Saygın Amerikan düşünce kuruluşu Council on Foreign Relations (Dış İlişkiler Konseyi), 22 Şubat 2019 tarihinde “What To Do About Saudi Arabia” (Suudi Arabistan Hakkında Ne Yapmalı) başlıklı önemli bir panel düzenlemiştir.[1] Panele, konuşmacı olarak, Wall Street Journal (WSJ) gazetesi editörü ve Suudi Arabistan hakkında ses getiren On Saudi Arabia kitabını[2] yazan gazeteci Karen Elliott House, Southern Methodist Üniversitesi’nde akademisyen ve eski ABD Suudi Arabistan Büyükelçisi (11 Eylül faciası sonrasında 2002-2003 yılları arasında) -aynı zamanda Suudi Arabistan hakkında yayımlanmış önemli bir eser olan Desert Diplomat kitabının[3] yazarı- emekli diplomat Robert W. Jordan ve Wilson Center’da Orta Doğu uzmanı olarak çalışan entelektüel Aaron David Miller katılmışlardır. Bu yazıda, bu panelde konuşulanlar özetlenecektir.
Panel kaydı
Panelin ilk konuşmacısı olan ABD’nin eski Suudi Arabistan Büyükelçisi Robert W. Jordan, ülkesinin şu anda Suudi Arabistan’da bir Büyükelçisinin olmadığını hatırlatarak[4] başladığı konuşmasında, ilk olarak, son yaşanan olayların (Cemal Kaşıkçı cinayeti vs.) ardından Suudi Arabistan’a verilmesi gereken diplomatik mesajın “Siz deli misiniz?” olması gerektiğini söylemektedir. Jordan, Suudi Arabistan’ın Yemen, Lübnan ve Katar gibi yerlerde sürdürdüğü pervasız mücadeleye devam etmesi durumunda, ABD’nin kendilerine artık destek olamayacağı mesajını vermesi gerektiğini de düşünmektedir. Emekli Büyükelçi, bu bağlamda Suudi Arabistan’ın ekonomik sorunlarına odaklanmak yerine Yemen’de milyarca dolar harcayarak İran karşıtı bir güç mücadelesine girişmesinin mantıksız olduğunu da sözlerine eklemektedir.
Daha sonra söz alan Wall Street Journal gazetesi editörü Karen Elliott House, şimdilerde Suudi Arabistan hakkında yorum yaparken Veliaht Prens Muhammed bin Salman hakkında konuşmak gerektiğini; çünkü -talihsiz bir kaza yaşamadığı sürece- babası Kral Selman bin Abdülaziz’in görevde tuttuğu genç Veliaht Prens’in Suudi Arabistan dış politikasına yön vereceğini söylemektedir. House, ayrıca ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinin yıllar içerisinde bir dönüşüm sürecinden geçtiğini; Washington’ın artık Riyad’a daha az bağımlı olduğunu ve Körfez bölgesinin istikrarına yönelik en büyük tehdidin de Suudi Arabistan’ın mevcut rejimiyle istikrarlı olmasından kaynaklandığını iddia etmektedir. Suudi Arabistan nüfusunun yüzde 60’ının 30 yaş altında olduğunun altını çizen konuşmacı, Riyad rejiminin önümüzdeki 4-5 yıl içerisinde gerekli ekonomik reformları yaparak gençler için yeni iş imkânları yaratamazsa, bunun bölgesel istikrar açısından da büyük bir tehlike arz etmeye başlayacağını düşünmektedir. Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın “2030 Vizyonu” (Vision 2030) doğrultusunda bu konuda çalışmalar yaptığını bildiğini söyleyen House, buna karşın Yemen, Cemal Kaşıkçı vakası ve İran karşıtlığı başta olmak üzere Suudi Arabistan’ın giriştiği birçok maceralı politikayı da yine bizzat Veliaht Prens’in yönlendirdiğini düşündüğünü açıklamaktadır.
Bu turun son konuşmacısı olan Wilson Center’da Orta Doğu uzmanı olarak çalışan Aaron David Miller ise, ilk olarak, 70 yıllık ABD-Suudi Arabistan ilişkileri tarihinde zaman zaman iniş ve çıkışlar yaşandığını, ancak genel itibariyle iyi işleyen bu müttefiklik ilişkilerinin son dönemde hakikaten de bozulmaya yüz tuttuğunu düşündüğünü açıklamaktadır. Durumu “kusursuz bir fırtına” olarak değerlendiren Miller, geçmişte “güvenlik karşılığında petrol” (oil for security) olarak tanımlanabilecek ilişki biçiminin artık değişmek zorunda kalacağını; zira hem ABD’nin Suudi Arabistan’dan petrol alımlarını durdurduğunu, hem de güvenlik konusunda ABD’ye ihtiyacı olan Riyad’ın artık Washington’a güvenmediğini belirtmektedir. Bu durumun 11 Eylül faciası ve sonrasında yaşananlar ile Irak Savaşı’yla alakalı olduğunu düşünen konuşmacı, 800 yıl aradan sonra -ABD’nin George W. Bush dönemindeki politikaları neticesinde- Irak’ın başkenti Bağdat’ın Şii hükümdarların kontrolüne geçtiğini ve bunu Suudilerin hiçbir zaman kabullenemediğini hatırlatmaktadır. Barack Obama döneminde ABD’nin tarihin akışına uygun hareket etmek için Tunus’ta ve daha birçok ülkede Arap Baharı sürecine ve demokratikleşme hareketlerine destek olduğunu da anımsatan Miller, bu konuların Amerikan-Suudi dostluğuna zarar verdiğini söylemektedir. Ayrıca Suudi Arabistan’da son dönemde ipleri eline alan Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın genç, tecrübesiz, içgüdüsel hareket eden ve pervasız yapıda bir lider olduğunu söyleyen Miller, bu nedenle genç Veliaht Prens’in ABD’nin beklediği tipte bir lider olmadığını vurgulamaktadır. Cemal Kaşıkçı cinayetinin de gösterdiği üzere, son dönemde ABD ile Suudi Arabistan arasında hem bir değerler, hem de çıkarlar çatışması yaşanmaya başladığını düşünen Aaron David Miller, buna karşın Donald Trump’ın Başkanlığı döneminde ABD dış politikasında Suudi Arabistan’ın öneminin arttığını kabul etmektedir.
İkinci turda yeniden söz alan emekli Büyükelçi Robert W. Jordan, Trump yönetiminin Suudi rejimine en değerli müşterisi gibi yaklaşarak büyük bir hata yaptığını; zira Suudilerin bu durumu kullanarak üzerlerindeki ABD etkisini azaltmayı başardığını düşünmektedir. Diplomasinin barışçıl amaçlarla istenilen sonucu elde etmek olduğunu söyleyen deneyimli diplomat, Trump yönetiminin bu konuda hatalı politikalar izlediğini ima etmektedir. Bunların yanı sıra, Cemal Kaşıkçı cinayeti nedeniyle ABD’nin yaptığı eleştirilere Suudilerin gösterdikleri tepkilerin 11 Eylül faciası sonrasında verilen tepkilere benzer olduğunu düşünen Jordan, Suudi Arabistan’ın bu konularda sorumluluk hissetmemesini ve ABD’nin Riyad rejimi üzerinde etkili olamamasını Amerikan dış politikasının bir başarısızlığı olarak değerlendirmektedir.
Bu turda yine ikinci konuşmacı olarak söz alan Karen Elliott House, her iki ülke liderinin de (Donald Trump ve Muhammed bin Salman) kendilerine dönük ve öz yeteneklerine aşırı güvenen kimseler olduklarını ve bu nedenle ikili ilişkilerde stratejik düşüncenin son dönemde arka plana atıldığını söylemektedir. Buna karşın, iki ülke lideri arasında güven ortamının kaybolmadığını düşünen House, bunun nedenini, her iki liderin de kendi ülkeleri içerisinde bölünmüş bir kamuoyu tablosuyla karşılaşmaları neticesinde diplomaside bireysel dostluklarına büyük önem vermeleri olarak açıklamaktadır. Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın ülkesinde gençler nezdinde çok popüler bir lider olduğunu kabul eden konuşmacı, buna karşın reformların daha çok yüzeysel ve Batı tipi tüketime yönelik olduğunu, yoksa özgürlükler anlamında Riyad rejiminin henüz ciddi bir aşama yapamadığını -Mariah Carey konseri ve hapishanedeki gençler örnekleriyle- anlatmaktadır. Suudi Arabistan’daki popülistlerin Muhammed bin Salman’ı Donald Trump’ın kuklası olarak gördüğünü de düşünen Karen Elliott House, bunun gerçekte böyle olmadığı halde, Suudi Arabistan’da bu şekilde algılanabildiğini söylemektedir.
Bu turda yine son sözü alan konuşmacı olan Aaron David Miller, öncelikle son dönemde ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik dış politikasını “çökmüş, sinirli ve işlevsiz” (broken, angry and dysfunctional) olarak tanımlamaktadır. ABD’nin Afganistan ve Irak deneyimleri sonrasında bölgeyi dönüştüremeyeceğine (transformation) iyice kanaat getirdiğini söyleyen Miller, buna karşın Washington’ın bölgeyi kendi haline bırakma (extrication) kararını da henüz alamadığını belirtmektedir. Bu bölgede ABD’nin müttefikleri, hasımları ve çıkarları olduğunu hatırlatan Miller, bölgeye yönelik doğru politikanın “transaksiyon-etkileşim” (transaction) olgusundan geçtiğini iddia etmektedir. Miller, ABD’nin bölgedeki üç önemli çıkarını; 1-) ABD’ye cihatçı terör gruplarından kaynaklanan saldırıları önlemek ve anavatanı korumak, 2-) bölgedeki hidrokarbon kaynaklarının güvenliğini sağlamak, 3-) bölgede nükleer güce sahip bir bölgesel gücün ortaya çıkmasını engellemek olarak sıralamaktadır. ABD’nin bölgede İsrail-Filistin Sorunu’nun çözüme kavuşturulması ve Amerikan değerlerinin Arap-Müslüman topluluklara yayılması gibi başka amaçları da olduğunu belirten Miller, İran rejiminin diğer ülkelerin iç işlerine karışmak ve insan hakları konusunda çok kötü bir sicili olmasına karşın, bu konuda Washington’ın Suudi Arabistan’ın oyununa gelerek son dönemde fazla iddialı bir politika benimsediğini vurgulamaktadır. İran’a yönelik olarak, olumlu adımlara olumlu, olumsuz adımlara olumsuz karşılık vermenin daha doğru olduğunu kaydeden konuşmacı, İran’la yeniden başlatılacak diyaloğun Suudilere çok iyi bir uyandırma servisi olarak yansıyacağını da iddia etmektedir. Son olarak, Suudilerin izledikleri hatalı politikalarla İran’ın bölgedeki fırsatlarını daha da arttırdığını iddia eden Miller, Filistin-İsrail Sorunu konusundaysa Riyad’ın gerçekten de Washington’a yardımcı olabileceğini; ama bunun için de ABD Başkan Yardımcısı ve Donald Trump’ın damadı Jared Kushner’in İsrail genel seçimleri sonrasında açıklayacağı barış planını beklemek gerektiğini söylemektedir.
Üçüncü turda bir kez daha söz alan Karen Elliott House, Donald Trump ile Muhammed bin Salman’ın kurdukları ilişki biçiminin stratejiden yoksun ve daha çok transaksiyonel düzeyde oluştuğu tespitiyle başladığı konuşmasında, Arap devletlerini Filistin Sorunu’nu unutarak İran karşıtı bir koalisyonda bir araya getirmenin gerçekçi bir strateji olmadığını iddia etmektedir. İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu ile Muhammed bin Salman’ın yapacakları görüşmeye de değinen House, bir Suudi liderinin İsrail’le -Doğu Kudüs’ün Filistin toprağı olarak tescil edilmesinden önce- anlaşma yapması ve İsrail’i tanımasının zor olduğunu söylemektedir. Böyle bir siyasi gelişmenin ülkedeki ekonomik sorunlarla birleşmesi durumunda Suudi Arabistan’da ilerleyen yıllarda iç karışıklıkların yaşanabileceğini de iddia eden konuşmacı, bu nedenle, Trump yönetimine İsrail-Filistin Sorunu çözülmeden bu konuda iddialı adımlar atmamasını tavsiye etmektedir.
Üçüncü turdaki konuşmasında Robert W. Jordan ise, ABD’nin Suudi Arabistan stratejisini “idare etmek, güç bela yönetmek” (muddling through) olarak şekillendirmesi gerektiğini belirtmektedir. Bu stratejinin zaten yıllardır uygulandığını belirten Jordan, Arap devletlerinin komşu ülkelerle ve kendi bölgelerinde daha iyi ilişkiler kurmaları için cesaretlendirilmesi gerektiğini belirtmekte, ayrıca Suudi Arabistan Ordusu’nun zayıflığına dikkat çekmektedir. Orta Doğu ve özellikle Körfez bölgesinde modern diplomasinin henüz gelişmediğine de vurgu yapan konuşmacı, bu bölgede diplomasinin daha çok bir “sıfır toplamlı oyun” (zero sum game) mantığıyla anlaşıldığını Suudi Arabistan’ın Yemen politikası üzerinden açıklamaktadır. Ayrıca Arap-İsrail Sorunu’nun kendisinin Büyükelçi olarak görev yaptığı döneme kıyasla daha önemsiz hale geldiğini de belirten emekli diplomat, o dönemlerde dünyadaki her sorunun kaynağını İsrail olarak gören Riyad rejiminin, günümüzde her sorunun kaynağını İran olarak görmeye başladığının altını çizmektedir. Ayrıca günümüzde İsrail’in Körfez ülkelerine istihbarat sistemleri bile satar hale geldiğine vurgu yapan Jordan, Kral Selman’ın yerine ilerleyen yıllarda Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın başa geçmesi halinde, Suudi Arabistan’ın Filistin konusunda daha pragmatik davranabileceğini de sözlerine eklemektedir.
Son konuşmacı olan Aaron David Miller ise, ilk olarak Orta Doğu politikasının son yıllarda çok hızlı bir şekilde değiştiği ve dönüştüğünü, ABD’nin kısa süre içerisinde Tel Aviv’deki İsrail Büyükelçiliği’ni Kudüs’e taşıması örneği üzerinden açıklamaktadır. Körfez ülkelerinin son dönemde Filistin Sorunu’ndan bıkar hale geldiğini, üstelik günümüzde İran ve Sünni cihatçı terör grupları gibi daha öncelikli tehditlerle uğraştıklarını vurgulayan konuşmacı, ayrıca İsrail’in Mısır’daki Sisi rejimi ve Ürdün’le ilişkilerini “tarihinin en iyi dönemi” olarak nitelendirmekte ve İsrail’in dünyada toplam 160 ülkeyle ilişki içerisine girerek diplomatik olarak çok iyi bir konuma geldiğine vurgu yapmaktadır. Buna rağmen, Suudilerin İsrail’le Filistin konusunu unutarak bir barış yapmaya yanaşacaklarını düşünmediğini belirten Miller, bu sorunla ilgilenen Amerikalı en üst düzey yetkili olan Jared Kushner’in işinin çok zor olduğunu da sözlerine ekleyerek konuşmasını tamamlamaktadır.
Son turda Muhammed bin Salman’ın “Ilımlı İslam” reformlarını değerlendirmesi istenen konuşmacılardan Karen Elliott House, bu konuda Veliaht Prens’e destek verilmesi gerektiğini, sosyal yaşam ve kadın hakları konusunda ciddi açılımlar yapan Muhammed bin Salman’ın bu noktadan sonra geriye dönüşü asla savunmayacağını ve elinde topladığı gücü diğer hanedan üyeleri ve dini liderlerle paylaşmayacağını düşündüğünü söylemektedir. Aynı konuda Robert W. Jordan, Muhammed bin Salman’ın reformlarını -akıllı bir şekilde- yenilikten ziyade 18. yüzyıldaki “gerçek ve barışçıl İslam’a dönüş” olarak lanse ettiğini söylemekte, ancak o dönemlerde de Suudi Arabistan’da ve İslam dünyasında radikalizmin var olduğunu iddia etmektedir. Ayrıca Suudi Arabistan’ın medreseler yoluyla dünyanın birçok bölgesinde köktendinci Vahhabi-Selefi çizgisinde İslami propaganda yaptığını kaydeden konuşmacı, bu nedenle Veliaht Prens’in reformlarında inandırıcı olabilmek için bu konularda da değişikliğe gitmesi gerektiğini söylemektedir. Bu konuda Aaron David Miller ise, Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk’ün 1920’lerde ve 1930’larda başardığı şekilde Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın reformlarını bilgelikle ve doğru yönde gerçekleştirmesi durumunda, büyük bir dönüşümcü lider olarak başarılı olabileceğini söylemekte ve Veliaht Prens’in güvenliğine dikkat edilmesi gerektiğine dair ilginç bir tespitte bulunmaktadır.
Panelin bir değerlendirmesini yapmak gerekirse; oldukça faydalı ve öğretici bir tartışma olduğu, ancak Amerikalı yorumcuların karamsarlıklarıyla dikkat çektikleri söylenmelidir. Ayrıca ABD Başkanı Donald Trump’ın siyasi çizgisinde bazı aşırılıklar olsa da, İsrail-Filistin Sorunu’nda sonuç almaya en çok yaklaşan Amerikalı lider olabileceği konusunda benim iyimser bir görüşüm olduğunu bu noktada belirtmek isterim. Bunun nedenleri ise, Amerikalı konuşmacıların da belirttiği üzere, İsrail-Filistin Sorunu’nun ve bunun neden olduğu çatışma ve kaosun artık Orta Doğu’daki halkları bunaltması ve bu konuda kalıcı bir çözümün ancak İsrail’e sağlam güvenlik garantileri ve tavizler sağlanması durumunda gerçekleşebileceğinin Trump yönetimince gayet doğru şekilde anlaşılması olarak belirtilebilir. Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinden son dönemde İsrail’e yönelik olarak verilen sıcak sinyaller de dikkate alındığında, Filistin konusunda “iki devletli çözüm” için Jared Kushner ve Donald Trump’ın tarihi bir başarıya imza atmalarının gayet mümkün olduğunu ve bu şekilde Trump’ın bir kez daha Başkan seçilmesini garantilemesinin yanında, Orta Doğu’ya barış getiren bir ABD Başkanı olarak da -önyargıları aşarak- geniş kitlelerce saygı ve sevgi ile karşılanmaya başlayacağını belirtmem gerekiyor. Amerikan diplomasisi de, bu şekilde, yıllar sonra ilk kez ciddi bir sorunu çözebilen maharetli bir bürokrasi olduğunu yeniden tüm dünyaya ispatlayabilir ve ABD’ye son dönemde azalmaya başlayan uluslararası güveni yeniden yükseltebilir. Ancak elbette, bu sorun halledilse bile, kapsamlı bir Orta Doğu barışı için, mutlaka İran-Suudi Arabistan gerginliğini yumuşatmaya yönelik diplomatik çalışmalara devam edilmelidir. Ayrıca bu süreçte barışın gerçekleşmemesi için çalışacak grupları da yakından gözlemlemek ve tespit etmek, -dünya barışını korumak adına- son derece gerekli ve faydalı olacaktır. Bu konudan çıkarılacak bir diğer ders ise, ABD’nin yıllardır sorunları öteler çizgide politikalar izlemesinin kendisine ve dünya liderliğine zarar verdiğinin anlaşılmaya başlanmasıdır. Zira dünyadaki her sorun çözülemese bile, her ABD Başkanı’nın Filistin Sorunu’nu çözmeye çalışmak için bir plan ortaya koyması ve sonrasında başarısızlığa uğraması, ABD’nin itibarını sarsmakta ve bu ülkeyi zayıf ve güvenilmez bir devlet olarak dünya kamuoyuna lanse etmektedir. Trump’ın Filistin-İsrail barışı konusundaki girişimlerini Amerikan iç siyasetindeki verimsiz tartışmalara konu etmemek de bir diğer önemli ve hayati nokta olarak burada söylenebilir.
Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Bakınız; https://www.cfr.org/event/what-do-about-saudi-arabia.
[2] Bakınız; https://www.amazon.com/On-Saudi-Arabia-People-Religion/dp/0307272168.
[3] Bakınız; https://www.amazon.com/Desert-Diplomat-Inside-Arabia-Following/dp/1612346707.
[4] ABD Başkanı Donald Trump, emekli General John Abizaid’i bu pozisyon için aday göstermiş ve halen Senato onayı beklenmektedir.