AB-TÜRKİYE İLİŞKİLERİNDE TARİHİ SÜREÇ VE ARKA PLAN

upa-admin 27 Ağustos 2012 4.421 Okunma 0
AB-TÜRKİYE İLİŞKİLERİNDE TARİHİ SÜREÇ VE ARKA PLAN

Avrupa kıtasında bir birlik oluşturma fikri uzun bir geçmişe dayanmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da bir birliğin oluşturulmasına yönelik fikirler üretilmiş olmasına rağmen bu fikirlerin benimsenmesi ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında mümkün olabilmiştir. AB’nin izleyeceği yol, önce ekonomik birlik kurmak daha sonra siyasal birliğe yönelerek bu yapıyı oluşturmaktır. Bu girişimle siyasi temelli ve insan haklarını koruma amaçları üzerine kurulmuş Avrupa Konseyi’nin 1949 yılında Strazburg’ta kurulması olmuştur.[1] Avrupa topluluğunun nihai amacı Avrupa’nın siyasi bütünlüğüne ulaşmasıdır. Bu amaç doğrultusunda üye ülkeler arasında malların, sermayenin ve emeğin serbestçe dolaşacağı bir ortak pazar ve Gümrük birliği kurulması öngörülmüştür.

7 Şubat 1992’de Maastricht Anlaşması imzalanmış olup AET’nin AB olması yolunda son adım olan ekonomik ve parasal birliği de gerçekleştirme yoluna gidilmiştir. Bu antlaşmayla bir bakıma Avrupa Birliği’nin oluşumu sağlanmıştır. Avrupa Birliği’nin kurumsal yapısına bakacak olursak Yürütme Organları: Avrupa Konseyi, Bakanlar Konseyi ve Komisyon’dur. Danışma Organları: Avrupa Parlamentosu, Ekonomik ve Sosyal Komite, Bölgeler Komitesi, Ombudsman’dır. Yargı Organları: Avrupa Adalet Divanı ve Sayıştay’dır. Mali kurumlar ise, Avrupa Yatırım Bankası ve Avrupa Merkez Bankası’dır.[2]

Türkiye açısından bir durum değerlendirmesi yapacak olursak; Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana, çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşma yolunda uluslar arası konjonktürdeki gelişmeleri takip etmiş ve bu doğrultuda OECD ve NATO gibi oluşumlarda kendini konumlandırmıştır. Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) 1958’de kurulmasının ardından Türkiye de Temmuz 1959’da topluluğa tam üyelik için başvurmuştur. Bu başvurudan sonra Türkiye’nin kalkınma düzeyinin tam üyeliğin gereklerini yerine getirmeye yeterli olmadığı bildirilmiştir. Tam üyelik koşulları tamamlanıncaya kadar ortaklık antlaşması yapılması uygun görülmüştür ve 12 Eylül 1963’te Ankara Antlaşması imzalanmıştır.[3] Antlaşma TBMM’de büyük bir törenle imzalanmıştır. Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin de “Antlaşmanın Türk Milleti hayatında bir dönüm noktası teşkil ettiğine” işaret etmiş ve “bu anlaşmanın eşi görülmemiş siyasi bir karar olduğunu ve onu tahakkuk ettirmenin daha güç olduğunu” ifade etmiştir.[4] Ankara Antlaşması uyarınca Hazırlık Dönemi 5 yıl olarak öngörülmüştür. Ancak bu süreçte Türkiye kayda değer bir çalışma yapmamıştır. Kamuoyu,  hükümet ve özel sektör bu konuyla ilgilenmemiştir. Hazırlık Dönemi Katma Protokol’ün imzalandığı 1970 yılında sona ermiştir. 23 Kasım 1970 tarihinde AET ile Katma Protokol imzalanmıştır.

Katma Protokol, Türkiye’nin AT ile olan ortaklık ilişkilerinin geliştirilmesinde Hazırlık Döneminin ardından Geçiş Döneminin şartlarını belirleyen ve Ankara Antlaşması hükümlerinin, Türkiye’nin iktisadi konum ve şartlarına uygun tarzda icra edilmesini öngören, bir “Uygulama Antlaşması” niteliğindedir.[5] 22 Temmuz 1970’de bu protokol imzalanmış, 1973’te yürürlüğe girmiştir. Ancak uygulamadan sonra Türkiye ekonomisinin bozulmasıyla birlikte gümrükle ilgili maddeler ertelenmiştir. 12 Mart 1971’de verilen Askeri Muhtıra’yla Demirel Hükümeti istifa etmiştir ve olağandışı dönem yaşanmaya başlamıştır. 1974’te Bülent Ecevit’li CHP ile MSP koalisyonuyla Türkiye, koalisyonlar dönemine geçiş yapmıştır. Bu tarihlerde aynı zamanda Kıbrıs Barış Harekatı da gerçekleştirilmiştir. Yani görüldüğü üzere 1970’lerde Türkiye’de siyasi istikrar yoktu. Ekonomik durumsa her geçen gün kötüye gitmekteydi. 1970’lerin ortalarında da AET-Türkiye ilişkilerinin görünümü de pek parlak değildi. 1973 petrol krizi de bu ilişkileri kötü etkilemiştir. Türkiye 1979-1980 döneminde siyasi ve ekonomik anlamda kriz yaşıyordu. Ülke ya birbiriyle anlaşamayan partilerin kurduğu koalisyonlarla ya da Demirel azınlık hükümeti gibi arkasında parlamento desteği olmayan zayıf azınlık iktidarıyla yönetilir olmuştu. 24 Ocak Kararları tam da bu noktada Turgut Özal’la ortaya çıkmıştır. Özal, Demirel’in onayıyla bu kararları hazırlamıştır. 24 Ocak kararlarıyla yapılmış olan yenilikler liberal bir ekonomi politikası, iç ve dış ekonomik dengeyi gözeten düzenlemeler, döviz rezervlerinin arttırılması için serbest döviz ve para politikası vs. uygulamalardır.[6]

12 Eylül 1980 tarihinde TSK iktidara el koymuştur. Bu ihtilal ile birlikte AT ile olan ilişkilerde de yeni bir döneme girilmiştir. Bu darbeye ilk zamanlar AT ılımlı bakmış olsa da daha sonra bu durum farklı bir boyut kazanmıştır. 12 Eylül 1980 Harekâtının ilk aylarında AT ile olan ilişkiler 1981 yılının 2. Yarısından sonra Askeri Yönetimin içeride almış olduğu bazı kararlara, AT’ın sert tepkisinden dolayı birdenbire değişmiştir. İlişkilere olumsuz bir hava hakim olmuştur. Diyaloğun kesilmiş olduğu bu ortamda, Avrupa Parlamentosu ve Komisyon’un görüş ve tekliflerine Avrupa Konseyi de katılınca, 1982’de Ortaklık askıya alınmıştır.[7]

Tüm bu olumsuz gelişmelerin, Türkiye’ye olan olumsuz tavırların sebebi Askeri Yönetimin almış olduğu kararların yanında diğer önemli sebeplerinden biri de Türkiye’nin ortaklığına ve üye olmasına karşın önyargılar içinde olan Yunanistan’ın ve Komünist ve Sosyalist Parlamenterlerin Türkiye aleyhindeki yoğun çalışmalarıydı diyebiliriz. 1980 Askeri Yönetimin sonuna gelindiğinde 1983 yılında artık demokratik yaşama geçiş kararı verilmiştir. 1980-83 dönemi AT ile olan ilişkilerde sorunlu yıllar olmuştur. Özal iktidara geldiğinde AT ile olan sorunlu ilişkileri düzeltmek istiyor ve yeni dönem başlatmak istiyordu. Özal hükümetinin esas amacı tam üyeliği sağlamaktı. Özal iktidarının ilk yıllarında AT ile olan ilişkilerin normalleştirilmesi yolunda önemli adımlar atılmıştır ancak 1980 Askeri Yönetimin almış olduğu kararlar hala etkili olduğu için bu konuda pek bir mesafe alınamamıştır. Özal 10 Ağustos 1986’da AT’la olan ilişkilerin ve başvuru konusunun değerlendirilmiş olduğu toplantıda, “Ben Türkiye’yi, Ortak Pazar’ın politikasına uygun bir sisteme götürmek istiyorum” demiş, kendisinin uygulamaya koymuş olduğu ekonomik sistemin ve uygulamaların da tek amacının “tam üyelik” olduğunu belirtmiştir.[8]

Özal hükümetinin kararlılığıyla 1986 yılında tam üyelik için Türkiye çalışmalara başlamıştır. Ancak dışta ve içte gösterilen tepkiler vb nedenlerden dolayı bir türlü istenilene ulaşılamamıştır. AT Komisyon Raporu’nda Türkiye’ye ne evet ne hayır demiştir. Bir bakıma Tam Üyelik için hep ileri bir tarihi göstermiştir. AB ülkelerinin parlamentolarında genel olarak Türkiye’nin AB üyeliği ile ilgili sık sık tartışmalar yaşanmakla birlikte Eylül 2004’te de Alman parlamentosu (Bundestag) hararetli bir Türkiye tartışmasına sahne olmuştur. Dışişleri Bakanı Joschka Fischer, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan Sosyal Birlik Partisi (CSU) federal meclis grubu başkanı olan Michael Glos’a dönüp şöyle demiştir: “Sizinle Türkiye’nin AB üyeliği konusunda çok farklı görüşlere sahip olabiliriz. Buna saygı duyuyorum, ancak iç siyasi tartışmalarımız dış politikadaki sorumluluklarımızı yerine getirmemizi engellememeli. Güvenliğimizin geleceğini belirleyecek olan artık Ortadoğu’dur. Eskiden olduğu gibi Doğu-Batı eksenindeki gelişmeler değil.”

Alman Dışişleri Bakanı Fischer, Türkiye’nin stratejik önemini bu sözlerden anlaşılacağı gibi kavramıştı. Avrupa’da ‘sokaktaki insan’ ise genellikle Türkiye’nin AB üyeliğine soğuk bakmaktadır ve bu açıdan Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemek Avrupalı siyasetçiler için de riskli olmuştur. Turgut Özal, AB üyelik yolculuğunu “uzun ince bir yol” diye nitelendirmiştir. Avrupa Birliği’nin karar mekanizmalarındaki etkin rol oynayan iki ülke Almanya ve Fransa’dır ki nitekim 2004 yılında, Paris ve Berlin’in ortak kararı Türkiye ile müzakerelerin önünü açmışsa, çok geçmeden aynı iki başkent müzakereleri fiilen dondurmuştur. Almanya’da Sosyal Demokrat Şansölye Gerhard Schröder’in yerine Hıristiyan Demokrat Angele Merkel’in gelişi Türkiye’nin üyelik sürecini olumsuz etkilemekle birlikte Paris’te de Jacques Chirac’ın yerine Nicolas Sarkozy’nin cumhurbaşkanı olmasıyla Türkiye’nin önüne adeta bir duvar dikilmiştir. Türkiye’nin Avrupa yolunda ilerlemesinde siyasi ve ekonomik reformların payı büyüktür. Ancak bakacak olursak AB yolculuğunda Türkiye’nin nihai belirleyicisi Avrupa’da bu iki başkentteki siyasi dengelerdir diyebiliriz. [9] AB-Türkiye ilişkisinin ritmi hep “bir adım ileri bir adım geri” şeklinde olmuştur. Ama Türkiye’nin Avrupa hayali de hiç değişmemiştir. Tam da bu noktada Ömer Taşpınar’ın sorusuna cevap aramak gerekir diye düşünüyorum. “AB olmasaydı acaba biz kendi dinamiklerimiz içerisinde MGK reformundan tutun azınlık haklarına kadar bu derece kapsamlı bir demokratikleşmeyi iki yılda, hem de büyük bir toplumsal uzlaşı içerisinde gerçekleştirebilir miydik? Evet, bu reformları zaten yapmamız gerekiyordu. Türkiye’nin demokratikleşmesi için bunların çoktan yapılması gerekiyordu. Ama soru bu değil. AB olmadan biz bu işleri gerçekten başarabilir miydik?” Bu soruya kolayca evet diyebilmek de zor görünüyor.[10]

Türkler için AB’ye üye olmak önemlidir evet ama Türkiye, AB’nin karar mekanizmalarında etkin bir ‘merkezi aktör’ olacaksa üye olacaktır. Ahmet Davutoğlu bu durumu şöyle ifade etmiştir: “Biz Türkler, ‘bir Alman’ın Avrupa’nın geleceği hakkında söz söyleme hakkı kadar bizim de hakkımız var’ diyorsak AB’ye girmeliyiz, böyle demiyorsak zaten girmemeliyiz.”[11] Türkiye AB hedefini 1950’den beri gerçekleştirmeye çalışmıştır ancak Türkiye’ye olan önyargılar ve bunların sonucu olan çifte standart aşılamamıştır. Ancak AB’ye girme yolculuğu aynı zamanda ülkemize demokrasi alanında birçok yarar da sağlamıştır.

 

Tülin AVCU/Uşak  Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümü lisans öğrencisi

KAYNAKÇA

[1] Sönmezoğlu, Faruk, Türk Dış Politikası Analizi, İstanbul: Der Yayınları, 2001, ss. 212-217.

[2] Fendioğlu, Hasan Tahsin, Türkiye’nin demokratik gelişimi ve AB, İstanbul: Beyan Yayınları, 2007, ss. 369-384.

[3] http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=4, [Erişim Tarihi: 22.08.2012].

[4] Karluk, op.cit, s. 548; Şeref Ünal, “Tarihi Süreçte Türkiye – AB İlişkileri ve AB’nin Hukuki Yapısı”, Yeni Türkiye Dergisi, s. 35, Eylül-Ekim 2000, s. 694.

[5] Birand, Ali Mehmet, Türkiye’nin Büyük Avrupa Kavgası (1959-2004), İstanbul: Doğan Kitap, s. 131.

[6] İyibozkurt, Erol “Türkiye’nin Dış Ticareti”, Yeni Türkiye Dergisi, s. 28, Temmuz-Ağustos 1999, s. 541.

[7] TOBB, op.cit, s. 58.

[8] BİRAND, Türkiye’nin Büyük Avrupa Kavgası, ss. 323-324.

[9] Zengin, Gürkan (2010), HOCA-Türk Dış Politikasında “Davutoğlu Etkisi”, İnkılap Kitabevi, ss. 409-411.

[10] http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=136502, [Erişim Tarihi: 25.08.2012]

[11] Zengin, Gürkan (2010), HOCA-Türk Dış Politikasında “Davutoğlu Etkisi”, İnkılap Kitabevi, ss. 426-427.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.