ÇİN-JAPONYA İLİŞKİLERİ

upa-admin 29 Nisan 2020 10.819 Okunma 0
ÇİN-JAPONYA İLİŞKİLERİ

Giriş

Dünya üzerindeki küresel devletlerin arasındaki ilişkiler ve bu ilişkilerin tarihsel değişimleri Uluslararası İlişkiler disiplinin her zaman ana konusu olmuştur. Küresel devletler, yapıları gereği, her zaman ulusal çıkarlarını ön planda tutmuşlardır. İkili ilişkiler açısından incelediğimiz Çin-Japonya ilişkilerinde de, her iki ülke de, ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan ulusal çıkarlarını ön planda tutmuşlardır. İki ülkenin jeopolitik konumları yüzünden arasındaki ilişkiler tarih boyunca birçok farklı ikili ilişkiler kurmasına sebep olmuştur. Bu yazıda; Birinci Çin-Japon Savaşı’ndan (1895-95) başlayarak, kronolojik olarak, 4 Mayıs Hareketi (1915-21), Mançurya İstilası (1931), İkinci Çin-Japon Savaşı (1937), Nanking Katliamı (1937), Çin-Japon ilişkilerinde 1972-2020 arası dönem, ilişkilerdeki sorunlu alanlar olarak Senkaku/Diaoyu Adaları sorunu ve Tayvan Adası sorunu üzerinde durulmuştur.

1894-1895: Birinci Çin-Japon Savaşı (1895 Japonya-Çin Savaşı)

1894-1895 yıllarında, Uzakdoğu’da, sadece bölgedeki güç dengelerini değil, 19. yüzyıl sonu Batılı emperyalist güçlerin Asya siyasetine yaklaşımlarını de önemli bir dönüşüme uğratacak bir savaş yaşandı. Bu dönüşüm, başta İngiltere olmak üzere aynı güçlerin Osmanlı İmparatorluğu’nun stratejik konumuna bakışlarını da önemli ölçüde değiştirecekti. Qing Hanedanı yönetimindeki Çin ile Meiji egemenliğindeki Japonya arasında 1894 yılında patlak veren ve 1895’te Shimonoseki Antlaşması ile sona eren savaşın görünürdeki nedeni, Kore’nin kontrol edilmesi meselesidir; muharebeler de Kore topraklarında ve sahillerinde olmuştur. Kore’de 1894’te başlayan ve başlangıçta dinsel ağırlıklı bir çizgi izleyen Tonghak Köylü İsyanı, giderek milliyetçi bir renge bürünür ve sadece Kore’deki yabancı etkileri (başta Japon etkisini) değil, o dönemde Kore’de iktidarda bulunan Joseon Hanedanı’nı da hedef alır. Kore Devleti, isyanı bastırmak için Çin’den askeri destek isteyince, Japon hükümeti de Çin’le 1885’te imzalanan Tientsin Konvansiyonu’nu gerekçe göstererek Kore’ye kendi askerlerini yollamak ister. Japonya’nın gönderdiği askeri güç Çinlilerden önce davranır ve Seul’e girerek mevcut İmparator’u devirir ve kukla bir hükümet yerleştirir. Japonya’nın Kore’deki mevcudiyetini ve yeni Kore yönetimini tanımayan Çin ile Japonya arasında bu nedenle savaş patlak verir.

19. yüzyılın sonu yaklaşıldığında, Japonya, artık Çin’in Uzakdoğu’daki siyasi, askeri ve de kültürel hegemonyasına meydan okuyacak güce ulaşmıştır. Savaş, bir anlamda 19 yüzyıl sonlarında “kendini güçlendirme” programıyla ekonomik ve askeri alanlarda reformlar yapmak isteyen Qing Hanedanı egemenliğindeki Çin ile, Meiji döneminde “topyekun” modernleşme çabasına giren Japonya’nın modernleşme programlarının ilk ciddi uluslararası sınavıydı. Başka bir deyişle, bu savaşın Çin ve Japonya için, modern askeri teknolojinin kullanılması anlamında, ilk “modern savaş” olduğu söylenebilir. Öte yandan, meydan okunan güç Çin olmakla birlikte, Japonya’yı asıl kaygılandıran, dolayısıyla da bertaraf edilmesi daha elzem olan hedef, Batılı emperyalist güçlerin zayıflayan Çin-Kore hattı üzerinden Japonya’ya yönelttikleri  potansiyel tehditti. Bu tehdit bağlamında değerlendirildiğinde, Kore meselesi Japonya için 1894’te ortaya çıkan bir mevzu değildi; Meiji iktidarının daha ilk dönemlerinden itibaren, Kore, güçlenen ve yayılmacı hedefler taşıyan Japonya’nın “var olma” tartışmasının merkezindeki sorunlardandı. Bir yandan, Kore yarımadasının stratejik konumuyla  birlikte, Kore de dahil olmak üzere Doğu Asya ülkelerinin Batı emperyalizminin nüfuzuna girme ve kendilerini savunma güçlerini yitirme eğilimi Japon yönetimini kaygılandırmaktaydı. Diğer yandan ise, ekonomisi ve askeri gücü giderek artan Japonya’nın yavaş ama emin adımlarla şekillenen emperyalizm vizyonunda Kore, merdivendeki ilk basamağı oluşturuyordu. Japonlar Kore’yi, “Japonya’nın kalbine girmeye hazır bir hançer” şeklinde betimliyorlardı.

19. yüzyılın sonlarında, artan gücünün verdiği özgüvenle birlikte Japonya da kendisini bir “Büyük Güç” statüsüne yükseltme arzusundaydı ve bu doğrultuda emperyalist bir vizyon geliştiriyordu. 19. yüzyılın modern dünya sisteminde bir büyük güç olmak demek, anayasa, rasyonel bir vergi sistemi, demiryolları ya da zırhlı gemiler gibi yeniliklere sahip olmak demek olduğu kadar, sömürgelere sahip olmak anlamına da gelmekteydi. Dolayısıyla, 1894’te Kore’yi kontrol etme meselesi yüzünden Çin’le savaşa girme, Japonya için “anlık” bir tepki değildi; güvenlik takıntısı ve modernlik algısının şekillendirdiği uzun hesapların sonucunda hazır olmak için en uygun zamanın oluşması beklenerek alınmış bilinçli bir karardı. Savaşın gerek gidişatı, gerekse de sonucu, Japonya’nın böyle bir hamle için ne denli hazır olduğunu gösterdiği gibi, Japonya açısından yapılan hesapların doğruluğunu da kanıtlamaktaydı. Tüm dünya “eski koca dev” Çin’in Japonya’yı hezimete uğratacağını  beklerken, Japonya hem karada, hem de denizde Çin kuvvetlerine karşı belirgin bir üstünlük sağlamıştı. Ama dönemin yüzeysel gözlemcilerinin görememiş olduğu nokta, modern savaşların giderek “topyekûn” savaşlar halini almakta oluşu gerçeğiydi; yani savaş için artık can vermeye hazır çok sayıda insan, gözü pek kumandanlar ya da iyi silahların kifayet etmediği, belki bunlardan çok daha önemli olarak, ekonomi ve insan kaynaklarının doğru ve zamanında seferber edilmesi, hızlı seferberliği sağlayacak altyapı imkânlarının oluşu ve de modern taktik, strateji ve talime dayanan düzenli bir ordunun olması gerçeğiydi. Ancak ilk bakıldığında, iki ülke arasında çok belirgin bir fark görülmüyordu. Hatta Çin’in Kuzey donanması, bölgesinde çok hatırı sayılır bir güç teşkil ediyordu. Ve dönemin Japon donanmasına kıyasla daha iyi teçhiz edilmişti. Ama askeri güçlerin zamanında ve çabuk seferler edilmesi, askerlerin eğitimli olması, stratejik donanım ve zamanında ve yeterli lojistik sağlayabilme gibi alanlarda yetersiz altyapıya sahip Çinliler, hazırlıksız ve dağınık bir görüntü sergilediler ve neticede savaşın galibi Japonya oldu.[1]

Savaş sonucunda ise, Çin-Japon Savaşı Japonya’nın galibiyeti ile bitmiş ve iki devlet arasında yapılan müzakereler neticesinde barış kabul edilmiştir. Japonya’nın elde ettiği zaferden pek çok Avrupa basın-yayın organında övgüyle bahsedilirken, bazıları tarafındansa daha farklı olarak görülmüştür. Bu gruba göre, bazı basın-yayın organlarının Japonya’nın Çin savaşından sonra Avrupa devletlerine bile kafa tutabilecek duruma geldiğinin ifade edildiği, oysa Japonya’nın galibiyetindeki gerçeklerin daha farklı olduğunu belirtilmektedir. Onlara göre, Çin’in yeterli ve güçlü silah ve gemileri yoktu. Japonlar savaşta güçlü, muntazam ordularla ve yetenekli, donanımlı komutanlarla karşılaşmadılar. Bu sebeple de, Japonların galibiyetinin pek de abartılmaması gerektiğini düşünmekteydiler. Yapılan antlaşma sonucunda şu kararlar alınmıştır:

  • Çin’in hakimiyetinde ve savaşın sebebi olan Kore bağımsızlığını kazanmıştır.
  • 6 milyon nüfusa sahip olan Formoz Adası Japonya’nın eline geçmiştir.
  • Piskador Adaları da Japonya’ya verilmiştir.
  • Japonya, yedi kıta zırhlı savaş gemisi almıştır.
  • Japonya, 15 milyon liralık savaş ganimeti elde etmiştir.
  • Japonya’ya 110 milyon İngiliz lirası savaş tazminatı verilmiştir.
  • Yabancılara kapalı olan Çin limanları dünya ticaretine açılmıştır.[2]

1895 Japonya-Çin Savaşı’ndan sonra Japonya’nın bölgede konumunu güçlendirmesi, Mançurya ve Kore üzerinde emelleri bulunan Rusya ile ilişkiler gerginleştirmiştir. Özellikle bu savaş sonrasında Japonya’nın kazanımlarının bir kısmının Rusya, Fransa ve Almanya’nın üçlü müdahalesiyle bırakılması, Japonya’nın Rusya’ya olan düşmanlığını arttırmıştır. Bu müdahale ile Japonya’nın Liaotung Yarımadası’nı bırakması neticesinde bu bölgedeki Japon varlığının Pekin’i rahatsız edebileceği ve böylece Uzak Doğu barışının tehlikeye girebileceği de belirtilmiştir. Üçlü müdahaleden sonra hakikaten de Rus-Japon ilişkileri bozulmaya başlar. 1895’ten sonra, Rusya’nın Uzak Doğu’da baskı uygulayacağı netlik kazanır ve yüzyılın sonunda Trans-Sibirya demiryolunun tamamlanmasıyla Rusya’nın bu bölgedeki etkinliği yoğunlaşır. 1902’de İngiltere ile ittifak yapan Japonya, Kore üzerindeki serbestisini garanti altına almayı amaçlamıştır. Bir ada devleti olarak askeri ve ticari gücünü önemli ölçüde denize dayandıran Japonya, güvenliğini öncelikle deniz gücü üzerine kurmayı hedeflediği için, bu konuda etkili olan İngiltere’yle ittifaka gitmiştir. Bundan iki yıl sonra 1904-1905 Rus-Japon Savaşı başlar ve 18 ay süren bu savaş sonunda Japonya zafere ulaşır. Savaşı sona erdiren Portsmouth Antlaşması, 5 Eylül 1905’de imzalanır. Ruslar, Japonya’nın Kore üzerindeki siyasi, askeri ve ekonomik ilgilerini tanımayı ve Liaotung Yarımadası ve demiryolu bağlantısını Japonya’ya vermeyi kabul etmiştir. Kasım 1905’de Kore’ye giden Japon heyeti, Kore Kralı’nı ülkenin dış ilişkilerinin kontrolünü Japonya’ya verme konusunda ikna eder ve böylece Kore neredeyse bir Japon kolonisi durumuna gelir. Batılılaşma adımlarını sağlam atan Japonya, Batılı modellere benzer bir şekilde, kendi kültürüyle başladığı kolonileştirme hareketlerinde büyük başarılar kazanmış ve bölgedeki en büyük güç olma konumunu pekiştirmiştir.[3]

4 Mayıs Hareketi (1915-1921)

Çin, Almanya’nın işgal ettiği bölgeleri (Pekin’in güneyinde yer alan ve denize kıyısı olan Shandong eyaleti) tekrar alma düşüncesiyle, 1917 yılında Almanya ve Avusturya-Macaristan’a savaş ilan ederek, Birinci Dünya Harbi’ne İtilaf Devletleri’nin yanında girmişti. Savaş sonrası Paris Barış Konferansı’nda İngiltere ve Fransa’nın Almanya’nın işgalinde olan bu bölgeleri Japonya’ya vermeyi planlamasına karşılık olarak, Çin’in savaş ağaları yönetiminin buna direnmemesi 4 Mayıs’ın fitilini ateşlemiştir.[4] Yani Çin’in savaşa girişinin en temel sebeplerinden biri, Almanya kontrolündeki Çin topraklarını geri almaktır. Zira Almanya kaybedenler safındaydı (Çin kuvvetleri esasen savaşa aktif olarak katılmadı, İngiliz ve Fransız birliklerine destek olarak Çinli işçi taburları gönderilmişti). Çin’de savaş ağalarının yönetimde olduğu dönemin Beiyang hükümetinin (1912-1928) Versay dayatması karşısındaki aciz ve teslimiyetçi tutumu, gençlerin tepkisini çekiyordu. 4 Mayıs 1919 günü, Pekin Üniversitesi ve diğer okullardan çıkan 3.000’i aşkın genç meydana doğru yürüyüşe geçti. “Tam bağımsızlık için mücadele et, içerideki hainlerden kurtul” pankartlarına “Versay’ı imzalama” ve “Çin Çinlilerindir” sloganları eşlik etmekteydi. Öğrenciler, Shangdong eyaletinin Çin’e bırakılması talebinin yanı sıra, yolsuzluğa bulaşmış ve Japon yanlısı tutum izleyen bazı yöneticilerin görevden alınması ve Pekin Öğrenci Birliği’nin kurulması çağrısıyla Tiananmen Meydanı’nda toplandı. 4 Mayıs, çok sayıda öğrencinin tutuklandığı ve protestoların yapıldığı tarihi bir harekettir.[5] Sonuç olarak, Çin’de yaşanan bu olay, Pekin’in topraklarını Japonya’ya vermemek için sergilediği bir iç politik olgudur.

Mançurya İstilası (1931) ve Japonya’yı Mançurya İstilasına İten Nedenler

Konumuza ilk olarak bu işgale iten nedenlerden başlarsak, Japonya’nın Mançurya’ya duyduğu ilgi, Meiji döneminde başlamıştır. Özellikle 1904-1905 Rus-Japon Savaşı’ndan sonra, Asya’daki yayılmacı politikasını daha da hissettiren Japonya için, ekonomik ve stratejik açıdan Mançurya’nın önemi giderek artmaktaydı. Japonya, 1894-1895 Çin Savaşı sonrasındaki Şimoneseki Antlaşması ile Mançurya’nın güney tarafında bulunan Liadong Yarımadası’na girmiş ve sonrasında, 1905 Rus zaferi ile de Mançurya’daki nüfuzunu arttırmıştır. 1920’li yıllarda, Kore ve Formoza’daki üstünlüğünü iyice sağlayan Japonya, bütün dikkat ve kuvvetini uzun vadede Kuzey Çin’e, kısa vadede ise Mançurya’ya odakladı.  Mançurya’da 1911 Cumhuriyet Devrimi’nden sonra, yönetimi, 1928’e kadar yerel diktatör Zang Zuolin aldı. Zuolin, Japonya karşıtı Çin milliyetçi partisi Kuomintang yanlısı bir politika izlediği için, zamanla Tokyo’nun nefretini topladı. Bunun üzerine, bölgedeki Çin nüfuzunun artmasından da korkan Japonya, Zang Zuolin’i Mukden’e giderken bindiği trenle birlikte havaya uçurdu. Boşalan iktidar koltuğuna, oğlu Zang Xueliang geçti. Xueliang, babasını öldüren Japonlardan adeta öç alırcasına, Chiang Kai-Shek (Çan Kay Şek) yanlısı bir politika benimsemiştir. Chiang Kai-Shek Başkanlığındaki Nanking Hükümeti, Mançurya yerel yönetiminden de yardım görerek, 1920’li yılların ikinci yarısından itibaren, Kuzey Çin’e doğru ilerlerdi. Çin Milli Hükümeti Nanking ile Japonya arasındaki gerginlik, 1931 senesi Haziran ayında hat safhasına ulaştı. Çinli askerler, Japon Kumandanı Shintaro Nakamura’yı Mançurya’nın ücra bir bölgesinde keşif gezisindeyken öldürdü. Bu olay, Japon kurmayları, Mançurya’da hızla artan milliyetçi akıma karşı bir an önce caydırıcı önlem almaya itti. Japonya’nın 1920’li yıllar sonunda tüm dikkat ve kuvvetini Mançurya’ya merkezlemesindeki bir diğer neden ise, ekonomiktir. Bu dönemde tam 3 kez kriz yaşayan Japon ekonomisi, büyük kan kaybına uğramıştır. Bu krizler sonucunda, Japonya’da, daha az ipek ihraç edilmeye, işyerleri kapanmaya ve işçiler sokaklarda grev yapmaya başladı. Ayrıca, devletin hazine gelirinde de doğal olarak azalma gerçekleşti. Bu da, hükümetin bazı bütçe daralmalarına gitmesine neden oldu ve donanma ve askerî bütçe gibi. Başka bir deyişle, bu sıkıntılı dönemin Japonya’nın Mançurya’ya olan ihtiyacını daha da artırdığını söylemek mümkündür.[6]

Japonya, öteden beri göz koyduğu Mançurya’nın işgalinde iki devletten çekinmekteydi: ABD ile Sovyetler Birliği. 1931 yılında gelindiğinde, Sovyetler henüz Uzakdoğu’daki askeri hazırlıklarını tamamlamış değildi. ABD ise, 1929 dünya ekonomik bunalımının yıkıcı etkilerini hafifletmekle meşguldü. Bu koşullardan yararlanan Japonya, 1931’de Mançurya’nın işgaline başladı ve 1932 yılında bölgenin tümünü denetim altına aldı. Daha sonra tam anlamıyla “kukla” niteliğinde “bağımsız” Mançukuo Devleti’ni kurdu. Çin’in bu açık saldırı karşısında Milletler Cemiyeti’ne başvurması ise herhangi bir sonuç doğurmadı. Milletler Cemiyeti ve büyük devletler, protestoların ötesinde etkin tedbirler alamadılar ve ABD de yalnız başına herhangi bir harekette bulunmaya cesaret edemedi. Mançurya’nın Japonya tarafından işgali, Birinci Dünya Savaşı sonrası tarihinin dönem noktalarından biridir. Bir kere, Pasifik bölgesinde Washington Deniz Silahları Konferansı ile askıya alınmış bulunan kuvvet mücadelesini yeniden başlatmıştır. Bu mücadelenin “kahramanları” açıklamaların başından beri belirtilen Japonya, ABD ve Sovyetler Birliği idi. Hesaplaşma ise İkinci Dünya Savaşı’nın ikinci yılında, 7 Aralık 1941’de Japonya’nın Pasifik’te ABD’nin üssü olan Pearl Harbor’a baskını ile başlayacaktır. Dünya politikası açısından işgal olayının sonucu, Birinci Dünya Savaşı’ndan beri hiç olmazsa somut biçimiyle perde arkasına alınmış bulunan “kuvvet politikasının” bütün dünya çapında açıkça ortaya çıkmasıdır.[7]

İkinci Çin-Japon Savaşı (1937)

Japonya, 18 Eylül 1931 tarihinde Çin’in Mançurya bölgesini işgale girişmiştir. Bölgede yapılan mücadeleden sonra, 27 Şubat 1932 tarihindei Japonya, bölgenin tamamında kontrol kurmayı başarmıştır. Japonya, Mançurya’da işgal edilen bölgede Mançukuo Devleti adında bir devlet kurmuştur. 1945 yılında yıkılıncaya dek, Mançukuo Devleti, tamamen Japonya’nın denetiminde hareket eden bir devlet olmuştur. Japonya’nın Mançurya’yı işgali, Çin İç Savaşı’nın geçici olarak durmasına ve iç savaşa katılan her iki tarafında ortak düşmana karşı harekete geçmesine yol açmıştır. 1937 yılında başlayan Japon işgalinden sonra, 1945 yılında Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan yenildiği döneme kadar, Çin-Japon ilişkileri tarihinin en olumsuz dönemlerinden birini yaşamıştır. Özellikle 7 Temmuz 1937 tarihinde başlayan İkinci Çin-Japon Savaşı’nda, Çin’deki milliyetçi ve komünist gruplar Japonya’ya karşı ortak hareket etmeye başlamıştır.[8] Savaş, 13 Ağustos 1937’de Çin Ordusu’na ait 10 tümenin yabancıların yaşadığı Şanghay’a karşı düzenlediği saldırı ile başlamıştır. Çin hükümetinin bu müdahaledeki amacı, Şanghay’daki Çinlileri korumak olmuştur. Yapılan bu müdahale, bölge devletleri ve müdahale bölgesinde yaşayan Japon halkın tepkisini çekmiştir. Bu olay üzerine Çin’e yaptırım uygulayan Japonya, 14 Ağustos 1937 yılında Çin’i denizden bombalamaya başlamıştır. 14 Eylül’de Japon Ordusu Pekin ve Baoding’i işgal etmiştir.  Japon ve Çin hükümetleri arasında yaşanılanlardan sonra, Çin Milliyetçi Partisi başkenti Changgşing’e taşımıştır. 5 Kasım’da Japon Ordusu harekâta devam ederek, Hangzhou Körfezi’ne çıkarma yapmıştır. Japon Genelkurmay Başkanlığı Suzhou ile Jiaxing şehirlerini birbirine bağlayan bölgeye kadar ilerleme kararı almıştır. Alınan bu karardan sonra, Japon Ordusu, 19 Kasım’da Suzhouy’u işgal etmiştir. Ardından Japon Ordusu Genelkurmay Başkanlığı’nı dinlemeden Wuxi şehrini de işgal etmiştir. 1 Aralık tarihinde Japon Genelkurmay Başkanlığı Nanking’in işgaline karar vermiş ve Japonya 10 Aralık’ta Nanking’e de saldırmaya başlamıştır. Ancak Nanking’de yapılanlar bir savaş değil, adeta bir katliam olmuştur. Bu olay tarihe Nanking Katliamı olarak geçmiştir. 1932 yılında Mançurya bölgesinin işgali sebebiyle doruğa çıkan Japonya-Çin nefreti, 1937’de Şanghay’da iki ülke için de tekrardan hedef olmasıyla savaşa sebep olmuştur. Bu savaşta kolay bir galibiyet alacağını düşünen Japonya, karşısında en az kendisi kadar dirençli bir Çin Ordusu bulmuştur. Ve her ne kadar savaşı kazanmış olsalar da, büyük kayıplar vermiştir. Toplamda 400.000 kişinin ölümüne sebep olan savaş, 1937 yılının Kasım ayının ortalarında Japonların üstünlüğüyle sona ermiştir. Japonya’nın Şanghay bölgesini kazanmasına rağmen, bu galibiyet Japon Ordusu’na pahalıya mâl olmuştur.[9]

Nanking Katliamı

1937 yılında yaşanan Nanjing Katliamı, Çin ve Japonya için olduğu kadar küresel insan hakları normları çerçevesinde de önemlidir. Dönemin milliyetçi hükümetinin başkenti olan Nanking’in işgalinden sonra, Japon askerleri, silah bırakmış birçok asker ve savunmasız sivili katletmiştir. Nanking olayları, katliam, tecavüz, vahşet ve büyük katliam gibi farklı kavramlarla anılmaktadır. Muhafazakâr milliyetçi hareketin yükselişe geçtiği Japonya ise, tarihini aklama projesi çerçevesinde, Nanking olayları için vahşet, tecavüz ve büyük katliam yakıştırmalarının kullanılmasını istememektedir. Ancak olaylar sırasında on binlerce masumun zarar görmüş olduğu iki tarafın da kabul ettiği tarihsel bir gerçekliktir. Katliamın boyutlarının büyük ya da küçük olması, ölü sayısının yüz bin ya da üç yüz altmış dokuz bin olması olayların katliam olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Öte yandan, Japonya’da katliamın tarihsel bir gerçeklik olduğu solcu ve liberaller tarafından kabul görmekte ve Nanking olayları için “Büyük Katliam” tabiri kullanılmaktadır. Katliamın boyutları Çinli ve Batılı kaynaklara göre oldukça çarpıcıdır. Nanking katliamını “soykırım” olarak tanımlayan Iris Chang’a göre, şehir Aralık 1937’de düştüğünde, Japon askerleri Çin’in çiçeği burnunda milliyetçi başkentinde dünya tarihinde eşi benzerine rastlanmamış bir seks partisini barbarca kutlamaya başlamışlardır. On binlerce genç Çinli erkek şehir dışındaki bölgelerde toplanarak makineli tüfekle taranmış, süngüyle biçilmiş ya da diri diri yakılarak öldürülmüştür. Seksen bin kadar Çinli kadın ve kız ise tecavüze uğramış ve sonrasında öldürülmüştür. Birkaç ay boyunca Nanking sokakları ölüler ve kokuşmakta olan insan bedeni kokusuyla dolup taşmıştır. İzleyen yıllarda kurulan Tokyo mahkemelerinde, 1937-1938 yılları arasında yaklaşık iki yüz elli bin silahsız Çinlinin Japon askerlerince öldürüldüğü kabul edilmiştir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Nanking olaylarının üzerinin örtülmesi ve tartışma konusu yapılmamasının genel olarak üç sebebinden söz edilebilir. İlk olarak, Kuomintang’ın politik arenadan çekilmek zorunda kalması ve adaleti tahsis etmekle yükümlü galipler arasında yer almayışı; Çin’in milliyetçi bir gözlük ile Japon savaş suçlarını yeniden ve yeniden sorgulayıp yargılamasını engellemiştir. Komintang’a göre, katliamların müsebbibi savaş suçluları Japonlar ve bunların Çinli yardımcıları en ağır şekilde cezalandırılmalıydı. Ancak Kuomintang’ın Tayvan’a çekilmek zorunda kalmasından sonra, bu milliyetçi söylemi sürdürecek ve Japonya’yı yaptıklarıyla yargılayıp mahkûm edecek bir otorite kalmamıştır. İkinci olarak, her ne kadar birçok Japon akademisyen Nanking Katliamı’nın gerçekliğine dair eserler vermişlerse de, birçok yazar iki-üç yüz bin kişinin öldüğü Nanking olaylarının beş ayda ve 300 km karelik geniş bir alanda cereyan eden savaşın sonuçları olduğunu yazmışlardır. Son olarak, Çin Komünist Partisi (ÇKP), 1989 yılında Kuomintang’ı anakaradan çıkarmayı başardıktan sonra rejimin meşruiyetini ABD ve feodalizm karşıtı bir temele oturtmuş ve bu olayın üzerinde o kadar durmamıştır. Savaş sonrası Japonya’sında, Japon liberal ve solcuları nezdinde Nanking, militarist Japonya’nın Japon halkına getirdiği kötülüklerin bir sembolü olarak değerlendirilmiştir. Çin Halk Cumhuriyeti’nde ise, Nanking, günümüzün en önemli sembollerinden birisidir. Görüldüğü gibi, Nanking yalnızca Japon askerlerinin vahşetini değil, bütünüyle İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği acıları sembolize etmekte ve hatırlatmaktadır.[10]

Japon-Çin İlişkilerinde Barış ve Dostluk Dönemi: 1972-1992

Japon-Çin ilişkilerin 1972-1992 arasındaki dönemi “barış ve dostluk” dönemi olarak gelişmiştir. Söz konusu ilişkilerin gelişmesi, uluslararası ortamda yaşanan siyasi- ekonomik dönüşümler ve ABD’nin Çin’e olan politikasını değiştirmesi ertesinde şekillendi. Tarihsel dönüşüm süreci içerisinde, 1976’da Çin’de Mao’un ölmesi üzerine, Çin iktidarına modernleşme ve ekonomik gelişme yanlıları geldi. 1978 yılında Çin’de Deng’in iktidara gelmesi ile Çin ekonomisinin kapitalist ekonomik sürece eklemlenmesi ve Çin’in askeri ekonomik alanlarda modernleşmesi için çalışmalar başlatıldı. Deng liderliğinde 4 alanda (tarım, sanayi, savunma ve teknoloji) reform hareketi başlatıldı. Çin lideri modern bir Çin yaratmak için kalkınma stratejisini ortaya koymuştur. 1980’li yıllarda Deng Xiaoping’in dile getirdiği Çin’in milli kalkınma stratejisinin, Ekim 1987’de yapılan Çin Komünist Partisi’nin 13. Kongresi’nde, üç aşamalı olarak gerçekleştirileceği ortaya konuldu. Deng’in düşüncesine göre, Çin’in sosyo-ekonomik kalkınmadaki Modern Gelişme Stratejisi’nin aşamaları şunlardı.

İlk aşamada, 1980-1990 yılları arasında Çin’in Gayri Safi Milli Hâsıla (GSMH) oranı iki kat artacak ve halkın yaşam standardını açlık seviyesinden doyum düzeyine getirilecektir. İlk aşamada hedef, halkın geçim problemini çözmektir. İkinci aşamada ise, 1990-2000 yılları arasında Çin’in GSMH oranı iki kat daha artacak ve kişi başına düşen gelir 800-1000 dolara yükseltilerek, halkın yaşam standardı “Küçük Refah” (Xiao-kang) seviyesine ulaşatırılacaktır. Bu aşamada Çin’in GSMH’si bir trilyon dolara ulaşacaktır. Bu durum, Çin’i dünyanın önde gelen ülkelerinin saflarına sokacaktır. Bu aşamada hedef halkın yaşam standardını nispi refahlı düzeye getirmektir. Üçüncü aşamada ise, 30-50 sene içinde, yani 2030-2050 yıllarında Çin’in GSMH’si iki kat daha artacak ve kişi başına düşen gelir 4000 dolara yükseltileecektir. Bu aşamada hedef ise, halkın yaşam standardını orta derecede gelişmiş ülkelerin seviyesine yükseltmek ve temel modernleşme düzeyine ulaştırmaktır (Bu hedefler, şimdilerde çok daha yüksek rakamlara göre yapılmaktadır).

1972 sonrası Çin dış politikasında Sovyetlerle olan uzaklaşma yerini ABD-Japonya ile olan yakınlaşmaya bıraktı. Çin ekonomisi dış yardımlara açıldı.1979’da Deng ABD’yi ziyaret edip, Bilim ve Teknik İşbirliği Antlaşması yaptı. Aynı zamanda, ABD’ye Sovyetlere karşı ittifak önerildi. Sovyetler Birliği ile olan 1950 tarihli Dostluk, İttifak ve Karşılıklı Yardım anlaşması feshedildi. ABD Başkanı Nixon’ın Çin ziyareti sırasında, Japonya iç siyasetinde de değişim meydana gelmiştir. Liberal Demokratik Parti, Kakuei Tanaka liderliğinde iktidarı almıştır. Tanaka, Japon-Çin ilişkilerinin normalleştirileceği vurgusunu yapmıştır. ABD ile Çin arasında başlayan yakınlaşmaların bölgeye yansıması olarak, 1972’de Çin ve Japonya arasında resmi ilişkileri normalleştirmek üzere “Ortak Deklarasyon” yayınlandı. Deklarasyonda, “Japonya ve Çin’in sadece bir deniz şeridiyle ayrılmış, tarihsel ve geleneksel uzun dostluğa sahip iki ülke olduğu ve iki ülkenin normal olmayan ilişkileri düzeltme arzusunda oldukları” vurgulanmaktadır. Ayrıca Japonya’nın geçmişte savaşlar yoluyla Çin halkına verdiği zararların bilincinde olduğu, iki ülkenin sosyal sistemleri arasında fark olmasına rağmen ilişkilerin geliştirilebileceği vurgulanmaktadır. Ek olarak, Çin Halk Cumhuriyeti, Çin’in tek yasal hükümeti olarak teyit edilmektedir. Deklarasyonda, Çin’e göre Tayvan’ın Çin’in ayrılmaz bir parçası olduğu, Japonya’ya göre ise bu durumun anlaşılır olduğu ve saygı duyulduğu, fakat bu konuda hukuki bir değerlendirmede bulunulamayacağı bildirilmektedir. Son olarak ise, Japonya ve Çin arasında ilişkilerin geliştirilmesinin üçüncü bir devlete karşı yapılmadığı, her iki devletin de Asya Pasifik bölgesinde hegemonya aramadığı, herhangi bir üçüncü devletin bölgede hegemonya kurmasına iki devletin de karşı olduğu vurgulanmaktadır. İki ülke arasında 1972’de Ortak Deklarasyon’la başlayan normalleşme süreci, 1978’de Dostluk ve Barış Anlaşması (2. referans belge) ile devam etti. 1978 Anlaşması ile gelişen ticaret ilişkileri, 1985 yılına kadar 20 milyar dolar seviyesine ulaştı. İlişkilerde dostluk dönemi 1980’li yıllar boyunca ekonomik ilişkiler ile sürdürüldü. Japon şirketleri aşırı biriken sermayeyi daha kârlı alanlara çekmek üzere ucuz işgücünün olduğu Çin’e yöneldi. Sonuç olarak, 1970’ler ve 1980’ler boyunca Japonya-Çin ilişkiler, dostluk ve barış havası içerisinde sürdürülmüştür.[11]

1992-2006 Japonya-Çin İlişkileri: Siyasi Olarak Soğuk, Ekonomik Olarak Sıcak Dönem

Soğuk Savaş sonrasında Japonya-Çin ilişkileri, Japonya dış politikasının temel parametreleri olan Yoshida Doktrini ve anayasanın değiştirilmesi talepleriyle birlikte değerlendirilmelidir. 1990’larla birlikte bölgedeki neo-liberal açılımların artması, ABD’nin Asya bölgesine angajman politikasına başlaması, bölgede askeri masrafları paylaşmak istemesi ve Japonya’yı silahlanmaya zorlaması, Japonya-Çin ilişkilerini de etkilemiştir. Bu dönem içerisinde, iki ülke arasındaki ilişkiler neo-liberal dönüşümler ile ekonomik olarak oldukça hareketli görünüm sergiledi. Japonya’nın dış yatırımcıya kendi iç piyasasını açmaya zorlanması ve küreselleşmenin bölgeye etkisi ile ekonomik ilişkiler gelişti. İki ülke arasındaki siyasi ilişkiler ise, ABD ile Japonya’nın Çin’e angajman politikası uygulaması, Japonya’nın askeri olarak silahlanması ve tarihsel sorunlar gibi nedenlerle sorunlu bir görünüm sergiledi. Ayrıca bu duruma Sovyetler’in yıkılması ertesinde Çin ekonomisinin ve askeri gücünün rakip olarak giderek güçlenmesi de katkıda bulundu. Japonya, genel olarak 1990’lar sonrası daha aktif bir dış politika izlemeye başladı. Fakat bu dönemde, konjonktürel dönüşümlerin Japon ekonomisine etkisiyle birlikte 1990’lardan itibaren ekonomik olarak durgunluk içerisine girdi. Mevcut küresel kriz ve ekonomik durgunluk içerisinde Japonya dış politikasında “uluslararası bir ülke” olduğu vurgusu arttı. Ayrıca Japon iç politikasında da yaşanan ekonomik durgunluk ve Çin’den tehdit algıları yüzünden milliyetçilik yükseldi. Japon-Çin ilişkilerinde Çin’in yükselişi, Japonya’nın Asya politikasında daha aktif bir tutum sergilemesine neden oldu. Japonya, Çin’i angaje ederek, ABD-Japonya ekseninde bölgesel kurallara uydurmaya yönelik bir dış politika anlayışı benimsedi. Japonya, bu dönemde Çin’e yönelik siyasi ve ekonomik ilişkilerini ayrı ayrı ele almaya çalışan bir dış politika anlayışı uyguladı. Japonya ve Çin arasındaki ekonomik bağlar siyasi ilişkilerin kötüleştiği zamanlarda bile büyümesini sürdürdü.

 

 

 

Yıllar

Çin’e İhracat Çin’den İthalat Toplam Ticaret Hacmi

 

Çin ile Yapılan Tic. Japonya’nın Toplam Dış Tic. Payı (%)

Japonya ile yapılan Tic. Çin’in Toplam Dış. Tic. İçindeki Payı (%)

 

1990 6.1 12.1 18.2 3.5 15.6
1991 8.6 14.2 22.8 4.1 16.9
1992 12 17 29 5.1 17.3
1993 17.4 20.7 38.1 6.3 19.5
1994 18.7 27.7 46.4 6.9 19.6
1995 21.9 35.9 57.8 7.4 20.6
1996 21.8 40.4 62.2 8.2 21.4
1997 20.7 41.8 63.5 8.4 19.5
1998 20.2 37.1 57.3 8.6 17.7
1999 23.5 43.1 66.6 9.1 18.5
2000 30.4 55.2 55.6 10 18
2001 30.9 57.8 88.7 11.8 19
2002 40 61.8 101.8 13.5 16.4
2003 57.5 75.6 133.1 15.6 15.6
2004 73.9 94.3 168.4 16.5 14.6
2005 80 108.4 188.4 17 13.2
2006 92.8 118.4 211.2 17.2 12
2007 109.1 127.6 236.7 17.7 10.9

15 yıl içerisinde 5 kat artan ekonomik hacim, 1990’da 18 milyar dolar iken, 1995’de 85 milyar dolara, 2005’de 267 milyar dolara yükseldi. Japon yatırımları da benzer bir şekilde artış gösterdi. 1990’da 1,8 milyar dolar olan yatırımlar, 1995’de 8,5 milyar dolara, 2000’de 15,1 milyar dolara, 2005’de 36 milyar dolara yükseldi. 1993’da Çin’de Devlet Başkanlığını alan Jiang Zemin döneminde, Çin, “ortaklık diplomasisi” denilen bir ilişki türü kurmak üzerine politikalar benimsedi. Bu amaçla 1996’da “Rusya’yla Stratejik Ortaklık”, 1997’de ABD ile “Yapıcı Stratejik Ortaklık”, 1998’de AB ile Uzun Dönem ve İstikrarlı Yapıcı Ortaklık” ilişkisi kurdu. 1998 yılında Devlet Başkanı Jiang Zemin’in Japonya ziyareti sırasında Japonya ile Çin arasında ortaklık ilişkisi kurulmasına dair deklarasyon yayınlandı. Söz konusu deklarasyonda, Asya Pasifik bölgesinde nükleer testlerin durdurulması ve nükleer silahların yayılmasına karşı durulması ifade edildi. 1978 Anlaşması’ndan farklı olarak, Japonya ve Çin’in Asya’da bölgesel ve küresel güvenliği sağlama ve ekonomik gelişmeyi desteklemede etkili oldukları vurgulandı. Yine bu deklarasyonda, ekonomik ve ticari ilişkilerin geliştirilmesini önemine vurgu yapılarak, iki ülkenin dostluk ortaklığı kuracağı ve işbirliği yapacağı hususu dile getirildi. Japonya, Çin’in ekonomik ortaklık kurma ve geliştirme politikasını kendi çıkarları doğrultusuna kabul ederek, ilişkilerini ekonomik temeller üzerinden geliştirdi. Söz konusu dönemde, Çin ekonomisi her sene % 10 büyüyerek büyük bir atılım sergilerken, Japon ekonomisi ise durgunluk içerisindeydi. Söz konusu ortaklık, bu genel ekonomik görünüm altında gerçekleşti.

1997 yılında ise ASEAN süreci başlatıldı. İkili rekabet ASEAN boyutuna taşındı. Japonya, bölgedeki ABD ekonomik gerileyişini karşılamak için Avustralya, Yeni Zelanda ve Hindistan’ı bölgesel işbirliği mekanizmalarına çekmeye çalışmaktadır. Böylelikle de, Çin’in gücünün dengelenebileceği düşünülmektedir. 2001 yılında Japonya’da Junichiro Koizumi Liberal Demokrat Parti ile iktidara geldi. Koizumi iktidarı, ekonomik reformlar gerçekleştirmeyi öncelik olarak ele aldı. Koizumi, Çin’i bir tehdit olarak değil, bir fırsat olarak yorumladı. Koizumi, ayrıca, ilişkilerin ekonomik boyutunu geliştirmek için Çin’e ziyaretler gerçekleştirerek, tarihsel olaylardan duyduğu üzüntüyü dile getirdi. Koizumu’nun Yasukuni Shrine’i ziyaret etmesi ise ilişkileri bozan bir etmen oldu. Ayrıca Koizumi iktidarı sırasında Japonya’nın resmi kalkınma yardımları (ODA) ilişkilerde başka bir tartışma konusu oldu. Koizumi’nin 5 yıllık iktidarı döneminde ekonomik ilişkiler oldukça canlı iken, siyasi ilişkiler oldukça sınırlı seviyede gerçekleşti.

Sonuç olarak; 1992-2006 dönemi boyunca Japonya-Çin ilişkileri siyasi olarak soğuk, ekonomik olarak ise oldukça hareketli olmuştur. Siyasi olarak sorunların temelini ekonomik olarak Çin-Japonya rekabetinin artması oluşturmakla birlikte, bazı tarihsel olaylar da ilişkilerin gelişmemesine neden oldu. Bu sorunlardan bazıları şunlardır; Japon Konsolosluğuna sığınan Kuzey Koreli mültecilere Çin askeri müdahalesi, Asya Futbol Turnuvası krizi ve Japonya’nın BM Daimi üyeliği çabalarına Çin’in karşı çıkması.[12]

2006 Sonrası Japonya-Çin İlişkileri  

Japonya-Çin ilişkileri 2006’da Koizumi yerine iktidara Shinzo Abe’nin gelmesi ile yeni bir evreye girdi. Abe, 2006 yılında Çin’e bir ziyaret gerçekleştirdi. Bu ziyaret ile iki ülke arasında ortak stratejik çıkarlara dayalı ilişkilerin geliştiği ifade edilmektedir. 2006 yılında Çin’e yapılan ziyarette yapılan basın açıklamasında öne çıkan noktalar; karşılıklı bağımlılığın iki ülke arasında arttığı, Asya bölgesinde barış istikrarın iki ülke çabalarıyla sürdürüldüğü, “ortak stratejik çıkarlar temelinde karşılıklı yarar ilişkileri” inşa edileceği, Doğu Çin Denizi’nin “Barış ve İşbirliği Denizi” olacağı, Ortak Tarih Komisyonu kurulacağı, Çin-Kore-Japonya arasında üçlü işbirliğinin geliştirileceği vurgulanmıştır.

2006’da yılında ilişkilerde temel değişim noktası “karşılıklı stratejik çıkarlar” vurgusu üzerine oldu. Her iki ülkede dostluk ve barış ilişkisinden Asya bölgesinde stratejik çıkarlara dayanan sürece yöneldiklerini vurgulamaktadır. 2007’de Japonya-Çin Üst Düzey Ekonomik İşbirliği mekanizması oluşturuldu. 2008 yılında Çin Devlet Başkanı Hu Jintao Japonya’ya bir ziyaret gerçekleştirmiştir. 2008 yılındaki basın açıklamasında 70 maddede Çin-Japon ilişkilerin temel ilkeleri belirlenmiştir. 10 maddelik söz konusu açıklamada öne çıkan hususlar; Japon-Çin stratejik diyaloga özel önem verildiği, Doğu Asya’da bölgesel işbirliğinin üç temel ilke temelinde geliştirileceği (açıklık, şeffaflık, kapsayıcılık), Japonya-Kore-Çin üçlü mekanizmasının tekrardan toplantı yapacağı, askeri alanlarda işbirliği yapılacağı ve onlar dışında iki ülkenin enerji alanında da işbirliği yapacağıdır. Japonya ve Çin’in ekonomik alanda çıkarlara dayalı ilişkisi politik alanda rekabetin yok olduğu anlamına gelmemektedir. Özellikle ABD, Japonya ve Çin’in bölgesel nüfuz alanı yaratma diyebileceğimiz politikaları egemenlik çatışmalarına dönüşebilmektedir. Finansal krizlerin ve sermaye hareketlerinin yoğunlaştığı, petrol krizlerinin ve bağımlılığın Orta Doğu’ya dayandığı Asya Pasifik bölgesinde, ekonomik yarış siyasi yarışı da beraberinde getirmektedir. 2009 yılında Japonya’da iktidara ilk kez muhalefet partisi olan DPJ (Japonya Demokratik Partisi) geldi. Yukio Hatoyama Başbakan seçildi. Hatoyama, Asya’ya dönük bir politika izleyeceği ve Çin ve Kore ile ilişkileri düzelteceği sözünü verdi. Aynı zamanda ABD ile mesafeli ve bağımsız bir politika izleme arzusunda olduğunu belirtti. Hatoyama hükümeti, her fırsatta, Japonya’nın ABD’ye süregelen bağımlılığını azaltmak yolunda Asya ve Avrupa ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmakta ve Japonya ve diğer Asya ülkeleri için Avrupa ile entegrasyonunun önemini vurgulamaktaydı.

Çin ekonomisinin özellikle 2010’da Japon ekonomisini geçmesiyle birlikte, ABD, bölge üzerinde etkisini arttıracak yeni politik hamlelere girişmektedir. Özellikle “Asya’ya Dönüş” ve “Stratejik yeniden dengeleme politikalarıyla”, ABD, Asya’daki ekonomik ve siyasi gelişmeleri kendi kontrolü altına almaya çalışmaktadır. ABD’nin Asya’ya dönüş ve dengeleme politikası kapsamında, Japonya da kendi iç politikasında bir dönüşüm süreci yaşamaktadır. Özellikle anayasanın değiştirilmesi ve silahlanmaya izin verilmesi hususunda iç politikada yoğun tartışmalar yaşanmaktadır. 2012 yılında yapılan seçimlerde DPJ (Japonya Demokratik Partisi) iktidarını kaybederek yerini tekrardan muhafazalar/liberal LDP’ye (Liberal Demokrat Parti) bırakmıştır. Yeni dönemde ABD-Japonya ilişkilerin Asya bölgesinde Çin’i daha fazla izole etmek adına yoğunluk kazanacağı düşünülmektedir.[13]

Günümüzde Çin-Japon İlişkileri

Küreselleşen dünya ve ekonomik çıkarlar ulusları bir araya getirmeyi mecbur kılmıştır. Dünyadaki bu küreselleşme, Japonya ve Çin ilişkileri için de etkisini göstermiştir. 2018 ‘de Japonya Başbakanı Şinzo Abe, 2011’den beri Çin’i ilk kez ziyaret etti. Yedi yılın ardından yaşanan ziyaret, ABD ile yaşanan ticaret gerilimi sırasında gerçekleşmesi sebebiyle önem taşıyordu. Çok sayıda anlaşmaya imza atılan ziyaret, taraflar arasında yeni bir döneme de işaret ediyordu.[14] Yeni dönemde, iki ülke liderleri arasında ulaşılan görüş birliğinin etkili bir şekilde nasıl uygulanacağı, iletişim ve işbirliğinin nasıl destekleneceği ve karşılıklı güvenin nasıl arttırılacağı hem Çin, hem de Japonya için önemlidir. Stratejik diyaloğun yeniden başlatılmasının ana nedeni de budur. Diyaloğun başlıkları sadece ikili ilişkileri değil, aynı zamanda ortak kaygıları olan önemli uluslararası ve bölgesel sorunları da içermektedir.[15] Başka bir sebep ise, ABD Başkanı Donald Trump’ın ticaret politikaları nedeniyle Çin ve Japonya arasında yakınlaşmanın başlamasıdır.

Japonya Başbakanı Şinzo Abe, 7 yılın ardından Çin’i ziyaret ederken, taraflar “serbest ve adil ticaret” üzerinde uzlaştılar. Çin ziyaretine bin kadar Japon patronla giden Abe, en az 18 milyar dolar değerinde 500 anlaşmaya imza attı. Abe’nin ziyareti sırasında iki ülkenin merkez bankaları arasında üç yıllık ikili para takası anlaşması yapıldı. 28,8 milyar dolar değerinde olan bu anlaşmaya göre, 200 milyar yuan karşılığında 3,4 trilyon yen verilecektir. Bu anlaşma, tarafların ABD yaptırımlarını aşmaları ve dolar kullanmadan ticaret yapabilmeleri için önem taşıyor.[16] 2004 yılı itibarıyla, AB ve ABD, Çin’in birinci ve ikinci büyük ticaret ortakları konumundayken, Japonya ise üçüncü sırada yer alıyordu. 2007 yılında Çin ile Japonya arasındaki ticaret hacminin 27,9 trilyon yene ulaşmasıyla birlikte, Çin, ilk kez ABD’yi geçerek, Japonya’nın en büyük ticaret ortağı hâline geldi. 2007 itibarıyla, Japonlar, Çin’in dünyanın fabrikasından dünyanın piyasasına dönüştüğünün farkına vardılar. Çin, o dönemden beri dünyadaki en büyük ve potansiyeli en fazla tüketim piyasası olmaya başladı. Vizyon sahibi bazı Japon işletmeleri, Çin’e yönelik stratejilerini değiştirerek, Çin piyasasına uygun mal ve hizmetleri sağlamaya başladı. İki ülke arasında diplomatik ilişkilerin kurulmasından bu yana geçen 40 yılda ikili ticari ilişkiler de birbirine sıkıca bağlandı. Çin, 2007 yılından itibaren art arda 11 yıl, Japonya’nın en büyük ticaret ortağı oldu. 2017 yılında Japonya’nın Çin’e yaptığı ihracat 2005 yılına göre yüzde 69 oranında artarak 14,89 trilyon yeni buldu. Bu miktar, aynı zamanda bir rekor olarak da kayıtlara geçti.[17]  Bunların dışında, Çin ile Japonya arasında devam eden ve yer yer gerilim seyrinin yükseldiği bir dizi tartışma konusu bulunuyor. Bu tartışmalarının arka planında ise, İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya’nın Çin’i işgal etmesi sonucunda oluşan tarihsel düşmanlık söz konusu. Ayrıca, Doğu Çin Denizi’nde 5 ada ve 3 kayalıktan oluşan takımadalar, Çin ve Japonya arasında ayrı bir tartışma konusudur.[18] Japonya ve Çin, ikili ilişkilerinde yeni bir sayfa açarak siyasi güveni sağlamlaştıracak politikalar izlemelidir.

İlişkilerde Sorunlu Alanlar

Japonya-Çin ilişkilerinde 2 temel sorunlu alan bulunmaktadır. Bunlar; Senkaku Adaları ve Tayvan sorunlarıdır.

1. Doğu Çin Denizi, Güney Çin Denizi ve Senkaku/ Diaoyu Adaları

Uzak Asya’da son dönemde Japonya, Çin Halk Cumhuriyeti ve Tayvan arasında krize neden olan önemli bir konu, Senkaku ya da Diaoyu Adaları’nın kime ait olduğu meselesidir.[19] Çin ile Japonya’yı derin bir siyasal çatışmanın tam ortasına iten neden, Doğu Çin Denizi’nde Japonya’ya bağlı Okinawa Adası’nın 370 km güneybatısında, Çin ana karasının ise 350 km doğusunda yer alan ve üzerinde insan yaşamayan adaların sahipliği meselesidir. Tarihsel bir boyuta sahip olan ve Japonların Senkaku, Çinlilerin ise Diaoyu adını verdiği 5 ada ile 3 kaya parçasından oluşan adaların yarattığı problem, aslında 100 yıldan fazla bir süredir devam ediyor. Pekin yönetimi, adaların 1400’lü yılların ortalarından bu yana kendisine ait olduğunu iddia edip bu yönde haritalar yayınlarken, Japonya 1900’lü yılların başında Japon balıkçıların adalarda çektirdikleri fotoğrafları ve Japon İmparatorluğu’na bağlı Okinawa yönetiminin bölgede yaptığı çalışmaları Senkaku Adaları’nın sahipliğinin kendisine ait olduğunu gösteren birer delil olarak sunuyor. Adalar üzerinde hak iddia eden bir başka aktör ise, BM tarafından bağımsız bir ülke olarak tanınmayan ancak Çin’den bağımsız hareket eden, Avro-Atlantik İttifakı’nın siyasal ve askeri destek verdiği ve belirtilen adalara Çin ve Japonya’dan daha yakın olan Tayvan’dur (Senkaku-Diaoyu Adaları bu ülkenin 260 km kuzeydoğusunda yer alıyor). Nitekim adalar, 1895’e kadar, o dönem Çin’e bağlı bir yönetime sahip olan Tayvan aracılığıyla yönetilmiştir. Yani Tayvan’ın adalar ile tarihsel ve yönetimsel bir bağının olduğuna dair yaklaşımı anlamlıdır. Ne var ki, Tayvan o dönemde mevcut siyasal konumuna haiz değildi. Bugün de BM tarafından siyasal bağımsızlığı tanınmadığı için, adaların geleceğine ilişkin tartışmalarda kayda değer bir aktör olarak değerlendirilmemektedir. 1895’e kadar Çin’e bağlı Tayvan tarafından yönetilen Senkaku-Diaoyu Adaları, o tarihte Japon işgaline uğramış ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında da ABD tarafından Çin’e iade edilmemiştir. Zira Çin, o tarihlerde komünist ideolojiye geçiş yapmış ve ABD’nin başını çektiği “özgür dünya”ya muhalif bir ideolojik-siyasal görünümü benimsemiştir.[20] Senkaku Adaları, İkinci Dünya Savaşı sonrası, Okinawa Adaları’nın bir parçası olarak ABD yönetimi altına girdi. 1972’de adaları ABD Japonya’ya devretti. Çin, adalar ABD egemenliği altındayken itirazda bulunmazken, olası petrol kaynaklarının ortaya çıkmasıyla adalar üzerinde egemenlik iddia etmeye başladı. Japonya adaların egemenliğinin tarihsel koşullar ve şu anki yönetim durumundan ötürü kendisine ait olduğunu ileri sürerken, Çin de karşıt olarak adalar üzerinde egemenliğin kendiisne ait olduğunu iddia etmektedir. Çin, adaların Çin-Japon Savaşı sonrasında haksız bir şekilde işgal edildiği ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD egemenliği altına girdiğini ileri sürmektedir. San Francisco Antlaşması’nı ve ABD-Japonya adaların devrine ilişkin anlaşmayı illegal bulmaktadır. Çin, 1992 yılında çıkardığı yasa ile bölgenin kendi egemenlik alanı olduğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla, bu sorun halen devam etmektedir.[21]

2. Tayvan Sorunu

Tayvan’da İspanyol ve Hollandalı yerleşimciler ilk olarak 17. yüzyılda görülmüştür. 1624 yılında Hollanda tarafından sömürülmeye başlayan Tayvan, 1683 yılında Çin İmparatorluğu’nun hâkimiyetine geçmiştir. 1895 yılında Japonya-Çin Savaşı sonrası Tayvan Japonya’nın eline geçmiştir. Japonya’nın hâkimiyeti İkinci Dünya Savaşı’na kadar devam etmiştir, Daha sonra savaşta mağlup olmasıyla Tayvan’ı Çin’e geri iade etmiştir. 1911 yılında Çin İmparatorluğu, Qing Hanedanlığı devrilip yerine 1912 yılında Çin Cumhuriyeti kurulmuştur. Bu devlet, Asya kıtasının ilk cumhuriyeti konumundadır. 1946’da başlayan iç savaş ile resmi adı olan Çin Cumhuriyeti yerine adanın ismi olan Tayvan kullanılmaya başlanmıştır. İç savaşın temelini 1920’lerde oluşmaya başlayan komünist parti ve iktidarda olan Milliyetçi Parti’nin (Kuomintang) görüş ayrılıkları olmuştur. İç savaş komünist partinin devrimi ile gerçekleşmiştir ve lider Mao Zedong iktidara gelmiştir. Bunun üzerine, aynı zamanda eski kurucu olan Milliyetçi Parti ve parti üyeleri Tayvan’a kaçmıştır. Komünist Parti (ÇKP), 1949 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’ni ilan edince, Tayvan’a kaçmış olan milliyetçi parti ise Çin Cumhuriyeti’ni Tayvan adasında devam ettirdiğini duyurmuştur. Çin Halk Cumhuriyeti ise, her zaman Tayvan’ın kendi eyaleti olduğunu savunmuştur. 1949 devrimi ile ortaya çıkan bu gerilim, günümüzdeki siyasi sorunun kökenini oluşturmaktadır. 24 Ekim 1945 tarihinde BM kurucu anlaşmasının beşinci bölümündeki 23. maddeye dayanarak Çin Cumhuriyeti (Tayvan) BM Güvenlik Konseyi’nde daimi üye olmuştur. Tayvan, 1971 yılına kadar Birleşmiş Milletler daimi üyesiydi ve Çin’i temsil ediyordu. 1971 yılında sonra birçok devletin Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanımasıyla daimi üyelik Tayvan’ın elinden alındı. Bunun altında yatan sebep, Çin’in SSCB ile yakın ilişkiler geliştirilmesinin Batı tarafından hoş karşılanmaması ve Çin’in kazanılmak istenmesidir. Anakara Çin, BM daimi üyesi olunca sahip olduğu veto hakkını, egemenliğin ihlal edildiği gerekçesiyle sıklıkla kullanmıştır. Pakistan’dan ayrılıp bağımsız olmak isteyen Bangladeş’i veto etmiştir. Diğer veto ise Suriye’nin içişlerine karışmaması gerektiğini savunarak veto etmiştir. Tayvan 1993 yılında tekrar BM üyesi olmak için başvuruda bulunmuştur, ancak Çin tarafından veto edilmiştir ve Tayvan’ın kendi eyaleti olduğunu her zaman olduğunu gibi tekrarlamıştır.

Tek Çin Politikası

Tek Çin politikası, her iki devlet anakara Çin ve Çin Cumhuriyeti tarafından da benimsenmektedir. Fakat her iki tarafın da bu politikayı yorumlamaları farklı biçimdedir. Tek Çin politikasında birbirinden farklı görüşler vardır. Bunlardan ilki, aynı zamanda ÇHC’nin de görüşünü oluşturur. Bu görüşe göre, Çin Cumhuriyeti’nin ardılı Çin Halk Cumhuriyeti’dir. Tayvan’ın uluslararası hukukta bir konumu yoktur. İkinci görüşe göre ise, Tayvan’ın statüsü ve Tayvan’ın egemenliğinin kimde olduğu henüz belirlenmemiştir. Bazı ülkelerle gayri resmi ilişkiler geliştiren Tayvan, kısmen de olsa devletlerce tanınmaktadır. Üçüncü görüşe göre ise, Çin toprakları Tayvan ve anakara Çin arasında bölünmüştür. Uluslararası arenada çoğu devlet bu görüşü benimsemektedir. Resmiyette anakara Çin’i tanımış olsalar da, gayri resmi olarak Tayvan ile ilişkiler geliştirmektedirler. Çin de bu durumu protesto etmektedir.

Tayvan Sorunu’nun görünen temel nedenleri şunlardır:

  • Tayvan’ın statüsü: Tayvan’ın devlet mi, eyalet mi veya hangi statüde olduğu konusu sorunun çözülememesi bu sorunun temel nedenlerinden biridir. Tayvan, kendini kesinlikle bağımsız bir devlet olarak görmekte, Çin ise Tayvan’ın kendi eyaleti olduğunu savunmaktadır.
  • Güney Çin Denizi ve Doğu Çin Denizi üzerinde egemenlik sorunu: Çin ve Tayvan, kendilerini Çin’in ardılı kendilerini gördükleri için, Güney Çin Denizi’ndeki Spratley ve Paracel adaları ile Doğu Çin Denizi’ndeki Senkaku/Diaoyu Adaları üzerinde egemenlik hak iddialarına sahiptirler.
  • ABD’nin bölgedeki üçüncü aktör olarak konumu: ABD’nin bu bölgedeki varlığı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hissedilmeye başlamıştır. ABD’nin bölgede bulunma nedenleri dönemlere göre değişiklik göstermiştir. Süpergüç olan ABD’nin değişen politikaları da bu sorunu etkilemektedir. ABD’nin Tayvan’da askeri tesisleri ve yatırımları da bulunmaktadır.

Sonuç olarak, Tayvan Sorunu, “şiddet içermeyen kriz” kategorisinde, yoğunluğu iki ve çatışma konusu ise siyasi/ideolojik temelli ayrılma olarak tanımlanmıştır.[22] ABD ve Çin ilişkisinde, Tayvan, konumundan dolayı önemli olmaya devam edecektir. Tayvan geleceğin güç dengelerinin belirlenmesinde etkili olacaktır.[23] Çin ve Japonya ilişkileri açısından ise, iki ülke arasındaki sorun doğuran alanlardan bir tanesi de Tayvan’dır. Sorunun temelinde, Çin’in “Tek Çin” politikası, Japonya’nın Tayvan’la olan ticari ilişkilerini sürdürme isteği, Japonya’daki Tayvan lobisi ve Tayvan üzerinden ticareti kontrol etme mücadelesi yer almaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Tayvan hükümetini resmi olarak tanıyan ABD ve Japonya’nın Çin ile olan ilişkilerin 1970’li yıllarda düzelmeye başlamasıyla birlikte, Tayvan konusu, ikili ilişkilerin sorun doğuran alanlarından olmuştur. 1972 ortak deklarasyonunda, Çin tarafı Tayvan’ın Çin’in ayrılmaz bir parçası olduğunu, Japonya tarafı ise bu durumun anlaşılır olduğu ve saygı duyulduğunu, fakat bu konuda yasal bir değerlendirmede bulunulamayacağını belirtmektedir. İlişkilerin normalleşmesinden beri, Japon hükümeti Tayvan’a resmi ziyaret gerçekleştirmemiş, Tayvan’dan da ziyaret gerçekleşmemiştir.[24]

Sonuç

Günümüzde Çin ve Japonya ilişkileri, geçmişe kıyasla aslında çok da kötü bir noktada değildir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra jeopolitik sahnede büyük devletler arasında mücadele artık savaşlarla değil, diğer araçlarla yapılmaya başlanmıştır. Bu araçların başında ekonomik mücadele gelmektedir. Geçmişte iki ülke arasında yaşanmış birçok soruna rağmen, bu iki devlet, Asya kıtasında başrol oynayabilmek için belli düzeylerde ilişkiler geliştirmişlerdir (özellikle ekonomik alanda). Bu bağlamda, Japonya Başbakanı Şinzō Abe’nin yaptığı ziyaret Çin açısından bir fırsat olarak görülmüştür ve bu ziyarette bir serbest ticaret bölgesi oluşturulması istenmiştir. Yine Çin ve Japonya’nın merkez bankaları açısından para takası antlaşması da yapılmıştır. Neticede, bu iki güç, Asya kıtasında çok önemli bir noktaya gelmişlerdir. Ancak Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Donald Trump’ın daha iyi ticaret antlaşması yapmak için yüksek gümrük vergileri koyması Çin’i olumsuz yönde etkilemiş ve sadece Çin’i değil, birçok devleti de olumsuz bir şekilde etkilemiştir. Trump’ın daha iyi ticaret antlaşmaları felsefesinde sadece ekonomik faktörler değil, siyasi etkenler daha çok ön plana çıkmaktadır. Çünkü Çin’in önemli işgücü ve nüfusu, ticareti Amerika’dan alıp ve hatta Amerikalı birçok firma da Çin’deki ucuz işgücü neticesinde yatırımlarını oraya kaydırmıştır. Uluslararası ilişkilerde eğer ülkeler süper güç olmak istiyorlarsa, artık en önemli etken askeri güç değil, ekonomidir. Uluslararası sistemde hegemon olmak bahsettiğimiz gibi ekonomik bağımsızlıktır ve uluslararası sistemde kural koyabilme gücüdür. Bu güce en çok yaklaşan Çin olduğu için, Amerika daha iyi ticaret antlaşmaları altında bence siyasi bir hedef gütmektedir. Çünkü Amerika dünyadaki tek süper güç olmak ve tek kutupluğu yani uluslararası sistemde düzen oluşturma gücünü kaybetmek istemediği için bu tarz hamleler yapmaktadır. Ancak Çin ve Japonya arasındaki ilişkiler olumlu bir şekilde devam etmektedir. Çin’in yaptığı “Bir Kuşak Bir Yol” projesi açısından Japonya ile ortak bir şekilde gerçekleştirebileceği de gündeme gelmiştir. Ayrıca Japonya’nın bu proje içerisine dâhil olması da Asya kıtasındaki gerilimleri de azaltması anlamına gelmektedir. Çin ve Japonya arasında geçmişten gelen bir sorun olan Senkaku Adaları’nın kime ait olduğu sorunudur. Yukarıdaki saydığımız iyi ilişkileri çok fazla etkilememiş bir sorundur. Ancak hala devam eden bir sorundur. ABD’nin Japonya üzerindeki etkisi fazla olduğu için, ABD’nin Çin politikası da ikili ilişkilere büyük etkide bulunacaktır.

 

 Eren ÇÖLÜKOĞLU

 

 

KAYNAKÇA

 

[1] Mehmet Beşikçi (2007), “ 1894-1895 Çin-Japon Savaşı: Japon Emperyalizminin Yükselişi Ve Osmanlı İmparatorluğu”, Toplumsal Tarih, Sayı :161, ss. 1-3.

[2] Şayan Ulusan Şahin (2003), “Bazı Arşiv Belgelerinde Ve Ahenk Gazetesi’nde Çin-Japon Savaşı (1894-1895)”, Sosyal Bilimler, Sayı: 2, s. 83.

[3] Hüseyin Ergun (2007), “Japonya’nın Güvenlik Stratejileri, Dış Politika Araçları ve Değişim”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, ss. 19-20.

[4] Aydınlık (2020), “ 4 Mayıs Hareketi ve 19 Mayıs”, Erişim Tarihi: 12.04.2020, Erişim Adresi: https://www.aydinlik.com.tr/4-Mayis-Hareketi-Ve-19-Mayis-Ozgurluk-Meydani-Mayis-2019.

[5] Crionline (2020), “Çin’in Kaderini Değiştiren Gün: 4 Mayıs”, Erişim Tarihi: 12.04.2020, Erişim Adresi:  http://turkish.cri.cn/1781/2019/05/07/1s197748.htm.

[6] Sinan Levent (2009), “Cumhuriyet Gazetesine Göre İkinci Dünya Savaşı Öncesi Türk Basınında Japonya (1933-1939), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, ss. 41-45.

[7] Oral Sander (2011), Siyasi Tarih (1918-1994), 20. Baskı, Ankara: İmge Kitapevi,  ss. 70-71.

[8] Çakı, Caner & Çakı, Gül & Aksoğan, Mustafa & Gülada, Mehmet Ozan (2019), “Çin Milliyetçi Partisi Tarafından Japon İşgali ‘ne Karşı Yürütülen Ulusal Seferberlik Propagandası”, E-Dergi, Ağustos 2019, Sayı: 1. s. 48.

[9] Tarihi Olaylar,“ Çin-Japon Savaşı”, Erişim Tarihi: 17.04.2020, Erişim Adresi: https://www.tarihiolaylar.Com/Tarihi-Olaylar/Japon-Cin-Savasi-296.

[10] Yunus Can Polat (2011), “21. Yüzyılda Çin Halk Cumhuriyeti Japonya İlişkileri ve Milliyetçilik”, Adnan Menderes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, ss. 64-66.

[11] Çağlar Sakı (2013), “Japonya-Çin İlişkileri (Soğuk Savaş Arası Dönem), Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 2, ss. 127-129.

[12] Çağlar Sakı, a.g.e., ss. 130-134.

[13] Çağlar Şakı, a.g.e, ss. 134-136.

[14] Tulga Buğra Işık (2018),  “Analiz I, Asya’nın İki Devi Yakınlaşıyor: Çin-Japonya İlişkilerinde Yeni Dönem”, Sol Haber, Ekim 2018, Erişim Tarihi: 29.04.2020, Erişim Adresi: https://haber.sol.org.tr/dunya/analiz-i-asyanin-iki-devi-yakinlasiyor-cin-japonya-iliskilerinde-yeni-donem-249940.

[15] Critürk (2019), “Çin-Japonya İlişkilerinde Yeni Dönem”, Ağustos 2019, Erişim tarihi: 29.04.2020, Erişim Adresi: https://www.criturk.com/haber/haber-lokasyon/cin-japonya-iliskilerinde-yeni-donem-107570.

[16] Tulga Buğra Işık (2018),  “Analiz I, Asya’nın İki Devi Yakınlaşıyor: Çin-Japonya İlişkilerinde Yeni Dönem”, Sol Haber, Ekim 2018, Erişim Tarihi: 29.04.2020, Erişim Adresi: https://haber.sol.org.tr/dunya/analiz-i-asyanin-iki-devi-yakinlasiyor-cin-japonya-iliskilerinde-yeni-donem-249940.

[17] Crionline (2018), “Çin-Japonya ticari ilişkilerinin potansiyeli büyük”, Ağustos 2018, Erişim Tarihi: 29.04.2020, Erişim Adresi: http://turkish.cri.cn/1781/2018/08/17/1s192677.htm.

[18] Sputnik Türkiye (2018), “Çin İle Japonya Arasında Önemli Görüşme: Birbirimiz İçin Tehdit Olmayacağız”, Ekim 2018, Erişim Tarihi: 29.04.2020, Erişim Adresi: https://tr.sputniknews.com/asya/201810261035856282-cin-ile-japonya-arasinda-gorusme/.

[19] Ozan Örmeci (2015), “Asya’da Kriz Noktası: Senkaku Adaları”, Uluslararası Politika Akademisi, Mayıs 2015, Erişim Tarihi: 22.04.2020, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2015/05/05/asyada-kriz-noktasi-senkaku-adalari/.

[20] Göktürk Tüysüzoğlu (2012), (2012), “Senkaku (Diaoyu) Krizi Ve Çin-Japonya İlişkileri”, Uluslararası Politika Akademisi, Eylül 2012, Erişim Tarihi: 22.04.2020, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2012/09/22/senkaku-diaoyu-krizi-ve-cin-japonya-iliskileri/.

[21] Çağlar Şakı, a.g.e., ss. 140-141.

[22] Nihan Mete, “Çözülemeyen Tayvan Sorunu” , Erişim Tarihi: 27.04.2020, Erişim Adresi: https://www.academia.edu/41093727/%C3%87%C3%96Z%C3%9CLEMEYEN_TAYVAN_SORUNU.

[23] Görkem Umuç (2014), “Çin-ABD İlişkileri ve Geleceği”, Erişim Tarihi: 27.04.2020, Erişim Adresi: https://www.academia.edu/5803566/%C3%87%C4%B0N-ABD_%C4%B0L%C4%B0%C5%9EK%C4%B0LER%C4%B0_TAYVAN_SORUNU_VE_GELECE%C4%9E%C4%B0.

[24] Çağlar Şakı, a.g.e., s. 140.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.