğu coğrafyasında buna daha detaylı değinmiş ve dönemin emperyalist güçlerinin Osmanlı İmparatorluğu üzerinden yaşadıkları egemenlik yarışını gözler önüne sermiştir.
Milliyetler ve Sınırlar
İkinci Bölüm: Ortadoğu
Ortadoğu, Dünya coğrafyasının en karışık bölgelerinin başında gelmektedir. Tarih içerisinde incelendiğinde, medeniyetin başladığı dönemden günümüze kadar birçok etnik gruba ve dine ev sahipliği yapmış kadim topraklardır. Yerasimos da buna dikkat çekerek ikinci bölüme başlamıştır. Yazar, bölgede egemen olarak uzun süreden bu yana iktidarını devam ettiren milletleri üçe ayırır. Bunlar Türkler, İranlılar ve Araplardır. Bölgede medeniyet (kavim) üçe ayrılırken, din tektir. İslam, bu üç ana kavmin ortak inanışıdır. Fakat bölge ağırlıklı olarak Müslüman olmasına karşın, mezhep farklılıkları ve bunların aralarındaki keskin ayrımlar İslam’ın coğrafyada yayıldığı ilk zamanlardan bu yana şiddetli tartışmalara sahne olarak devam etmiştir. Müslümanlar haricinde, Hıristiyanlar ve Yahudiler de Müslümanların iktidarı altında yaşamıştır. Din özelindeki ayrımı bir kenara bırakıp etnik köken üzerinden bölgeyi incelediğimizde, karşımıza çok farklı gruplar çıkmaktadır. Maruniler, Dürziler ve Ermeniler gibi farklı etnik gruplar bölgede Müslümanlar ile birlikte yaşamaktadır.
Yerasimos, daha sonra Birinci Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu’da sınırların nasıl çizildiğini irdelemiştir. Osmanlı yönetiminde Arapların yaşadığı Arap yarımadasında petrolün bulunması ve petrolün yakıt olarak modern askeri sistemlerde kullanılması, bölgeyi başta İngiltere olmak üzere birçok emperyalist ülke için cazip kılmıştır. Yerasimos, bu makalesinde Arapların bağımsızlığı özelinde İngiltere, Kahire ve Hindistan İngiliz yönetimi arasında gerçekleşen yazışmalara da yer vermiştir. Arapların Osmanlı yönetimine başkaldırması İngilizler tarafından organize edilirken, sivil ve askeri bürokrasinin bölgedeki Arap aşiretleri ile girdiği yakın ilişkiler Yerasimos tarafından mercek altına alınmıştır.
İngiliz Bahriye Nazırı Winston Churchill’in 1912 yılında kurduğu komisyonun yazdığı rapor neticesinde, petrol, yeni dönemin en önemli yakıtı olarak görülmüş ve petrol sahalarının güvenliği birincil öncelik olarak belirlenmiştir. İngilizler, bu rapor doğrultusunda Osmanlı toprakları altında olan Irak’ın zengin petrol kaynaklarına göz dikmiştir. İngilizler bölge üzerine bu tasarrufları tartışırken, Almanlar, Osmanlı yönetimini ikna etmiş ve Turkish Petroleum Company (TPC) şirketini kurduğunu açıklamıştır. İngilizler bu haberi öğrendiklerinde direkt olarak bu yapının önüne geçmeye çalışmıştır. Çünkü Almanlar, aynı zamanda Bağdat demiryolu projesini de üstlenmiş ve güzergâh üzerinde yer alan yer üstü ve yer altı kaynaklar konusunda imtiyaz elde etmiştir. İngilizlerin politikaları için yıkım derecesinde önemli olan Alman politikaları İngiliz yönetimi tarafından sistematik şekilde engellenmiştir. İngilizlerin yoğun uğraşı sonucunda TPC’nin % 50 hissesini alması İngilizlerin bölge üzerindeki emellerinin gerçekleşmesini kolaylaştırmıştır. Geriye kalan %50 hisse Shell ve Deutsche Bank arasında paylaşılmıştır. Bu kurumlar, hisselerinin yüzde iki buçuk kadarını Gulbenkian adlı bir Ermeni’ye vermiştir ve bu kişi tarihte “bay yüzde beş” olarak anılmıştır.
İngilizlerin Irak petrolleri üzerinde bu girişimi gerçekleştirmesi ve Almanların bölge üzerine kurguladığı politikaları engellemesi, bölge coğrafyasında mutlak bir İngiliz hakimiyetinin kurulmasına zemin hazırlamıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi petrolün kullanımını ve askeri teknoloji için önemini bir kez daha ortaya koymuştur. İngilizler Ortadoğu bölgesindeki petrolün güvenliğini sağlamak için Fransızlar ile Sykes-Picot Anlaşması’nı yapmıştır. Bu anlaşma gereğince, İngilizler, devrin en güçlü devletleri olan Fransa ve Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması ve topraklarının paylaşılması konusunda anlaşmıştır. Anlaşmaya Rusların davet edilmesindeki ana gerekçe, Diyarbakır hattına kadar olan bölgenin Rusların egemenlik sahasında olarak görülmesidir.
İngilizler bu anlaşmayı yürüttüğü sıralarda, bir yandan da Arap yarımadasında Şerif Hüseyin’le görüşmeler gerçekleştirerek Arapların Osmanlı’ya karşı isyan etmeleri teşvik etmiştir. Yazar tarafından ortaya konulan belgeler, görüşmelerin ne denli çetin geçtiğini göstermektedir. Çünkü bölge hakkında hem Kahire, hem de Hindistan İngiliz yönetimi İngiltere’deki hükümete raporlar göndermektedir. Kahire ve Hindistan’daki İngiliz bürokratların arasındaki ortaya çıkan çekişme, Arap yarımadası başta olmak üzere Osmanlı ve diğer Müslüman toplulukları derinden etkilemiştir. Yarışı Kahire’deki İngiliz bürokratların kazanması, Arap bağımsızlık hareketi için bir dönüm noktası olarak görülmüştür. İngiliz bürokratlar, Arapların Osmanlı yönetimine karşı isyan ederek bağımsızlık kazanmalarını teşvik etmiştir. Bunun yanında, coğrafyada Şerif Hüseyin haricindeki aşiretlerle irtibat halinde kalarak petrol arama konusunda imtiyazlar elde etmeye çalışmıştır.
İngilizlerin devlet şirketleri üzerinden elde ettikleri imtiyazlara ek olarak, İngiliz bir müteşebbis olan Holmes, bölgedeki Arap aşiret reislerinden imtiyazlar satın almıştır. O güne kadar İngilizlerin devlet şirketleri ile yer aldıkları Arap coğrafyasında ilk kez bir İngiliz girişimci kazanımlar elde etmiştir. Fakat Holmes’un gerçekleştirdiği kazılarda petrol bulamaması, onu imtiyazları satmaya yöneltmiştir. Holmes’un sahip olduğu imtiyazları İngilizlere satma girişimi hüsranla sonuçlanınca, Holmes elindeki imtiyazları Amerikalı petrol şirketine satmıştır. Amerikalı Standard Oil Company adlı şirket, 1928 yılında Arap coğrafyasında petrol arama izni elde etmiştir. Yerasimos’un ortaya koyduğu bu bilgiler gösteriyor ki, Amerikalı bürokratlar ve şirketler daha İkinci Dünya Savaşı öncesinde Ortadoğu ile yakın şekilde ilgilenmeye başlamışlardır.
İngilizlerin askeri ve sanayi teknolojilerinde petrole dayalı bir sisteme geçmeleri, geniş petrol sahasına sahip olan Ortadoğu coğrafyasının şekillenmesini sağlamıştır. İngilizlerin ve Fransızların çıkarları doğrultusunda Arap aşiretleri arasındaki denge gözetilerek çizilen Ortadoğu sınırları günümüzde hala daha tartışmaların odak noktası olmaktadır.
Üçüncü Bölüm: Kafkaslar
Kitabın son bölümünü Kafkaslar oluşturmaktadır. Yazar, Kafkas coğrafyası üzerinde yer alan etnik yapıları tarihsel süreçte incelemektedir. Eserde, Moğollar devrinden başlayarak Soğuk Savaş’ın sonuçlandığı 1990’lı yıllara kadar konu geniş bir yelpazeden incelenmiştir. Kafkasya incelendiğinde, Osmanlı ve Ruslar tartışmanın başat rollerini üstlenmektedir. Kafkas coğrafyası üzerinde yer alan Müslüman ve Hıristiyan toplumlar, Rusya ve Osmanlı arasındaki bölgesel egemenlik yarışında bu devletlerin etkisi altında kalmıştır. Bölgede dini gruplardan farklı olarak birçok etnik grup yer almaktadır. Kafkasya, açık şekilde dünyanın en çeşitli etnik gruba sahip bölgelerindendir. Yazar, Kafkasları Türk ve Rus hakimiyeti arasında incelemeye başlamıştır.
Birinci Dünya Savaşı döneminde Çarlık Rusya ve Osmanlı arasında süre giden savaşlar, bölgede sürekli olarak savaşın yaşanmasına sebep olmuştur. Fakat Birinci Dünya Savaşı’nı Osmanlı İmparatorluğu’nun kaybetmesi sonrasında Ermeniler, Gürcüler ve diğer Müslüman topluluklar bağımsızlıklarını elde etmek için birçok girişimde bulunmuştur. Ermeniler, Rusya ve İngiltere’nin koruyuculuğu arasında gidip gelmiştir. Ermenilerin, Azerbaycan Türkleri’nin ve Gürcülerin bağımsızlıkları Ortadoğu’da olduğu gibi yine petrol üzerine inşa edilmiştir. Azerbaycan’ın sahip olduğu zengin petrol kaynakları, Osmanlı, Rusya, İngiltere ve Almanya’nın aralarında kıyasıya bir çekişmeye yaşanmasına neden olmuştur. Bütün bu devletler bölgeye hâkim olmak için kendilerine bölgede yardımcı unsurlar seçmiştir. Osmanlı bölgede yaşayan Türkleri seçerken, Ruslar öncelikli olarak Ermeniler ile ortak hareket etmiştir.
Çarlık Rusya’nın yıkılmaya yüz tuttuğu dönemde, İngilizler bölgede etkinlik sahasını genişletmiştir. Daha önce İran üzerine etkili politikalar yürüten İngiltere, daha da kuzeye yönelmiş ve Ermenistan ve Azerbaycan üzerine mutlak güç olmuştur. Fakat İngilizlerin Birinci Dünya Savaşı döneminde gerçekleştirdiği askeri harcamalar sonucunda ekonomik sorunlar yaşaması, İngilizlerin bölgeden ayrılmasına neden olmuştur. Aynı dönemde İngilizlerden boşalan iktidar koltuğu Amerikalılar ile doldurulmaya çalışılsa bile, Amerikalı uzmanlar bölgede gerçekleştirdikleri çalışmalar sonucunda bundan vazgeçmiştir. Bir ara Ermenistan’ın Amerikan protektoryası altında yer alması planlanmış, fakat bundan da vazgeçilmiştir.
Türklerin Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmeleri sonrasında imzalanan Sevr Anlaşması ile Osmanlı toprakları İngiltere ve Fransa arasında paylaşılmıştır. Bu ülkelere ek olarak, Yunanistan Ege’de küçük Asya devletini kurarak Anadolu topraklarını işgal etmiştir. Devletlerin Anadolu’yu işgal ettikleri bu dönemde, Mustafa Kemal, bu işgallere karşı Türk milli mücadele hareketini başlatmıştır. Türklerin bağımsızlıkları üzerine başlattıkları mücadele sırasında Anadolu’da bulunan diğer azınlıklar kendi bağımsızlıkları için faaliyetler yürütmüştür. Karadeniz’de yaşayan Rumlar yeniden Pontus Devleti’ni canlandırarak bağımsızlıklarını elde etmek istemiştir. Yunanistan ile Trabzon metropoliti arasında başlatılan görüşmeler sayesinde Karadenizli Rumlar bağımsız bir devlet kurmak istemiştir. Fakat Yunanlılar bu fikre pek ılımlı bakmamıştır. İngilizler ise Trabzon’un Ermenistan için liman görevi görmesi gerektiğini belirterek, burada yaşayan Rumlara Ermeniler ile anlaşmaları tavsiyesini vermiştir. Rumlar, Paris’te başlattıkları bir dizi kongre ile bağımsızlık arayışında bulunsalar da, hiçbir zaman istediklerini elde edememiştir. Buna karşılık, Yunanlılar, İngilizlerin desteği ile İtalyanlardan önce davranarak Ege kıyılarına çıkartma yapmış ve geniş çaplı bir işgal başlatmıştır. Ancak Yunanlıların Mustafa Kemal Paşa liderliğindeki Türk bağımsızlık hareketi tarafından mağlup edilmesi, Anadolu’daki tüm etnik unsurlar için kökten değişimi başlatmıştır. Bağımsızlık arayışında olan Rumlar bölgelerinde çeteler kurarak bağımsızlıklarını ararken, Yunan mağlubiyeti sonrası mübadeleler ile Türkiye’deki Rumlar ile Yunanistan’daki Türkler yaşadıkları topraktan göç etmek durumunda kalmıştır.
Yazar, kitabındaki bu bölüme, Soğuk Savaş sonrası Kafkaslardaki sınır çizimi ile son vermiştir. Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’ın ağırlık merkezini oluşturduğu bölge birçok gerilim ve çatışmaya ev sahipliği yapmıştır. Azerbaycan ile Ermenistan, Karabağ konusunda sürekli olarak çatışma halindedir. Gürcüler ise Abazalar ile sürekli olarak egemenlik konusunda gerilim yaşamaktadır. Sovyetler Birliği’nin dağılmaya yakın olduğu dönemde, Gürcistan kendi bağımsızlığını amaçlamıştır. Fakat Gürcülerin bu uğurda giriştikleri yöntem başta Abazalar olmak üzere bölgedeki azınlıkları rahatsız etmiştir. Çünkü Gürcüler bu etnik grupların sahip oldukları değerleri engellemeye çalışmıştır. Abazalar Gürcülerin bu tutumunu “Gürcü emperyalizmi” olarak algılamış ve karşı çıkmıştır. Abazalar bu karşı çıkışlarına diğer Kafkaslı grupları da dahil etmiştir. Gürcüler, Abazaların kontrolündeki bölgelere saldırınca, Rusya, Abazalara destek vermiştir ve çatışmalar başlamıştır. Geçen süreç içerisinde karşılıklı çatışmalar sonucunda Gürcüler ve Abazalar gerilimi azaltmışlardır.
Yerasimos’un yıllar içerisinde yayınladığı makalelerden derleyerek ortaya konulan Milliyetler ve Sınırlar adlı kitabında üç farklı coğrafi bölge incelenmiştir. Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar özelinde gerçekleşen incelemelerin ortak noktası bu üç bölgede de toprak sahibi olan Osmanlı İmparatorluğu’nun bu bölgeler üzerindeki etkisinin derinliğidir. Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında yer alan zengin petrol kaynakları dönemin güçlü emperyalist devletlerinin dikkati çekmiş ve Osmanlı’nın yıkılmasını hızlandırmıştır. Yerasimos’un dikkatimizi çekmeye çalıştığı bir diğer nokta da, bu bölgelerde yer alan etnik grupların kurulan devletler ve bu devletlerin sınırlarındaki etkinliğidir. Balkanlarda farklı etnik grupların kendisine ait ulus devletleri mevcutken, Ortadoğu’da bu daha farklı kurumlar üzerinden teşekkül ettirilmiştir. Kafkasya’ya gelindiğinde çok daha karmaşık yapılar ortaya çıkmıştır fakat Sovyet sistemi altında tek çatı olarak toplanılan bölge uzun yıllar bu şekilde idare edilmiştir. Bu süreç içerisinde yaşanan etnik grupların kavgaları Sovyet yönetimi tarafından idare edilmiştir. Fakat Soğuk Savaşın sona ermesi sonrasında Rusların bölgeden geri çekilmesi Birinci Dünya Savaşı döneminde yaşanan tartışmaların tekrardan alevlenmesine sebebiyet vermiştir. Aynı durum Balkanlarda da yaşanmıştır. Yugoslavya sonrası dönemde Balkan milletleri kendi aralarında tarihi gerilimleri yeniden alevlendirmiştir. Bu gerilimlerin gün yüzüne çıkması mevcut sınırların yeniden tartışılmasına, ulus devlet sürecini tamamlayamamış devletlerin sancılı durumlarının devamına ve sürekli olarak iç savaşların yaşanmasına sebep olmuştur.
Özge KOBAK